Mustafa Kemâl’in hastalığı, ölümü, cenâzesi 39

Dahası,  başından îtibâren Kemalizmin en esâslı iki rüknü Sabataî ve Mason topluluklarıdır ve zâten bunlar da iç içe geçmiştir. İdeolojik olarak da Sabataîlik, Masonluk, Kemalizm birbirine mezcolmuştur. Hattâ Kemalizm, Masonlukta mündemicdir; dîğer tâbirle, Kemalizm, Masonluğun daha ziyâde siyâsî, amelî bir uzantısından başka bir şey değildir. Ayrıca, Sabataîler de (ki Localar, karârgâhlarıdır) Sabetay Sevi yerine Mustafa Kemal'i ikame etmişlerdir… Eskiden beri en fanatik Kemalistlerin mühim bir kısmının bu iki topluluğun sînesinden çıktığı bir vâkıadır. Hiçbir Sabataî veyâ Mason düşünülemez ki Kemalizm aleyhdârı olsun. Kanâatimizce Üstâd-ı Âzam Şekûr Okten'in şu tesbîti dahi aradaki münâsebetin mâhiyetini anlamak için kâfîdir:

…Bizim için mühim olan, Atatürk'ün ‘tekrîs' merasiminden geçip ‘önlük' takmış olması değil, O'nun ruh ve fikir yapısıdır. […] Masonluğun bütün ana prensipleri, evvelâ şahsıyetinde ve sonra, bu şahsıyete uygun düşen eserlerinde mevcuttur. […] Sanki, Masonluk diye bir şey dünyada olmasa idi, Atatürk, sözleri ve hareketleri ile onu kurabilecekti. […] Biz O'nu her gün kutluyoruz, çünkü Mabetlerimizde her gün tekrarladığımız sözler, O'nun ağzından çıkmış gibidir.” (Londra Obediyansına tâbi Masonların nâşir-i efkârı Mimar Sinan mecmûasından, “Büyük Üstad'ın Mesajı”, 1981, sayı: 41, ss. 4-6)

Bahis mevzûu ettiğimiz cinâyet iddiâsının kim tarafından ve hangi maksadla ortaya atıldığını bilmiyoruz. Hakîkat-i hâlde, hiçbir müsbit delîle istinâd etmiyen bu iddiâ üzerinde durmaya değmez. Bununla berâber, bu akıl, iz'ân dışı iddiâ sırf efkârıumûmiyede fazlasıyle şüyû bulduğu ve pek çok insan bu kuyruklu yalana kandığı için biz de onu tartışmak ihtiyâcını hissettik…

 

”Ulu Önder Atatürk,
“Türk Masonları olarak Cumhuriyetimizin kuruluşunun 94. Yılında ideallerine olan bağlılığımız, hatırana olan sonsuz saygımız ve yeri doldurulamaz derin sevgimiz ile huzurlarındayız.
“Vatanına, milletine sadakat yemini ile bağlı olan bizler, Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik değerlere bağlı, millet egemenliğine dayalı, özgürlükçü, laik düzeninin ilelebet süreceğine yönelik inancımızı her zamankinden daha da fazla koruyoruz.
“Bizler kurmuş olduğun Türkiye Cumhuriyeti'nin bölünmez bütünlüğüne yönelik gelişmiş ve gelişecek her türlü hareketin karşısında olduk ve olmaya da devam edeceğiz.
“Büyük Türk Milletine çizdiğin yoldan ayrılmadan, Türk Aydınlanmasının en somut vücut bulmuş hali olan Cumhuriyetimizi çağdaş medeniyetler seviyesine çıkarmak için var gücümüzle çalıştığımızı her zaman olduğu gibi manevi huzurunda bir kez daha kararlılıkla vurgulamak istiyoruz.
“Ülkesine, milletine yararlı birer Kamil İnsan olmak yolundaki çabalarımızda en büyük yol göstericimiz hiçbir zaman sönmeyecek ışığındır.
“Kurmuş olduğun Türkiye Cumhuriyeti'nin değerini her geçen yıl daha da iyi anlıyor, aziz hatıran önünde saygı, sevgi ve sadakatle eğiliyoruz.”
Onun hakkında aldananlar acabâ kimlerdir? Müslümanlar mı, yoksa Masonlar, Sabataîler, Siyonistler, Avrupacılar, Avrupalılar, Solcular, Maocular, bilumûm Kemalistler mi?
***   
 

 

 

 

 

Tedâvî neden muvaffak olmadı?

