Necip Fâzıl: "Türk, Müslüman olduktan sonra Türk'tür"
Üstad Necip Fâzıl’ın başlık yaptığımız muhteşem sözünün, Türk’ü târif eden en doğru târiflerden biri olduğu tartışılmaz bir hakikat. Türk mefhumunu İslâmlığından kopararak Batılı “nation” kavramla yozlaştıran oryantalist kafalı Kemalist Cumhuriyet Türkçülerine ve Şamanizm’de Türklük arayanlara “Biz İslâm’ı kabul ettikten sonra Türk’ün Türkçüsüyüz” diyerek cevap veren ilk mütefekkirdir:
“Türk bizim nazarımızda, bellibaşlı bir inanış, bağlanış, düşünüş,
seziş, hatırlayış, duyuş, davranış (…) içinde bir îman, mukaddesat, tefekkür,
tahassüs, hayâl, hâtıra, meşrep, eda ve lisan birliğinin ördüğü, tek nüshalı ve
şahsiyetli bir ruh nescinden ibarettir.” (İdeolocya Örgüsü, s. 356)
“İÇİ
ALEV ALEV MÜSLÜMAN, DIŞI PIRIL PIRIL TÜRK”
“Rapor-3” kitabının 88. sayfasında yer alan Türk târifinin bin
yıllık tarihî köklerimizden sürüp gelen kimliğimizle son derece mutabık
olduğunu görüyoruz: “İçi alev alev Müslüman, dışı pırıl pırıl Türk ve içi
dışına hâkim, dışı içine köle, yeni Türk neslinin maya çanağı olmak ehliyeti
hangi topluluktaysa ben oradayım. Allah’ın inâyeti ve Resûlünün ruhaniyeti bu
yoldakilerin üzerinde olsun!...”
“NE
HAÇLI, NE ŞAMAN TÜRK! MÜSLÜMAN, MÜSLÜMAN TÜRK”
Üstada göre, “Türk, Müslüman olduktan sonra Türk’tür.” (Hitabeler,
s.257) Bunun dışında Türklük beyhudedir. Türk’ü idrak edişinin bâtıldan uzak
Hakk’a tapan Türklük olduğunu, Şamanist Türkçü Nihal Atsız’a verdiği cevaptan
da anlıyoruz. Üstad, Atsız’a “İslâm’la münasebetiniz nasıldır?” diye sorar.
Atsız, Türk’ün dîni olduğundan dolayı hürmet ederim” der. “Türk’ün dîni
Şamanizm olsa ne yapardınız?” sorusuna da “Bu durumda Şamanizm’e saygı
gösterirdim” diye cevap verir. Üstad
“Bu anlayış dîni inkârdır. İslâm’a böyle bir iltifat, onu topyekûn reddetmekten
beterdir. Kıymet, millete verilmiş ve İslâm tâbi mevkiine düşürülmüş oluyor. Halbuki biz, Türk’ü Müslüman olduğu için
sevecek ve Müslümanlığı nispetinde değerlendirecek bir milliyetçilik anlayışı
peşindeydik…” diyerek
mukabele eder. (Babıâli) Daha
sonra bu fikrini, Alparslan Gâzi’nin fütuhatından Moskof zulmüne kadar Kars’ın
istiklâlindeki Türk ruhunu anlatan “Kanlı Sarık” adlı tiyatro eserindeki
kahramanlarına söylettirir:
“Koro: ‘Ne Haçlı, ne Şaman Türk! Müslüman, Müslüman Türk! Ölümsüz,
kahraman Türk! Yeni yurtta yaman Türk! Her şey Türk’tür orada; mekân Türk’tür,
zaman Türk! ‘Bu ses kimin sesi?! diye soran Fraklı Adam’a, İhtiyar Timsal ‘Bu
ses, tarihteki gizli mânaların sesi... Benim sesim!...’ diye cevap verir.” (a.g.e.,s.,3-4)
Türkiye’de ve Türk münevveranı arasında Türklüğün Müslümanlıkla eş
mânaya geldiğini tafsilâtlı bir şekilde ilk kez Necip Fâzıl yazmıştır. Seküler
Türkçü çevreler onun Türk milletine olan ateşli mensubiyet şuurunu görmezlikten
gelirler. Çünkü Türklüğü doğrudan doğruya Müslüman oluş tarihiyle başlayan
İslâmî kimlik değerleriyle tavsif etmektedir.Esası budur, başka târifi de
yoktur.
