Mustafa Kemâl’in hastalığı, ölümü, cenâzesi 25

Hekimleri hakkındaki bühtânlar nîçin mâkul değil?

Muhakkak ki bu mes'eledeki hakîkat, herhangi bir şahsıyet veyâ müellifin kanâatine yâhud yorumuna  îtibâr ederek ortaya çıkarılamaz. En doğrusu elimizdeki târihî malzeme üzerinde, bizzât dikkatle düşünmektir. Hâlbuki düşününce, mezkûr ithâm veyâ sûizanların hiç de haklı olmadığı netîcesine varıyoruz. Şöyle ki:

1938 Ocağındaki teşhîs evvelinde hastada tezâhür eden rahatsızlıkların değişik sebebleri olabilirdi; Dr. Arar'ın da işâret ettiği gibi, bunlar, doğrudan siroza delâlet etmiyordu:

“…Başlangıçta görülen bu ufak-tefek delil ve emareleri bir karaciğer kifayetsizliğine bağlamak kimsenin aklına gelmemişti”. (Arar 1953; Soyak 1973: 733)

İthâmları cerheden üç vâkıa

Aksi vârid olsaydı, bir değil, birçok tabîb tarafından defâatle, hattâ hey'et hâlinde yapılan muâyenelerde bu teşhîs ortaya çıkardı. Bu husûsta mutmâin olmak için aşağıdaki üç vâkıa çok mühimdir:

“1937'de, yazın, Floryada, bir gece kendilerinden idrarla birlikte kan gelmişti. Bide [Fransızca “bidet”; bir nevi klozet] içinde pıhtı halinde görülen bu kan bizi korkutmuştu. Çok telâşlanmıştık. O gün Haseki hastahanesine gittik. Orada Profesör Neş'et Ömer, Fuat Kâmil Beyler tarafından ariz amik muayene edilmişler ve merhum Dr. Suphi Neş'et Bey tarafından bir çok röntgenleri alınmış, radyoskopi yapılmıştı. Bu umumî muayene ile tahliller ve röntgenlerde de, ne kalbinde, ne ciğerinde hiç birşey olmadığı beyaniyle o günkü bazı tevehhümler, endişeler bertaraf olmuştu.

“Buna rağmen yaradılışında neş'eli ve bütün hayatı neş'e içinde geçmiş olan Atatürk'e nazar-ı dikkati celbedecek derecede bir neş'esizlik ârız olduğu göze çarpmıyor değildi…” (Kılıç Ali 1955: 11-12)

İkinci vâkıa

Kılıç Ali, yine “bir yaz günü”, müşârünileyhin kendini Prof. Dr. İrdelp'e uzun uzadıya muâyene ettirdiğini, fakat kendisinin bu husûsî tabîbinin o zaman da “kalbde, karaciğerde, böbrekte bir şey bulamadığını, buna rağmen renginde ve yüzündeki çizgilerde bariz değişiklikler başladığını” kaydediyor. (ss. 10-11)

Üçüncü vâkıa

1937 yazındaki bütün bu arîz amîk tedkîklerden de anlaşılıyor ki henüz hastalık kat'î ârâzla kendini belli etmemişti. Nitekim hastalığı 1938 Ocağında ilk def'a teşhîs eden  Dr. Belger de, onu, 1937 Haziranında Yalova'da muâyene etmiş ve şüpheli bir araza rastlamamıştı:

“O tarihte kendisinde siroz hastalığına ait hiçbir alâmet görememiş, fakat bu tarihten 8 [aslında takrîben 6,5] ay sonra yine Yalova'da yaptığı muayenede karaciğerdeki rahatsızlığın ârâzını tesbit etmişti”… (26 Kasım 1938 târihli Cumhuriyet'te intişâr eden beyânâtından; Soyak 1973: 736'dan naklen; beyânatın tam metni: Şapolyo 1958: 550-551) (Bir Türkçe ihtârı: Fransızca “symptome” mukabili ve Türkçe “emâre” müterâdifi olan “araz”ın çokluk hâli, “ârâz”dır.)

Aynı husûsu Kılıç Ali de têyîd ediyor:

“…Halbuki [Ocak 1938'deki] bu muayeneden bir müddet evvel Nihat Reşat Bey, Atatürkü yine Yalovada bir defa daha muayene etmiş ve ahval-i umumiyesinde hiç bir şey bulamamıştı; bundan dolayı da bilhassa kendilerini tebrik etmişti.” (m.e., s. 13)

Asıl mes'ele, “Tek Adam”ın tabîb tavsıyelerini kulak ardı etmesiydi

Bundan mâadâ, tabîbleri, daha seneler evvelinden, ona, aynen siroz tedâvisi için de mûteber olan tavsıyelerde bulunmuşlardı: içki ve sigara içmemek, mazbût bir hayât sürmek, zihnî ve bedenî aşırı yorgunluktan ictinâb edip bol bol istirâhat etmek, v.s. Onlar, hattâ daha 1923'ten beri hastaya bu gibi tavsıyelerini tatbîk ettirmeye çalışıyorlardı. Geçen 15 sene zarfında asıl mes'ele şuydu: Hasta bu tavsıyelere riâyet irâdesi gösteriyor muydu?

