Mustafa Kemâl’in hastalığı, ölümü, cenâzesi 24
1.K. / 4. Fasıl
TEDÂVÎSİ VE ÖLÜMÜ HAKKINDA AYKIRI İDDİÂLAR
Mustafa Kemâl'in hastalığı ve ölümü hakkında, seksen senedir, hiçbir müsbit delîl serdetmeden bir yığın iddiâ, bir yığın şâyia ortalıkta dolaşıp duruyor… Şimdilerde İnternet bunların devridâim hızını neredeyse sonsuz derecede arttırdığı için, bu toz duman içinde, insanlar, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu tâyîn edemiyerek, doğru veyâ yanlış, hangi iddiâ temâşâ sâhasına daha fazla pompalanmışsa ona inanma temâyülü gösteriyorlar…
Bu bulanık vasatta elektronik hızla dolaşan şâyialar: “Hastalığın teşhîsinde geç kalındı”, “Hasta yanlış tedâvî edildi”, “O, kendisinin Türk doktorlarına emânet edilmesini istemişti, hâlbuki ecnebî doktorların hâin ellerine bırakıldı”, en beteri, “Ulu Önder'i zehirlediler”, v.s. kabîlinden şeylerdir… Aşağıda bunları tenkîd süzgecinden geçirecek ve nihâyet tedâvînin neden muvaffak olmadığını anlamaya çalışacağız.
Hastalığın teşhîsinde geç kalındı mı?
Bâzı müellifler ve siyâsî şahsıyetler, ya etrâflı araştırmaya ve dikkatli bir muhâkemeye dayanmıyan sathî kanâatle, ya da sû-i niyet mahsûlü birtakım hesâblarla, siroz teşhîsinin geç konduğunu, binâenaleyh buna muvâfık bir tedâvîde de geç kalındığını, netîce olarak “Ebedî Şef”in bu sebeble genç yaşta kaybedildiğini iddiâ ediyorlar. (Aslında, 1938 – 1877 = 61 yaşında ölmüştür ve hem kendisinin hayât tarzı, hem de o devrin şartları düşünüldüğünde, bu, genç bir yaş değildir…)
Atay'ın ithâmı
Bunlardan birisi, Falih Rıfkı Atay'dır. “Daima yanında bulunan hekimlerin neden bu âraza ve umumî çöküntüye dikkat etmediklerini ve hepsini pek basit bir sebebe bağlayarak geçiştirdiklerini doğrusu hâlâ anlıyamıyorum” kanâatiyle tabîbleri töhmet altında tutuyor. Ayrıca, hilâf-ı hakîkat olarak, hekimlerin “kendisine gerçeği olduğu gibi söylemeden tam bir perhiz disiplini içine aldıklarını” iddia ediyor. (Atay 1980: 487, 489)
Ünaydın'ın ithâmı
Atay'ın iddiâlarından daha tuhafı, hem 1938'de ve sonraki senelerde tabîblerle görüşmeleri, hem de 1959'da Dr. Belger'le uzun sohbeti sâyesinde hastalığın seyri hakkında gayet geniş mâlûmat sâhibi bulunan Ruşen Eşref Ünaydın'ın dahi benzeri bir kanâat izhâr etmesidir:
“Sağlık durumunun neden bozulmakta olduğunun doğrusu doğrusuna anlaşılmasında bu kadar gecikilmiş bulunulması, Atatürk'ün, bu büyük hastalığında karşılaştığı ilk büyük tâlihsizlik olmuştur…” (Ünaydın/Belger 1959: 12)
Okyar'ın ithâmı
Cemal Kutay, -Kemalist Propagandanın gayet mühim malzemelerinden biri olan- Atatürk'ün Son Günleri isimli toplama kitabında (Boğaziçi Yl., İstanbul, 1981; sonradan da müteaddid baskıları yapılmıştır), ısrârla, hastalığın teşhîsinde geç kalındığı müddeâsını işliyor. Üstelik, iddiâsına, Dr. Fiessinger'yi de âlet ediyor, ona, mesnedsiz, “teşhis on sene geç kalmıştır” hükmünü söyletiyor. (Kutay 1981: 116) Bununla da kalmıyor, Ali Fethi Okyar ile berâber bizzât hastanın da aynı kanâatte olduklarını ileri sürüyor.