ZİYA
GÖKALP’İN TÜRKÇÜLÜĞÜNÜ KUSURLU BULUR
Meşrutiyet’ten bugüne Türklük meselesinde İslâmî hassasiyeti en
sarih ve net bir fikir adamı olan Necip Fâzıl, Türk milletine kimlik kurgulayan
birçok sentezci ve seküler Türkçülerin ârızalı fikirlerini ortaya koymuştur.
Meselâ, bunlar içinde en öne çıkan Ziya Gökalp’in Türkçülüğünü kusurlu bulur.
Kendisinden dinleyelim: “Ben Türkçülüğü, Ziya Gökalp’ın Turancılığından ve Doğu
dünyasıyla İslâm cemiyetini, onun görüşünden bambaşka anlasam da itirafa
mecburum ki, Gökalp, ilk nazarda nakış ve fantazyadan kurtulmuş, büyük şekil ve
mimariye kucak açmış (…) ve meseleye yuvalık etmiş, Tanzimat’tan beri ilk ve
yegâne Türk tefekkür adamı sanmak, bir ân için mümkündür. Öyleyse Gökalp Şark
ve Garp kayaları arasındaki uçurumda tuzla buz olmak tehlikesini yaşayan Türk
cemiyetinin altına, büyük ruh ve fikir desteğini sürebilmiş midir? Hayır!
Gökalp, giden Şark’la gelen Garp arasındaki mahsup sırrını ve kıymet hükmünü
heceleyebilecek görüş çapında değildi. Bu yüzden mazruf değil zarftı. Ruh
değil, kalıptı. Ruhunda büyük dünya görüşü kaynağından, kafasında büyük tecrit
ve teşhis örgüsünden mahrumdu.” (Tanrı Kulundan Dinlediklerim, s.180)
Bütün kitaplarında ve konferanslarında “Türk” kelimesini ve “Türk
milleti” ibaresini kullanmıştır. Öyle ki, Osmanlı Devletinden “Osmanlı Türk
İmparatorluğu” diye bahseder: “Irkımıza, din tarihlerinde, ikinci insan tohumu
Nuh Peygamberin oğlu Yafes’e kadar bir çizgi uzatılan biz, Doğu ve Batı
hesaplaşmasında topyekûn Doğu’nun mümessili olduk. Doğu’nun Arap, Fars, Hint ve
Çin gibi büyük temsilcileri eserlerini verdikten sonra hamle ve hayatiyetini
kaybettikten sonra silinip gittiler. Fakat Osmanlı Türk İmparatorluğu Doğu’yu
en büyük iş ve hamle plânına çekti.” (İdeolocya Örgüsü, s.63)
“Irk” kelimesini kavmiyetçi mânada değil, Mehmed Âkif’in İstiklâl
Marşı’nda kullandığı mânada, yâni Hz. Âdem’den tevarüs eden temiz bir seciye,
ecdat ve millet mânasında kullanıyor. Türk’e yüklediği ulvî vazife ve sıfatlar
ümmet içinde hak edilmiş bir ayrıcalıktır. Ona göre, hakikatler içinde en olgun
ve en incesi Türk milletidir. Bütün tarih boyunca kaderinin devamlı ihtar ve
ifşa edişleriyle meydanda olduğu gibi, ya olunca her şey olmaya, yahut
olmayınca hiçbir olmamaya memur, ulvî ve çetin bir nasibe mazhardır. Bu şanlı
nasibin hükmünde, Türk milleti bizzat arslan gibi, ya ormanların hâkimi, yahut
kafeslerin mahkûmudur. (İdeolocya Örgüsü, s.84)
“ÜMMET
İÇİNDE İSLÂMİYETİ TÜRKLER YAŞATACAKTIR”
Üstada göre dün olduğu gibi bugün de ümmet içinde İslâmiyeti ancak
Türkler yaşatacaktır. İyi ve temiz bir Türk, ahlâk faciamızı düzeltmeli ve
ahlâkı mücerred olarak inşa etmeli, böylece vatanî ve millî borcunu yerine
getirmelidir. Bugün omuzlarındaki içtimaî şartlar altında gözü uyku ve vücudu
et tutabilen insan, iyi ve temiz bir Türk değildir. İyi ve temiz Türk’ün,
ağlaya ağlaya su kesileceği yakın bir istikbalden hâl günlerini yaşıyoruz. (İdeolocya
Örgüsü, s.88)
Sıkça kullandığı “Türk irfanı” ndan ümitlidir. Türk irfanının
temeli üçtür: Osmanlı, Şark ve Garp temelleri. Türk irfanının birinci temeli,
kaybetmek üzere bulunduğu öz köktür. Bu köklerden üçünün de cevherlerini tek
saniye kaybetmeden gerçek ve canlı Türkçe kazanına doldurmak ve orada
mayalaşmalarını beklemek ve bu üç temeli Türk millî bünyesinde eritmek gerek. (Tanrı
Kulundan Dinlediklerim, s.122)
“Garp temeli” nden kastı, Mehmed Âkif söylediği gibi, Batı’nın fen
ilmini alıp Müslüman Türk’ün irfanında şekillendirmektir.