Hakîkaten, meslekî ehliyetlerinde ve “Ebedî Şef”e sadâkatlerinde en küçük bir şüpheye dahi mahâl bulunmıyan, o devrin tıbbî imkânları çerçevesinde Efendi'lerini sıhhatte tutmak ve ömrünü uzatmak için etrâfında pervâne olan bir tabîb kadrosu hakkında sû-i zan beslemek insana pek abes görünüyor… Hele, Devletin de bütün imkânlarını “Tek Adam” için seferber ettiğini düşününce!

Kendini “Türk doktorlarına” mı emânet etti?

Türkiye'de pek çok hastahâne ve tıb fakültesinin dış cephelerine veyâ giriş, v.s. gibi mahâllerine, M. Kemâl'e atfedilerek şu söz hâkkedilmiş veyâ asılmış bulunuyor:

“Beni Türk doktorlarına emânet ediniz!”

Bu sözün ne kadar hilâf-ı hakîkat olduğu, kendisinin bâhusûs ölümcül hastalık devresinde, ihtisâslarına mürâcaat edilen ecnebî tabîblerden bellidir.

“Bu ağrıyı buradan çekin!”

Daha evvel, Mayıs 1927'de, göğsüne ve sol koluna şiddetli bir ağrı girmiş, dayanamıyarak “Bu ağrıyı buradan çekin!” diye feryâd etmişti. Bunun üzerine yerli tabîblerin muâyene ve tedâvîleriyle iktifâ edilmemiş, “Berlin Tıp Fakültesi Dahiliye Kliniği Direktörü Prof. Dr. Kraus ile Münih Tıp Fakültesi Dahiliye Kliniği Direktörü Prof. Dr. Von Romberg Ankara'ya celbedilmişler”, bunlar da, muâyene ve tedkîkler sonunda, hastanın “çok sigara içmekten mütevellit bir anjin geçirmiş olduğuna karâr vermişler” ve bu teşhîslerine muvâfık tavsıyelerde bulunmuşlardı. (Soyak 1973: 724-727)

Ölümcül hastalığının 1937'de baş gösteren emâreleri arasında husûsen burun kanamaları da olduğu için, Ankara'da Nümûne Hastahânesi'nin Boğaz ve Burun Mütehassısı Prof. Dr. Max Mayer'e mürâcaat edilmiş, fakat tedâvîsinden müsbet netîce alınamamıştı.

Kezâ kaşıntılar için de aynı hastahânenin “İtalyan asıllı meşhur Alman” (Ünaydın/Belger 1959: 8-9) Cildiye Mütehassısı Marchionini'nin tavsıye ettiği “bazı merhem ve mahlûller tatbik edilmişti”. (Soyak 1973: 720)

Ölümcül hatalığı esnâsında ihtisâslarına mürâcaat edilen dîğer iki ecnebî tabîbin de Alman Prof. Von Bergman ve Avsturyalı Prof. Eppinger olduğunu yukarıda görmüştük.

Bayar'ın şahâdet ettiği gibi, yerli mütehassısların tedâvîlerini kâfî görmiyerek, 1938 Martında, Fransız tabîbi Prof. Dr. Noël Fiessinger'nin dâvet edilmesini istemiş ve o târihten îtibâren hasta ona emânet edilmiş, hastanın vazıyeti mütemâdiyen kendisine rapor edilmiş, her tehlikeli gelişmede ona danışılmış ve onun müdâhalesi istenmiştir.

Ecnebî tabîbler eliyle tedâvî olmak ayıp mıdır?

Hâl böyle olunca, bundan utanmak mı lâzım gelir? Herhangi bir hasta, derdine dermân ararken, hekiminin milliyetine de dikkat etmek mecbûriyetinde midir? O, ecnebî bir hekimin tedâvîsini red mi etmelidir? Bilakis bir tabîb de, sâdece kendi milliyetinden olan hastaları mı tedâvî etmelidir? Tabîblik mesleği evleviyetle insânî sâiklerle icrâ edilmeli değil midir? Kendisininkinden farklı bir milliyete, ırka, dîne, v.s. mensûb olan bir hastayı tedâvî etmeyi reddedecek bir tabîb için, bırakınız tabîb sıfatını, insan sıfatı bile fazla değil midir?

Öyleyse bizzât tabîblik mesleği bakımından bir yüz karası olan bahis mevzûu söz, bir ân evvel duvarlardan silinmeli ve çöplüğe atılmalı değil midir?

 

(Bir Tıb Fakültesi'nin girişi… Resim, 12 Ağustos 2017'de çekilmiştir.)
Asıl mes'ele, “Türk hekimi” olmak değil, gönlü insan sevgisiyle dolu olarak –hiçbir ayrım yapmadan- bütün hastalarına şefkatle, mes'ûliyet hissiyle ve ehliyetle muâmele etmektir. Bu telâkkîyle davranan her hekim, milliyeti ne olursa olsun, hürmete lâyıktır ve bu rûhla hekim yetiştiren, münhasıran bu telâkkîye sâhib hekimlere mesleklerini icrâ ettiren ve bütün hastalarına mümkün olan en iyi şartlarda sağlık hizmeti sunan Devlet, takdîre şâyândır…

***