​Nimet

-Ruzname; Kelime Günlüğü’nden-

 

Sosyalleşme meselesi, sokakla ilişkili. En azından bizde böyle. Dışarı çıkmak deyimi ise Batı’ya özgü.

Bizde insana karışmak, sokağa çıkmaktır. Yani tasarlanmış, hep hazır bekleyen, ağırlayan, rutini olan, selamlaşılan, görüşülen, hatırlanan, öğreten, insani bir yerdir sokak. Batılılar ise dışarı çıkar. Dışarısı, cebindekine göre şekil alan, seçimlerine dayalı bir mekanizmadır. Dışarıya adım attığından itibaren, imkânlarına göre kendi tasarısını oluşturur, ister uzaktır ister yakın, isterse hiç konuşmadan bir günü dışarıda geçirebilir.

Sokak, derken elbette geleneksel bir mahalle kesitinden söz ediyorum. Artık kent hayatı da bloklara ve başka başka biçimlere bölünmüş hâlde. Ama o mahalle kültürü, her yerden kafasını çıkarıyor yeri gelince ve pek zapt edilmiyor. Bir oluşun gelişigüzelliğinden memnun değilse; ona kendi geleneğini hatırlatıyor, mihengin altını çiziyor. Bazen haddini aşıyor, ama deneye yanıla bir şekil alıyor, sakinleşiyor. Bu hatırlatma kamuoyunda, kültürel alanda, mahallî düzeyde vs. kısacası her yerde…

Salgından sonra uzun süre soğukkanlılığımızı koruduk aslında. Sokaktan vazgeçmek kolay değildi, mahalle arkadaşından, köy kahvesinden, eşten, dosttan, ahbaptan, yol arkadaşlarından…

Büyükler öyle derdi: Az bekle; hayra yor; sabah ola hayrola; gönlünü ferah tut; takdir-i ilâhî, derdi…

Sosyal medyada, hiç sesi kısılmayan yanlış alarmları ciddiye almadığımıza göre başlarda epey dirayetliydik. Konu komşu, akraba-i taallukat merkezli kural ihlallerini; sokağa çıkma yasağının yükselttiği tansiyonun akabinde meydana gelen kargaşayı bir kenara koyarsak elbette.

Herkes kendi küçük hayatına sığındığında, dünyanın yeniden kurulduğu hissini yaşadık. Bazı çatırtılar duyuluyordu. Borsalar çöküyor, piyasa değerleri tepetaklak oluyor, modern zamanların altını olan petrol alıcı bulamıyor, kıtlık korkusuyla kitle paniği yayılıyordu. Biz ise memleket adasında daha bir sakindik, tedbirliydik, serinkanlıydık. İyileşmenin yolunu gözlüyorduk. Her gün başka bir iyileştiriciyle tanışıyorduk. Kalan zamanlarda art niyetlilerin yalancılıklarını çekiştiriyor, rahatlıyorduk.

Evde, salgınla yolu kesişmeyenler için gelecek kaygılı bir bekleyiş vardı. Ama ertelenmiş işlerin üstesinden gelmeyi, içe dönüşü mümkün kılan bir bekleyişti bu. Diğer taraftan salgından pay alanlar tedirgindi. Akıbeti belirsiz olanlar ise daha tedirgindi.

Sonra sağlık görevlisi, asker olanlar, polis memuru, mecburi hizmeti sürdürmek durumunda olan memurlar, işçiler, hanelere gıda yetiştiren fırıncılar, market çalışanları vardı. Onların da yakınları, sevdikleri, evlatları vardı.

İşini muntazam yürüten birçok insan, zamanla alışkanlıktan ötürü şahsi hassasiyetini geri çekmek durumda kalır. Artık iş hayatında başka bir şekil almıştır hissiyatı ve beden dili. Bu tutum, yıpranma bahsine karşı bir dezenfektan gibidir. Birçok sektörde mecburidir. Birçok işte duygulara yer yoktur. Bu durum en çok sağlık çalışanlarına hastır. Zira soğukkanlılığa en çok onların ihtiyacı vardır.

Bütün bu klişeler, fedakârlığı yüzünden korona bulaşıp vefat eden doktorların, hastalığı ağırlaşan korona vakalarının başında Kur’an-ı Kerim okuyan, son nefeste hastanın elini tutup yalnızlığını paylaşan hemşirelerin, kendi içinde neşelenmeye ve üzerlerindeki baskıyı dağıtmaya çalışan sağlık ekiplerinin görüntüleriyle yerle bir oldu. Tehlikeyle burun buruna kalıp azmi çoğaltmaktan, hasta yatanla kader arkadaşı ve hatta kritik anlarda her şeyi olmaktandı bu. Son nefeslerinde yakınlarıyla görüşemeyen hastaların bütün dünyası olmaktandı. Hayatiyetin doruk noktasındayken şifaya vesile olma ihtimalinin ağır yükündendi. Uyku, beslenme gibi ihtiyaçlarını erteleyecek kadar, başka bir hayatın farkında olmaktandı.

Nasıl ki insan acı ile olgunlaşıyorsa, toplu felaketler de toplumları olgunlaştırmalı. Memleketin kıtlık görmüş nesli, hâlen hayatta ve kendilerinden sonraki nesillere “Biz bulup yiyemezdik, biz bulup giyemezdik” serzenişleriyle devamlı israf etmemeyi telkin ediyor. Onlar da insanı savaşla tükenmiş şehitler yurdunun; kalabalık olmanın, yaşamanın ve yaşatmanın özlemini çekenlerin çocuklarıydı. Onlara da hayatta kalmanın ve bir arada olmanın dünyanın bütün servetlerine değer olduğu telkin edildi.

Yaşadığımız şu cendere aralığında sıhhatle sınanışımız, bizi önceki nesillerden başka türlü olgunlaştıracak. Sıhhat kadar, nimetin de, bir arada olmanın da, tedbirin de, hareketin de, hayatın da değerini iyi bilmeliyiz. Bizi var eden her zerre için şükretmeliyiz.

Salgın başlarında dağılan hayatımız şimdilerde yeniden kuruluyor âdeta. Ateş bir yere değil, her yere düşüyor. Yeniden yükselen inşanın akıbetini herkes merak ediyor. Sistemler kabuk değiştiriyor. Sahici, delilli, çok yakınımızda açığa çıkmayı bekleyen korkunç komplolardan söz ediliyor. Sıradanlığı tercih edenlerimizi bile rahat bırakmayan maddi manevi tehditler var.

Bu süreçte, hani olur da lüksün pabucu dama atılır mı, diye umutlandık alıcı bulamadığı günlerde. Ama tilki yine kürkçü dükkânına geri döndü. İsraf ve gösteriş ara verdiyse de bu molayı telafi etmeyi başardı. Sosyal yoksunluk günleri bittiğinde kendini hemen dışarı attı.

Bugünlerde kıtlık alarmı çalıyor. Yapaylık kokanların yanında sahici olan tükenişler mevcut. Kaynakları doğru ve kararında kullanmayı öğrenemediğimiz, bir de üstüne sokak izni çıkınca sudan çıkmış balığa döndüğümüz şu günlerde dünyanın bu açlığını hangi bolluk dindirebilir ki…

Kriz, azalma, yok olma, yoksun kalma, tükenme olaylarını üstümüze alınma zamanı geldi geçiyor. Kitlesel bozgunun fotoğrafı çekilebilecek kadar somutlaşması hepimize yönelik bir ikaz değil de nedir?