Mustafa Kemâl’in hastalığı, ölümü, cenâzesi 41

Bursa dönüşü kendisine refâkat edenlerden biri de, “sınıf arkadaşı” (Emekli) Korgeneral Ali Fuat Cebesoy'du. O, henüz, arkadaşının ölümcül hastalığından haberdâr değildir. Fakat onun hastalıktan mütevellid buhrânına şâhid olur ve fevkalâde üzülür. Husûsî tabîbi Dr. İrdelp de yanı başındadır ve hastasının üzerine titremektedir. Sonunda sancısı geçer. Dr. İrdelp, Cebesoy'a da: “- Ona rejim ve perhizi tamamiyle tatbik ettirmeğe muvaffak olabilirsek, hiçbir şeyi kalmıyacaktır!” der. Lâkin hasta, kısa devreler hâricinde, kurtuluşu için elzem olan içki-sigara perhîzine ve mazbût hayâta yanaşmıyacaktır.

“Sınıf Arkadaşı”ndan yediği ağır darbelere rağmen, sonuna kadar ona sâdık kalan ve muhabbet besleyen Cebesoy'un bu Bursa dönüşü vapurda yaşananlar hakkındaki hâtıraları da, hastalığın tedâvî edilememesinin veyâ hastanın ömrünün birkaç sene daha uzatılamamasının tek mes'ûlünün yine hastanın kendisi olduğunu gösteriyor:

“Atatürk, Bursa'da Merinos fabrikalarının açılış töreni münasebetiyle yapılan fevkalâde şenlik ve davetlerde fazla yorularak birdenbire hastalanmış, merasimin sonunu beklemeden Ege Vapuruyla Mudanya'dan İstanbul'a dönmüştü. Atatürk, bu seyahatte beni de refakatinde götürmüştü.

“Vapurun Mudanya'dan hareketini müteakip sofraya oturmuştuk. Ben yanında yer almıştım. Saat dokuz buçuktu. Vapurun orkestrası çalmağa başlamıştı. Atatürk rahat görünmüyordu. Bir sancının ona zahmet verdiği anlaşılıyordu. Buna rağmen sofradan kalkmak istemiyor ve sancısını olduğu yerde yenmeğe gayret ediyordu.

“Bir aralık, yüzü sapsarı olmuştu. Sancısı daha çok şiddetlenmişti. Nihayet kendisinden istirahat etmesini ve doktorunu kabinesine çağırmasını rica etmiştik. Yalnız bir şartla istirahate çekileceğini söylemişti: Sofra, benim riyasetim altında devam etmeli idi… Derhal arzularını yerine getireceğimi söyleyince sofradan kalkmış, kabinesine çekilmişti. Saat on bir olmuştu.

“Atatürk istirahate çekilince sofra vaziyetinin devamına tabiatiyle son vermiş ve orkestrayı susturmuştuk. Bundan sonra herkes Atatürk'ün sancısıyla alâkalanmıştı. Nasıl olmuştu? Sancısı azalmış mıydı? Uyuyabilecek miydi?

“Bir müddet sonra Atatürk'ün yanından ayrılarak salona gelmiş olan doktor [İrdelp], sancısının azalmış olduğunu ve biraz sonra uyuyabileceğini bize tebşir ettiği vakit hepimiz sevinmiş ve müsterih olmuştuk.

“Saat yarıma gelmişti. Pervanenin gürültüsünden başka vapurda tam bir sükûnet vardı. Herkes kabinesine çekilmiş, koridorlarda kimse kalmamıştı. Kapıdaki nöbetçiden Atatürk'ün uyuduğunu öğrendikten sonra kabineme çekilecektim. Nöbetçiyle çok yavaş konuşmama rağmen, henüz uyumamış olan Atatürk, beni sesimden anlamış, yatağına kadar çağırarak başucunda oturtmuş ve yavaş yavaş konuşmağa başlamıştı:

‘- Doktorun müdahalesinden sonra kendimi daha iyi hissediyorum. Uyuyabileceğim. Fakat bu seferki hastalığımın tedavisi uzun sürecek gibi görünüyor. Yatakta uzun zaman kalacak olursam, çok sıkılacağım; ancak sizin gibi arkadaşlığımız mektep hayatından başlıyan eski dostlarımla oyalanabileceğim. Beni yalnız bırakmayınız Fuat paşa!!