TÜRK
NESEPTE DEĞİL, SEBEPTE YÂNİ İSLÂM’DA ARANIR
İslâm’la temellendirdiği Türklük telakkisini yaşadığı bir misâlle
açıklar: “Bir gün evime, Kenya’lı, kuzgunî siyah bir zencî gelmişti. Odama
girerken beni Müslümanca selâmladı ve benimle, hem de ecnebi bir lisanı vasıta
ederek dertleşmeye başladı. Birkaç saat içinde bu zenciye o kadar ısınmıştım
ki, siyah kehribar yüzünü bile bembeyaz görmeye başlamıştım. Düşünmüştüm ki,
şimdi bu zencî, Romanyalı Hristiyan bir Gagavuz Türk’ü olsaydı her türlü ırkî
ve uzvî eşlik içinde acaba bana ne kadar yabancı görünecekti? O halde
milliyetçiliği ırkî ayniyette değil, ruhî muhteva eşliğinde görmek gerekir” (Çerçeve-3,
s.207)
Yaşadığı bu hâtırasından da anlaşılıyor ki, Türklük anlayışında
ırkçı ve kavmiyetçi değildir. Üstadın mevzu edildiği bir yazıda bizzat
yaşadığımız bir misâli aktarmak haddimiz değil, fakat Türklük mevzuuna son
derece tesirli bir misâl olacağına inandığım için anlatmak istiyorum: Türkiye’de
yüksek tahsil yapan Somalili Mahmud simsiyah teninden nur saçan bir
ümmetdaşımızdır. Kendisini “Anadolu’nun Somali kasabasından bir Türk…” diye
takdim ederdi, hem de cezbeye kapılarak. Öyle ki, aydınlık saçtığı simsiyah
teninin altında fikirleriyle, tarih şuuruyla hâlis bir Müslüman Türk… İslâm’ın
hâmisi ve ümmetin temsilcisinin Türk olduğuna îman etmişti. Öğrendiği temiz
Türkçesiyle Türk tarihini, edebiyatını ve şahsiyetlerini benim diyen Türk
insanından daha iyi biliyor, daha şuurlu bir inançla seviyordu. Kim kalkıp da
bu insana teninden dolayı “Türk değil!” diyebilir?
“TÜRK
MÜSLÜMAN OLDUĞU İÇİN DEĞERLİDİR”
Üstada göre Türk Müslüman olduğu için ümmet yanında değerlidir.
Bunun içindir ki bu muhtevayı taşıyan Türk’e büyük kıymet biçer: “Ruhumuzla,
îmanımızla mensubu olduğumuz aziz Türk milletinin hak ve haysiyet dâvacısı
olarak Türk için orta yol, yarım oluş yoktur. Türk, olunca her şey olmağa,
olmayınca hiçbir şey olmamağa mahkûmdur. İslâm’ın zaferi, Türk’ün olmasına
bağlıdır.” (Çerçeve, s.64)
Târif ettiği mânada “Türk” mefhumunun içini doldurarak kullanmakta
bir beis yok. Türk ırk ve kavmiyet derecesinde bir isim değil, İslâm’ın içinde
eriyerek kavim üstü Osmanlı-Türk hüviyetle tecessüm etmiştir. Bu hüviyet öyle
bir hüviyet ki bünyesindeki kavimleri millet sıfatının içinde barındırmaktadır.
“Bâbıâli” kitabındaki, “Biz, Türk’ü Müslüman olduğu için sevecek ve
Müslümanlığı nispetinde değerlendirecek bir milliyetçilik anlayışının
peşindeyiz…” sözleri kimlik meselesini halledememiş Türkiye için son derece
önemlidir.
Türklüğün üst kimlik olarak ehemmiyetini mürşidi Abdülhâkim Arvasi
Hazretlerinin beyanıyla daha da öne çıkarır: “Ben bir seyyidim. Yâni bu
demektir ki Türk değilim. Ama yeryüzünde bütün Türkler silinse üç Türk kalsa
biri ben olurdum. İki Türk kalsa yine biri ben olurdum. Son Türk kalsa da gene
ben olurdum. Çünkü Türkler olmasa bugünkü mânada İslâmiyet de olmazdı.”
Mürşidinin vecd ile
söylediği bu sözleri üstüne üstad “İşte Türklük... Türklük bir ruh hâlidir.
