Mustafa Kemâl’in hastalığı, ölümü, cenâzesi 45

“Fevzi Paşa'dan rica ettim, bana yardım etmesini söyledim. Nihayet Atatürk İstanbul'da son gösterişli hareketleri yaptıktan sonra Ankara'ya dönerken yolda kendisi ile Eskişehir'de görüştüm. Uzun boylu tekrar anlattım. Bir askeri hareket şıkkına girmenin mahzurlu olacağına onu ikna etmeye çalıştım ve muvaffak oldum. Dinledi uzun boylu. Böyle bir hareket yapmayacağını, yaptırmayacağını söyledi. […]

“Atatürk ile son Hatay münakaşası, itilaf esnasında kendi yazdıklarından benim anladığıma göre, daha ziyade etrafından geliyordu. O zaman her ne söylenirse Fransızların her şeyi kabul etmeye hazır olduklarını tahmin edenler vardı. Zaten siyasi anlaşmalarda, o siyasi anlaşmanın istinat ettiği askeri zaferin değerini ölçmekte, daima mübalağa ediciler bulunacaktır. Büyük siyaset adamları, büyük askerler her askeri zaferin gerçek değeri olan ölçü ne ise, onu tayin etmekte ve onu almak için gayret sarfetmekte özel maharetleri olan insanlardır.

“Atatürk'le Hatay konusunda, İstiklal Savaşı'nda değil, 1936-37'de çok münakaşa ettik…” (İsmet İnönü, Cumhuriyetin İlk Yılları II, İstanbul: Cumhuriyet Gazetesi Yl., 1998, ss. 57-60)

 1_24

(Akşam, 28 Mayıs 1938, s. 9)

“Hatay için” 19 ilâ 25 Mayıs 1938 târihlerinde trenle Ankara-Mersin-Adana-Ankara seyâhatini yapmış, bir gece Ankara'da istirâhat ettikten sonra, 26 Mayıs 1938 akşamleyin yine trenle İstanbul'a hareket etmiş, 27 Mayıs 1938 sabahleyin Haydarpaşa'ya varmış ve orada büyük merâsimle karşılanmıştı… Bundan sonra bir daha Ankara'ya dönemiyecektir. Gar'da Mareşal Fevzi Çakmak'la görüşürken çekilmiş yukarıdaki resimde, istiskā toplamış karnının şişliği göze batar derecededir…

***   

 

 

 

 “Esîr-i fîrâş hayât”a isyân ve bedeli

Bu devrede, vaz geçemediği gayr-i mazbût hayât yüzünden, artık hastalık “dört nala” ilerlemeye başlamıştır. Hayâtı zindana dönmüştür. Soyak'ın tâbiriyle: “Tam esîr-i fîrâş bir hâlde yaşamaya başlamıştı.” (1973: 746) Bununla berâber, tabîbler, onu zabturapt altına almakta tamâmen âciz kalmışlardır. Dr. Fiessinger bile…

“…Doktorları, Prof. Fiessinger ile de mutabık olarak, ara sıra fakat yalnız denizde ve mutlaka sandal ile kısa ve sarsıntısız gezintiler yapmasına müsaade ettiler. Bunun üzerine [Buna rağmen] 10 Temmuz 1938 Pazar günü, şartların en önemlisine aykırı olarak, sandalla değil, Acar motörüyle bir gezintiye çıktı; ilkin Florya'ya gitti ve sonra baştan başa Boğazı dolaştı. […] Bu gezi, aklımda kaldığına göre, beş, altı saat devam etmişti… […] …Gezintinin sonuna doğru, motörün küçük salonuna girerek âdeta çöker gibi bir koltuğa oturmuş, derhal, son süratle avdet emrini vermiş, yorgun ve takatsiz derin bir düşünceye dalmıştı…” (Soyak 1973: 744)

Çocuk kadar irâdesiz bir hâli

Hizmetkârı Granda anlatıyor:

“ Sıcak bir geceydi. Yine yemeğini iştahsız yemiş, bir koltuğa oturmuş, dinleniyordu. O sırada İstanbul'da bulunan Ülkü de Atatürk'ün isteği ile yata getirilmişti. Ülkü, Atatürk'ün karşısında dondurma yemeye başladı. Zaten perhiz yapan Atatürk, dondurmayı görünce canı çekti ve kamarot Rıza'ya hemen bir dondurma getirmesini emretti. Kamarot Rıza hiç kimseye sormadan Atatürk'e gidip bir dondurma getirdi. Büyük bir iştahla dondurmayı yiyen Atatürk: ‘- Çok hoşuma gitti. Bir tane daha getir!' emrini verdi. İkinci dondurma da geldi. Onu da yedi. Bir üçüncüsünü istedi. Atatürk'ün içi yanıyordu. Üç dondurma, hararetini söndürmeye yetmemişti. Arkasından bir bardak da soğutulmuş su içti… Derken gece yarısına doğru yatta ilk kriz geldi. Orada hazır bulunan Dr. Neşet Ömer İrdelp, derhal uyandırıldı. Neşet Ömer, Atatürk'ün özel doktoruydu. İlk tedaviyi yaptı. Fakat vaziyeti tehlikeli görüyordu… […]