“Bu sözleri Atatürk o kadar içten gelen duygu ile söylemişti ki hâlâ hâtırasını saklamaktayım…

 “Paşam! Doktorlarınız çok dikkatlidir; onlara güvenebilirsiniz!”

“Kendisine şu cevabı verdim:

‘- Paşam! Sizi hiçbir vakit yalnız bırakmıyacağıma emin olabilirsiniz; sizin yanınızda ve hizmetinizde her vakit bulunacağım. Kendinizi daha iyi hissettiğinize sevindim. Vaktiyle bundan daha mühim hastalıklardan kurtulmuştunuz. Maşallah bünyeniz sağlamdır. Merak buyurmayınız, bu da geçecektir! Fazla yoruldunuz; iyi bir istirahat neticesinde bir şeyiniz kalmayacaktır. Doktorlarınız çok dikkatlidir; onlara güvenebilirsiniz!'

“Bundan sonra ancak birkaç kelime telâffuz edebilen Atatürk, eli ellerimin içinde olduğu halde, aldığı ilâçların tesiriyle uyumağa başlamıştı.

“Saat biri geçmişti. Vapur, gecenin sükûneti içerisinde İstanbul istikametinde yol alıyordu. Atatürk'ün iyice uyuduğunu anlayınca, elini, kendisini uyandırmadan yavaş yavaş ellerimin içerisinden çıkardım. Atatürk ne vakit uyanırsa bana derhal haber vermesini nöbetçisine söyledim.

“Atatürk'ün sofradaki ve yatağındaki hali beni çok müteessir etmişti. Üzülmüştüm… ‘Bir an evvel sabah olsa da Atatürk'ten iyi haber alsam' diye düşünüyordum. Bu düşünce uykumu büsbütün kaçırmıştı.

Mazbût hayât yaşamaya râzı olsaydı, iyileşebilecekti

“Ege Vapuru, erkenden Dolmabahçe Sarayı önüne gelmiş ve demirlemişti. Henüz hiç kimse kalkmamıştı. Vapurun içerisinde tam bir sükûnet vardı.

“Saat dokuz buçuğa doğru Atatürk'ün uyandığını haber verdikleri vakit, ilk işim yanına gitmek olmuştu. Bir gün evvelki haline nispeten mühim bir fark vardı. Sancısı onu artık rahatsız etmiyordu.

“Öğleye doğru Atatürk'ü Sarayın rıhtımına çıkartmışlardı. Bir müddet Saray'da tedavi edildikten sonra Cumhuriyetin yıldönümünde bulunmak üzere Ankara'ya gitmişti. [Bu noktada, hâfızası Cebesoy'u yanıltmış… Çünki Merinos'un açılışı, 2 Şubat 1938'deydi ve Mustafa Kemâl, bu târihten sonra, “Cumhuriyetin yıldönümü” merâsimlerine katılmamış, mâmâfih Ankara'ya gidip Balkan Antantı Dâimî Konseyi'nin çalışmalarını tâkîb etmiş, bilâhare, Mayıs 1938'de, Mersin-Adana seyâhatini yapıp Ankara üzerinden İstanbul'a geçmiş ve bir daha Ankara'ya dönememişti…]

“Profesör Neşet Ömer Bey, Atatürk'ün tehlikeyi atlattığını söylediği vakit çok sevinmiştim. Sözlerine devam eden Profesör:

‘- Ona rejim ve perhizi tamamiyle tatbik ettirmeğe muvaffak olabilirsek, hiçbir şeyi kalmıyacağını' söylemişti.