Büyük bir okyanustur. Hangi yağmur damlası buraya girerse, hangi dere akarsa o
okyanustandır” der. Üstadın sözlerinden anlaşılan şudur: Ümmet birliğinin
siyasî bakımdan kesintiye uğradığı bir asırda Türkler üst kimlik vasfını
kuvvetlendirmelidir.
“TÜRK’TE
DÜZELİNCE HER YERDE DÜZELİR”
Türk’ü, Büyük Doğu fikriyatının sadık hizmetkârı sayar. Kavmî
yaklaşımlardan uzak ruhî bir bakışla dirilişin Türklerle gerçekleşeceğine
inanır. Ona göre, İslâm ümmetinin ayağa kalkması Türklerin yeniden dirilişiyle
mümkündür. Emevî ve Abbasilerden sonra Müslüman toplumlardan hiçbiri, “devlet-i
ebed-müddet" anlayışına sahip Türk müstesna, devlet kurabilmek gücüne
ulaşamamıştır. Abbasiler’den sonra Türk’ün eline geçen İslâm’ın kılıcı, şimdi
fikir kılıcı olarak Türkiye’de parlamalıdır. (Rapor 10, s.40)
Türkler, Doğu ve Batı hesaplaşmasında topyekûn Doğu’nun mümessili olmuşlardır.
(İdeolocya Örgüsü, s. 63) Bu sebeptendir ki Türklüğü kavmiyetçi ve seküler
ulusalcı kimlik zannedenler ve Türk’ü dışlayan İslâmcılar üstadın şu sözleri
üstüne çokça düşünmelidirler:“Türk'te
bozulan ancak Türk'te düzelebilir. Türk'te düzelince de her yerde düzelir ve
her yeri düzeltir. Türk'te her şey bozulunca ondan kopma parçalarda da
bozulacağı ve her biri maketlik bir kopyanın eseri olan Batı kölesi güdücüler
elinde şimdiki hâle geleceği (sosyolojik) bir kanun icabıydı; ve hâkim millet Türk’te
başlayan bir bozuluşun bütün cüzlere sirayet edeceği…belliydi” (a.g.e., s.
421).
Onun, İslâm yahut ümmet yerine Türk mefhumunu sıkça kullanmasını
tenkit edenler, İslâm âleminin yirminci asır sonrası çözülüş şartlarını hesaba
katmadıkları gibi, ırk mânasına gelmeyen Türklerin siyasî tavır ve medeniyet
olarak millet kavramını temsil etme mesuliyetini bin yıldır taşıdığını dikkate
almayanlardır. Mefhumların asliyeti değişmez. Fakat asırların getirdiği
şartlardan dolayı mefhumların taşıdığı mâna ve muhtevayı medenî ve siyasî olarak
temsil eden fail ve kurucular değişebilir. Bin yıldır Türklüğün Müslümanla aynı
mâna taşımasının verdiği bir hakikatle millet mefhumunu Türkler için kullanmak
mefhuma muhalif değildir.
“TÜRK’DE
İSLÂM’I, İSLÂM’DA TÜRK’Ü TASFİYEYE ÇALIŞANLAR”
Türk kimliğini bu mânada kullanmayan içimizdeki beynelmilel
İslâmcılarla ulusalcı Türkçüler İslâmlaşmış Türklerin muhtevalı bir millet
kimliğini kazanmasına karşıdırlar. Üstada göre, Türk’de İslâm’ı, İslâm’da
Türk’ü tasfiye etmeye çalışanlar Batılılaşmış aydınlar ve idarecilerle
beyinleri tavla zarı kadar küçülmüş ham softa, kaba yobazlardır. (İdeolocya
Örgüsü, s.420)
“İSLÂM’SIZ
TÜRK’ÜN HİÇBİR DEĞERİ YOK”
Hülâsa, üstada göre İslâm’sız Türk’ün hiçbir değeri yok. Türklük ve İslâmiyet iki kutup yıldızıdır. Türklük ve İslâmiyet birbirini tamamlayan iki asli unsurdur. Birini ötekinden ayırmak, tek başına kalana ihânet etmektir. Bu dâvaya gevşek duranları “Biz gerçek Türk varlığının, Türk tarihinin, Türk ruhunun son ihtiyat akçasıyız! Bu akça da sokağa atıldı mı, paydos!” diyerek vecd hâlinde ikaz eder. Yine vecd hâlinde “…Ey Türk ruhumun atomu! Çatla ve idealinin baş harflerini göklere yaz!” diyerek İslâmiyetin hâmisinin Türkler olduğunu ve dirilişin Türklerle başlayacağını haykırır. (Çerçeve 3, s.27) (ilbeyali@hotmail.com)