“8 Haziran 1938'de Dr. Fiessinger [metinde “Fiessenger”] geldi. Fransız doktor, Neşet Ömer İrdelp, Nihat Reşat Belger, Abravaya ve daha birçok doktorla Atatürk'ü muayene ettiler… […] İlk konsültasyon yapıldıktan sonra Dr. Fiessinger şu öğütlerde bulundu: ‘- Yatak odasında dolaşabilir. Dışarıya çıkmak yasaktır. Merdiven inip çıkmayacaktır [metinde “binmeyecektir”]. Hava tertibatı yetmediği için duvarlara buz sandıkları konulacak.' […] Dr. Fiessinger buz kalıpları gibi daha birçok tedbirler aldırtıp yasaklar koyduktan sonra Savarona'dan ayrılır ayrılmaz, Atatürk beni çağırdı: ‘- Çelebi Efendi, bu sandıklardaki buzların faydası var mı?' diye sordu. Buz sandıklarının yanına giderek baktım. Ne faydası olabilir ki: ‘- Hiç faydası yok, Paşam!' diye karşılık verdim. ‘- Doktor gitti mi?' diye yavaş bir sesle sordu. ‘- Evet, Paşam, şimdi motora bindi!' ‘- Öyleyse hemen buz kutularını çıkarın! Buz kutuları buraları kirletmesin!' Hemen buz kutularını çıkardım. Atatürk'ün Fransız doktorunun yasaklarına içerlediği muhakkaktı. Fakat onun yanında itiraz etmek istemediği anlaşılıyordu. Sadece buz kutularını çıkartmakla kalmadı. Kendini biraz serbest hissedince hemen yata hareket emrini verdirtti… Savarona, Marmara'ya doğru yol aldı. Ertesi gün Şarköy'e vardık. Çok güzel bir yaz günüydü. Atatürk'ün canı yukarıya çıkmak istiyordu. Böyle havada hürriyet âşığı bir insan için kamarada kapalı kalmak ne demekti? Fakat doktorlar ona dışarı çıkmasını kesin olarak yasaklamışlardı. Böyle olduğu halde: ‘- Çelebi Efendi, şezlongu güverteye çıkar! Doktor dışarı çıkma diye tembih etti ama doktorların her dediği yapılmaz!' dedi. İster istemez emrini yerine getirdim…” (Granda/Gürkan 2014: 202, 204-205)

Bu böyle sürüp gidiyor… 

 

2_16 

(Akşam, 28 Mayıs 1938, s. 9)

27 Mayıs 1938 sabahleyin, (muhtemelen) Acar motörüyle, Haydarpaşa'dan Dolmabahçe'ye giderken…

“10 Temmuz 1938 Pazar günü, şartların en önemlisine aykırı olarak, sandalla değil, Acar motörüyle bir gezintiye çıktı; ilkin Florya'ya gitti ve sonra baştan başa Boğazı dolaştı. […] Bu gezi, aklımda kaldığına göre, beş, altı saat devam etmişti… […] …Gezintinin sonuna doğru, motörün küçük salonuna girerek âdeta çöker gibi bir koltuğa oturmuş, derhal, son süratle avdet emrini vermiş, yorgun ve takatsiz derin bir düşünceye dalmıştı…” (Soyak 1973: 744)

***   

 

 

 

O, başkasının değil, kendi kendini içki, sigara ve gayr-i mazbût hayâtla zehirlemesinin kurbanı olmuştu

Hastalığı, ameliyatla, ilâçla iyileştirilecek cinsten değil… İlk çâre, hastalığın âmillerini ortadan kaldırmak, yâni içkiye, sigaraya, “eğlencelere”, aşırı yorgunluklara, kısaca gayr-i mazbût hayâta son vermek…

Fakat hastada bu istek, bu irâde var mı?

İptilâlarından vaz geçebiliyor mu, vaz geçmek istiyor mu?

Yâhud bütün muhâliflerini mağlûb ettiği gibi, hastalığına da, onu istihkar ederek galebe çalabileceğini mi zannediyor?

Ünaydın, bu kanâatle, onun, hastalığa karşı “kendi irâdesine aşırı güven”inden bahsediyor. (1959: 16)

Hakîkaten bu yüzden midir ki bıçak kemiğe dayanmadıkça hekim tavsıyelerine riâyet etmiyor; mâmâfih kendini biraz iyi hissedince hemen kemikleşmiş hayât tarzına dönüyor?

Tabîbi ve dostu Mim Kemal Öke bu kanâattedir:

“Eğer o aşırı nefse hâkimiyet ve vekarı ile hastalığa meydan okumamış, ilk tavsiyeleri mutlak dikkat ve itinâ ile yerine getirmiş olsaydı, bu kadar kısa ara ile ikinci defa ponksiyona elbette ihtiyaç görülmeyecekti…” (Kutay 1981: 112'den naklen)

Hâl böyle olunca, M. Kemâl'in illâ bir “zehirlenmenin kurbanı” olduğundan bahsedilecekse, tâ lise çağından başlayan bu “zehirleme”nin fâilini nerede aramalı?

Aslında, yaşadığı gayr-i mazbût hayât sebebiyle senelerce daha evvel ölmesi lâzım gelmez miydi?

Devletin bütün imkânları seferber edilerek onca ihtimâmla bakılmasa, mukadder âkıbet bu değil miydi?

Nitekim Mim Kemal Öke de öyle diyor:

“…Atatürk, alınan bütün hekim tedbirleriyle hayatı uzatılan bir hasta idi.” (Banoğlu'na mülâkatından 1959: 260)

  3_7

Artık sona yaklaşıyor…

***