“Ben de cevaben: ‘- Hocam, bu hususta hepimiz çok gayretli ve dikkatli olmalıyız' demiştim.” (Ali Fuad Cebesoy, Siyasi Hatıralar, -iki cild bir arada-, Neşre Haz.: O. S. Kocahanoğlu, İstanbul: Temel Yl., 2011 -3. baskı-, ss. 651-653)

Gayr-i mazbût hayât onun iptilâsıydı

Evet, Gayr-i mazbût hayât onun iptilâsıydı. Bu kadar ciddî, tek kelimeyle ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğreniyor, lâkin ondan vaz geçemiyor…

17 Mart 1937 akşamı, Çankaya'daki Hâriciye Vekâleti Köşkü'nde, akşam ziyâfetinde, kalabalık bir dâvetli topluluğu huzûrunda ve  Romanya Hâriciye Vekîli Victor Antonescu'ya hitâben:

“Akıllı filozoflar: ‘Mâdemki hayâtın sonu sıfırdır, bari yaşadığımız müddetçe şen ve şâtır olalım' diyorlar. Ben kendi karakterim itibariyle bu hayat telâkkisini tercih ediyorum”

demiş ve bu konuşması, 20 Mart 1937 târihli Ulus gazetesinde manşet olmuştu.

Binâenaleyh, onun felsefesine göre, hayâttan doya doya kâm alamadıktan sonra yaşamanın ne kıymeti vardı…

Celâl Bayar'ın ifâdesine nazaran, Mart 1938'de, Ankara'da, hakkında tıbbî müşâverede bulunan tabîblerin karârı şudur:

“Kat'iyetle sigarayı bırakacak, rakı içmeyecek ve istirahat edecek, [bunun için de] şezlong üstünde oturacak, yemeğini orada yiyecek”… [Kılıç Ali: “Doktorların ifadesine göre, Atatürk, arka üstü yatmak suretiyle karaciğerin sirkülâsyonunu kolaylaştırmış olacaktı…” -1955: 19-]

Bayar, bu karâra îtirâz ediyor; bunu böyle kat'î ifâdelerle söylerseniz kabûl etmez; siz ona günde ancak 5-10 sigara içmesini, 15 gün-1 ay rakıyı kesmesini söyleyin, diyor.

“Bu suretle tedaviye başlanıyor… Aradan bir hafta kadar ya geçti, ya geçmedi, herkes telâşta… Atatürk bu tavsiyelere riâyet etmiyor diye şikâyetler başladı. Emrediyordu hizmet eden çocuklara, ‘Şöyle yapın, böyle yapın' diye. Onlar da korkuyorlar ve istemedikleri halde doktorların tavsiyelerinin bozulmasını önleyemiyorlar”…

Bunun üzerine Bayar, ancak bir ecnebî tabîbin “Tek Adam”ın üzerinde otorite kurabileceğini düşünerek kendisine bir ecnebî mütehassıs listesi sunuyor ve Dr. Fiessinger bu sûretle Ankara'ya dâvet ediliyor. (İpekçi-Bayar mülâkatı, Milliyet, 11.11.1974, s. 9)

Hakîkaten, “Tek Adam”, ilk ânda, bu Fransız mütehassısının tavsıyelerine uyarak “1,5 ayı mutlak istirâhatle geçiriyor”…

Aynı tavsıyelere göre, sonrasında da 1-2 ay daha ve ancak evde dolaşması lâzım geliyor. Bundan sonradır ki “otomobille kısa ve sarsıntısız gezintiler yapabilecektir.”

Fakat o, 1,5 aylık ilk istirâhat devresi biter bitmez (6 Mayıs 1938), dışarı çıkıyor, otomobille baraja gidiyor, dere-tepe dolaşıyor, küçük Ülkü'nün Orman Çiftliği'ndeki evine uğruyor, v.s… (Soyak 1973: 739)

Bu yetmiyor, 19-27 Mayıs 1938'de trenle Ankara-Mersin-Adana-Ankara-İstanbul seyâhatini yapıyor, yorgunluktan bîtâb bir hâldeyken, İstanbul'a vâsıl olduğu günün ertesinde de otomobille Florya'da tenezzühe çıkıyor ve yolda sancıdan fenâlaşıyor… (Yukarıda bahsetmiştik.)

Dr. Fiessinger, Haziran 1938'deki “2. muâyenesinde hastalığın böyle vahim bir hale gelmesinin başlıca sebebini Mersin seyahatine atfediyor”…

Kılıç Ali, Efendi'sinin, (tabîblerden naklen) en başta istirâhate ihtiyâcı olduğunu, az istirâhat ve “muntazam bir hayat sayesinde” dahi, umûmî hâlinde bir iyileşme görüldüğünü belirtiyor. (1955: 37)