Mustafa Kemâl’in hastalığı, ölümü, cenâzesi 95

İnönü noktainazarından 18 Eylûl 1937 Münâkaşası

 Araştırmamızın “Hayâtının Ölümcül Hastalık Devresi” başlıklı 2. Faslında, “Ebedî Şef”in bu hastalık devresindeki davranışlarını îzâh ederken, her iki Hâtırât'tan da iktibâs yapmıştık.

El yazması Hâtırât'ında, 18 Eylûl 1937 münâkaşasından bahsederken, (dîğer Hâtırât'ının aksine) açıkça kendisinin haklı olduğunu, ama bunu o zamân söyliyemediğini tasrîh ediyordu:

“Bu kavgada haksızlık, esasında Atatürk'ündü. Tatbikatta, idaresizlik ve haksızlık ikimiz arasında bana düştü.”

Karşı tarafın haksız olduğuna dâir mesnedi ise,

“Haksızlık ona aitti şunun için: Aramızda geçen bir devlet işini sonra görüşürüz dedikten sonra, akşam masada halletmek, yani gündüzden tasarladığı mülahazaları ve sebepleri imposition şeklinde karar olarak tebliğ etmek ve bu vesile ile sevmediği birkaç vekili tahkir etmek istedi.”

şeklindedir.

“Aramızda geçen Devlet işi”nden kasıd, H. R. Soyak'tan edindiğimiz mâlûmâtın ışığı altında, bira mes'elesi olsa gerektir. Bu iki şahâdetten anlaşıldığına nazaran, Başvekîli karşısında uğradığı Niyon mağlûbiyetiyle “Tek Adamlık” gurûru iyice rencîde olan “Büyük Şef”, İcrâ Vekîlleri Hey'etini toptan Köşk'e dâvet ederek, bir rövanş zaferi kazanmak istemiştir. Lâkin bu sefer de işler istediği gibi gitmemiş, Başvekîlin misliyle mukabele etmesi netîcesinde, sofrayı öfkeyle terketmek mecbûriyetinde kalmıştır. Bu sahnenin, İnönü'nün el yazması Hâtırât'ındaki kısa tasvîri, gayet vâzıhtır:

“…Bu vesile ile sevmediği birkaç vekili tahkir etmek istedi. Evvela sakin idim, sükûnetle geçiştirmek istedim. Halinde tecavüz manasının arttığını gördükçe sabrım tükendi. Sonra şiddetle mukabele ettim. Mukabelemin şiddeti onu sükûnete getirdi. Tasmîm ettiği [planladığı] hadiselerde haklı olmak için sebep toplamak kararına derhal başladı…” (İnönü 1998: II/100-101)

Demek ki İnönü, “Büyük Şef”ine, aynı tonda dikleniyor ve onu susturuyor. Sonrasında ise, “Büyük Şef”, onu azletmekde haklı görülmek için kendince sebebler bulmaya çalışıyor…

İnönü'ne göre trendeki azil sahnesi: “Ağlayacak vaziyette idim”

İnönü'nün el yazması Hâtırât'ına göre, onu azletme karârını haklı göstermek için bulduğu sebebler arasında, Çiftlik, Bira Fabrikası mes'elelerine ilâveten Hatay ve Niyon mes'eleleri de vardır. “Büyük Şef”, bu gibi ihtilâf mes'elelerini “Râdife”sinin yüzüne vurarak, azil için zemîn hazırlıyor. O ise, bir gece evvelki cür'etkârlığından pişmândır ve kendini affetirebileceğini ümîd etmektedir. Lâkin “Büyük Şef”in, rencîde olan gurûrunu tâmir etmek peşinde olduğunu, artık geriye dönülmez bir yola girildiğini anlayınca tavrını değiştirir:

“Sükûnet… Tariz… Hafif tahrik…

“Sonra Hatay ve Nyon meselesini de söyledi…

“Ayrılmak kararı kısa oldu.

“Dil kongresi [doğrusu, Târih Kongresi] için İstanbul'a giderken trende beraber bir kahve içtik.

‘- Ne olacak?' dedi.

“Ben, evvelâ çok müteessirdim. Ağlayacak vaziyette idim. Gönlünü almayı istiyordum.

‘- Çok mustaribim', dedim, ‘bilmiyorum nasıl oldu…'

‘- Âlem önünde olmasaydı!' dedi. ‘Ne düşünürsün?' dedi.

“Birden uyandım. Her zamanki gibi geçmiş veya geçecek bir hadise addediyordum. Bu sual üzerine ayıldım. Teessürümü yendim.

‘- Bir şey düşünmedim. Ne emrederseniz öyle yaparız!' dedim.

‘- Bir fasıla verelim!'

“Ben: ‘- Hay hay! Size müteşekkir olurum!'

“O: ‘- Şekli?'

“Ben: ‘- Hastalık!'

“O: ‘- Evvelâ izinle yapalım!'

“Ben: ‘- Çok iyi! Kongreden evvel mi, sonra mı?'

“O: ‘- Nasıl istersen! Sofraya gidelim!'

“Ben: ‘- Çok yorgunum; gidip yatayım!'

“O: ‘- Gizli tutalım! Kimi düşünürsün?'

“Ben: ‘- Mazur gör; kimseyi söyleyemem!'

“O: ‘- Celâl Bayar!'

“Ben: ‘- Hakikaten bana iyi tesir etti.'