Müşâvir tabîblerinden Prof. Dr. Hayrullah Diker:

“Kendilerine tıbbın bütün imkânları ile, âzamî surette itina edilmiştir. Bundan ötesine tıbbın aczi müsellemdir!” diyor… (Nizamettin Nazif'in röportajından, Tan, 20.11.1938, s. 8)

Filhakîka, onca tabîbin devâmlı ihtimâmına, yanıbaşında hep tabîbler bulunmasına, Devletin, bütün imkânlarını onun için seferber etmesine, Avrupa'dan mütehassıslar getirtmesine, hattâ sırf gönlü olsun, istirâhat edip iyileşsin gayesiyle, halkın kısm-ı âzamının sefâlet içinde süründüğü bir memlekette, Hazîneden 1.250.000.- TL tahsîs ederek (Granda/Gürkan 2014: 195) İngiltere'den Savarona yatını satın alıp emrine tahsîs etmesine rağmen, tedâvî nîçin muvaffak olmadı, ona hiç olmazsa birkaç sene kazandıramadı?

Sebebi kendisinde aramak lâzım

Bunun sebebini, herhâlde, sû-i zanda bulunarak, “İnönü'nde, Masonlarda, v.s.” değil, bizzât kendisinde aramak lâzım gelir.

Soyak, Efendi'sinin ölümcül hastalığının ilk emârelerinin ortaya çıktığı devre için:

“Atatürk, -ötedenberi itiyat edindiği gibi, ‘Sağlık Koruma' kaidelerini hiç umursamayan- yaşayış tarzına devam edip gidiyordu.”

şeklinde bir müşâhedede bulunuyor. (1973: 720)

Kılıç Ali de:

“Doktor tavsiyesini dinlemezdi.”

diyor ve bu müşâhedesini, biraz ileride, tekrâr têyîd ediyor:

“Sıhhati hususunda gösterilen alâka, tedbir ve tertiplere asla ehemmiyet vermiyordu…” (1955: 8, 13)

Şükrü Kaya'nın müşâhedesi de aynı

Şükrü Kaya'nın, “Ebedî Şef”inin hastalığı ve ölümü hakkındaki hâtırâtı da, dîğer yakınlarının müşâhedelerinden farklı değil:

 “1937 ocak ayında yine rahatsızlanmıştı. Umumî Kâtip Hasan Rıza Soyak'la da saatlerce konuştuk. Hekimlerin tavsiyelerine daha ziyade ehemmiyet vermesini Atatürk'ten rica etmeye karar verdik ve öyle de yaptık.

“Atatürk, ehemmiyet vermedi ve doğrusu dikkat te etmedi. Hastalığı da ağrısız ve sinsiydi. Ve henüz kati olarak teşhis de edilmiş değildi. Onlar da, kendisi de halsizliğini ve rahatsızlıklarını, alkole ve vücut ve zihin yorgunluğuna atfediyorlardı.” (Kaya; Tunaşar 2005: 147'den naklen)

 

 

Mustafa Kemâl'in ölümcül hastalığını (üç müdâvî tabîbe ilâveten) tâkîb eden beş müşâvir tabîbden dördü: Prof. Dr. Âkil Muhtar Özden, Prof. Dr. Süreyya Hidayet Sertel, Prof. Dr. Mustafa Hayrullah Diker ve Dr. Mehmed Kâmil Berk… Bunlardan Hayrullah Diker, “Ebedî Şef”inin ölümü hakkında: “Kendilerine tıbbın bütün imkânları ile, âzamî surette itina edilmiştir. Bundan ötesine tıbbın aczi müsellemdir!” demişti…
Hiçbir müsbit delîl ortaya koymadan, birtakım hayâlî senaryolarla, bu insanların –tapınış derecesinde merbût bulundukları- “Ebedî Şef”lerine karşı bir cinâyet tertîbi içinde olduklarını iddiâ etmek, en hafîf tâbiriyle, densizliktir!
***   

 

 

Lâtîfe Hanım'ı nasıl atlatıyordu?

Kasım 1923'te (yukarıda bahsettiğimiz) bir rahatsızlık (“elem-i asabî”) geçirdikten sonra, tabîbler (hem Dr. İrdelp, hem de ecnebî tabîbler), “tütün ve kahveyi azaltmasını” tavsıye etmişlerdi. Bu tavsıye muvâcehesinde, Lâtîfe Hanım, tabakasına her gün 10 sigara koyuyor ve bununla iktifâ etmesini ricâ ediyormuş.

“Fakat O, Köşkteki hizmetçilerden birini kandırarak hususî sigaralarından yüzlük bir, iki paket almış, öğleden sonraları muntazaman devam ettiği, İstasyonda Hususî Kalem binasının üst katında bulunan çalışma salonundaki masasına gizlemişti. Bir gün salona girdiğim zaman bu paketlerden biri, açık olarak masanın üzerinde duruyordu. Beni görünce paketi orada unuttuğunun farkına varmış, utanır gibi olmuş, telâşla alıp çekmeceye koyduktan sonra bana hafif bir tebessümle: ‘Misafirlere veririm diye getirmiştim de…' demişti. Anlamıştım ki bu hususta da hem doktorların tavsiyeleri, hem de refikasının titiz tedbiri boşa gitmişti…” (Soyak 1973: 723)