Okyar (1880-1943), M. Kemâl'in, Savarona'da, Cebesoy'la berâber kendisine 22 gün refâkat eden en yakın, en sâdık ve vefâkâr iki arkadaşından biriydi. Okyar, arkadaşını, son bir def'a 10 Ekim 1938'de ziyâret etmişti. (Tabîbler, hastalığın bu son devresinde, -istisnâî ziyâretçiler hâriç- ziyâretlere müsâade etmiyorlardı.) Kutay'ın rivâyetine nazaran, görüşmelerinde, bizzât M. Kemâl, hastalığından bahisle: “Zannederim teşhîste geç kaldılar” demiş. Okyar, bu sözü naklettikten sonra kendisinin de aynı kanâatte olduğunu beyân etmiş:
“Ben de aynı düşüncede idim. Çünkü İngiltere'de bir yakın dostuma da siroz teşhisi koymuşlar, tedavi etmişlerdi. Eğer teşhis hastalığın tezahürünün bidayetinde olsaydı, o mükemmel mantığı ile hakikati kavrar, perhizi noktasına kadar tatbik ederdi…” (Kutay 1981: 165-166)
Cemal Kutay'ın toplama kitabı
Kutay'ın karmakarışık bu propaganda kitabı, birçok derleme metinden meydana geliyor. Yaptığı iktibâslar kendi kaleminden çıkan metinlerden ayrılmamıştır. Hangisinin nerede bitip nerede başladığını anlamak, çok kerre, ancak Kutay'ın üslûbuna dikkat ederek mümkün olabiliyor.
Bununla berâber, yamalı bohça intibâı bırakan bu insicâmsız kitapta, târihî hakîkatleri gün ışığına çıkarmak bakımından dikkate şâyân birkaç metin mündericdir.
Bunların başında, Kılıç Ali'nin kendisi tarafından Kutay'a verildiğini tahmîn ettiğimiz Son Günleri kitabının neşredilmemiş ilk versiyonu bulunuyor. Kutay, araya birçok başka metin katarak bu kitabın tamâmını naklediyor. Bu versiyonla mezkûr kitabın 1955'de piyasaya çıkan nüshası arasında yer yer pek mühim farklar mevcûddur.
Kutay, kitabının 111-112. sayfalarında da Mim Kemal Öke'nin ilk ponksiyonla alâkalı hâtırasını naklediyor. Sahîh olduğu intibâı bırakan bu metni Dr. Öke'den bizzât dinleyerek mi not almıştır, yoksa onu başka bir kaynaktan mı iktibâs etmiştir, bu husûs belli değildir.
Aynı kitabın 116-124. sayfalarında Dr. Belger'den naklettiği metnin de kaynağı meçhûldür. Dr. Belger'in burada anlattıkları, Ünaydın'a anlattıklarına nazaran yer yer farklılık arzediyor. Buradaki ehmmiyete şâyân farklı ifâdelerden birisi, 1938 Ocağında, Yalova'da hastalığın siroz olduğunu teşhîs edince, bunu hastasına haber verdiğini çok sarîh bir şekilde ifâde etmesidir:
“Kararımı verdim. Hakikati olduğu gibi söyleyecektim…”
İkincisi, hastasının etrâfındaki arkadaşlarının da bu teşhîsi hemen öğrendiklerini beyân etmesidir:
“Koyduğum teşhisi benden değil, bizzat Atatürk'ten öğrenen arkadaşları, ertesi sabah, devamlı hekimi olan Prof. Neşet Ömer İrdelp'i acele olarak davet etmişler…”
Bunun üzerine, “Paris'teki tahsil devrelerinin bir kısmı müşterek geçmiş olan kadim dostu” İrdelp de gelip hastayı muâyene ediyor, aynı teşhîsi koyuyor, teşhîsi hakkında o gün orada bulunan Salih Bozok, Kılıç Ali, Cevat Abbas, Hasan Rıza Soyak ve Başyâver Celâl Öner'i de bilgilendiriyor, sonra hastayı berâberce tedâvi etmeye başlıyorlar. Bu noktada muğlâk bir ifâde kullanıyor:
“Zannediyorum bir başkası olsaydı, ortadaki ârâza göre hiç de vaktinde olmayan bu teşhisin neden bu kadar gecikmiş olduğunu sorabilirdi… [Ama] sormadı, aynı sükûnet ve vekar içinde bizleri [İrdelp'i ve kendisini] dinledi, o kadar…” (s. 124)
Kutay, bundan, Dr. Belger'in de “çok geç teşhis konulduğunu dolaylı olarak kabullendiği” netîcesini çıkarıyor. (s. 156) Ne var ki Dr. Belger'in Cumhûriyet gazetesine verdiği ve biraz aşağıda nakledeceğimiz beyânatı böyle bir yoruma imkân bırakmıyor ve o, Ünaydın'a mülâkatında da böyle bir kanâat izhâr etmiyor…