“İstanbul'a beraber gittik. Tren de kalabalık… Vekiller filan var… Neşeli görünerek çıktık. İki gün [aslında, hemen o gecenin sabahında] izin kâğıdımı yazdım. Kendisi ile görüştüm. Ankara'ya geldim”

Münâkaşa ve ayrılma sahnelerini, Selek'e nasıl anlattı?

Sabahattin Selek tarafından kaydedilip 1969'da Ulus gazetesinde tefrika edilen Hâtırât'ında, aynı münâkaşa ve ayrılma sahneleri daha yumuşak bir üslûbla anlatılır; bir taraftan kendini müdâfaa ederken, dîğer taraftan “Ebedî Şef” aleyhinde bir intibâ vermemeye çalışılır:

“Nyon olayını takiben, İstanbul dönüşünde, akşam üzeri, Atatürk çağırıyor denildiği zaman, vekillerin türlü sebeplerle, çoktan beri birikmiş olan dolgunluklarla sert muameleye mazhar olmaları ihtimali benim zihnimde bir kâbus gibi canlandı. Bundan sonraki sofra hayatının [sofrada olup bitenlerin] teferruatının ehemmiyeti yok. Ziraat Vekâletinin çalışmadığından, diğer Vekâletlerin çalışmadığından bahsettikten sonra, şahıslara karşı çok kırıcı olmaya başladı. Ben onları müdafaa etmek mecburiyetinde kaldım. Bununla sofra toplantımız ekşi bir hava içinde bitti. […]

“Artık çalışma güçlüğünden dolayı ayrılmayı da düşünüyordum. […]

Bu ifâdesinde, ayrılmanın asıl sebebi olarak yorgunluğu, yıpranmayı gösteriyor

“…Ayrılma olayında temel sebep, […] bendeki yorgunluk ve uzun müddet beraber çalışmaktan mizaçlarımız arasında vakit vakit hasıl olan tartışmaların, çekişmelerin verdiği netice bu. Bunu tabii bir netice olarak almak lâzımdır. Uzun süre beraber çalışmanın, uzun bir yorgunluk ve tartışma ortamının, bir gün bir kopmaya müncer olması tabiat hadisesidir. Böyle olmak lâzım gelir. […]

“[19 Eylûl 1937 akşamı, İstanbul'a gitmek üzere] trene girer girmez, Atatürk, beni, yalnız [olarak] yanına aldı. Akşam vuku bulan çekişmelere, hadiselere, tartışmalara kısaca işaret ederek, şimdiye kadar beraber çalıştığımız zamanda pek çok defa kavga etmişizdir, dedi. Ama bu kadar açıktan, bu kadar sert olmamıştı. Bu sebeple sizin çalışmanıza biraz aralık vermek doğru olacaktır, dedi.

“Ben, onun bu sözünün çok isabetli olacağını söyleyerek atılgan bir tavırla karşıladım. Çok müteşekkir olurum, dedim. Hakikaten yorgun ve çalışamaz bir hale gelmişimdir. Bana izin verirseniz, çok müteşekkir kalacağım, dedim.

Bayar'ı müsbet karşılıyor

“Onun üzerine, derhal, benim yerime getirmek istediği zatın ismini söyledi. Celâl Bayar'ı getireceğim, dedi. Pek münasip olacağını, isabetli olacağını söyledim.

“Gerçek şudur ki samimi kanaatimi söylüyordum. O günkü mevzuubahis olabilecek insanlar arasında ve uzun müddetten beri teessüs etmiş olan beraber çalışma devrinde, en iyi seçmenin bu olacağını samimi olarak söyledim.”  (Cumhuriyetin İlk Yılları II, Cumhuriyet Yl., 1998, ss. 68-70)

“Tek Adam”, onun hakkında, evvelâ “pek kıyasıya şeyler düşünüyor”

İnönü, el yazması Hâtırât'ında, Mustafa Kemâl'in, kendisine, aralarında geçen tatsız hâdiseleri “gizli tutalım!” dediğini, fakat, bilâhare, bu sözüne sâdık kalmadığını kaydediyor:

“İşittiklerime göre, bana gizli tutalım derken, kendisi gece gündüz benden şikâyet etti. Devletin maliyesini banka gibi bir hale getirmek huyumdan bahsetti. Çünkü kendisini dolduran sebeplerden biri, maliye ve inhisar vekillerine olan antipatisi idi.” (İnönü 1998: II/102)

Mes'ele, kendisinden şikâyetle de kalmıyor. “Tek Adam”, onun hakkında, evvelâ, “pek hiddetli, pek kıyasıya şeyler düşünüyor”… Bu ifâdenin sarîh mânâsı mechûlümüzdür. Acabâ Parti'den atmak, siyâsî hayâttan uzaklaştırmak gibi şeyler mi?

Mâmâfih, “Büyük Şef”, kısa zaman sonra, ona karşı yumuşuyor, onu Ege Tatbîkatına  dâvet ediyor:

“Atatürk, beni İzmir manevrasına davet etti. Ben daha izinli Başvekilim. İlk pek hiddetli, pek kıyasıya şeyler düşünüldüğü günler yumuşar gibi oldu.”

“Ege'de sonbahar manevraları yapılacaktı. Beni davet etti. Beraber gittik. Manevraları takip ettik ve 4-5 gün içinde tekrar Ankara'ya geldik.

“Manevralar sırasında münasebetlerimiz, bilhassa dış görünüş itibariyle, eskisi gibiydi. Sık sık beraber oluyorduk. Tartışmalara beraber katılıyorduk. Fakat bu durum daha ziyade kısa ve geçici bir müşterek misafirliğin icabıydı.” (İnönü 1998: II/102, 71)