VF kat sol
VF kat sağ


Normal neydi?

Gerçek hayatın sinema yüzünü kovalarken en iyiler listesinde “izlenmeyesi” diyebileceğimiz filmler de karşımıza çıkıyor. Kimisi bir defaya mahsus izleyip unutulası, kimisi fragmanını izleyip görmezden gelinesi kimisi de ne kadar acıtırsa acıtsın birden çok kere izlemekten başka çaremizin olmadığı filmler…

İzler izlemez üçüncü kısma dâhil ettiğim ABD yapımı Beasts of No Nation (2015), bomba enkazından son anda kurtarılan Suriyeli Ümran'ın başına gelenden habersiz bakışlarının gölgesinde izlediğim, belki de bu yüzden hafızama çakılı kalan filmlerden oldu. Aslında bu yapım, Afrika'nın bitmeyen iç savaşlarında heba olan çocuk askerlerin temsilî bir dokümantasyonu sayılır. Agu ile Suriyeli Ümran'ı yanyana getiren ise, anormalliklerin normalleştiği diyarlarda büyümeleri.

Hiç kuşkusuz savaşların en masum mağluplarıdır çocuklar. Ortadoğu yüzyıllardır ateşi hiç sönmeyen bir savaş beldesiyken ve çocukluğun çok uzağında heba olmuş nesilleri saymak için parmaklarımız yetmiyorken; Ümran yaşanan haksızlığın en gerçek formu olarak tam karşımıza dikiliverdi. Dünyanın keyfinin kaçmasından korkan kısmı dahi kayıtsız kalamadı o duruşa. Ümran, kendi vatanında ölümüne kastedilmiş küçücük bir beden olmanın ötesine geçti. Mazlumluğun yıkıcı hakikatiyle tarih sayfalarına kaydedildi. Bir isim olmaktan çok, insanlık onurunun nasıl kolay çiğnenebildiğinin ve insan haklarının yalancı avukatlarının ikiyüzlülüğünün belgesiydi. Küçücük bir bedende bütün işgalleri ve yitik hayatları simgeleştirmek ağrımıza gitse de; hiçbir istatistiğin, hiçbir görgü tanıklığının, hatta hiçbir kamera kaydının ispat edemediği bir gerçeği haykırıyordu yüzüne yapışan kanlarla: “Ölmemi neden bu kadar istediniz?” diyordu.

Beasts of No Nation'daki Agu'nun hikâyesi de biraz böyle başlıyor işte. O, bütün derdi geçimlik olan ailesinin tüm fertlerini savaşa kurban vermiş “temsilî” Afrikalı çocuk. Temsilî bir çatışmadan kaçmaya çalışırken, temsilî bir kırsalda, temsilî bir direniş örgütünün ağına düşmesi; bütün çocukluk düşlerinden, gülüşlerinden koparan yeni hayatı çiziyor ömrüne. Aslında yeni gelen günler için hayat denemez. Ölümle koyun koyuna geçen zamanda, her gün biraz daha katil, biraz daha vahşi, biraz daha canavar olurken, hepsine rağmen yaşamak mecburiyeti olsa olsa. Öldürmeden yaşayamayacağını anlayabilmek zamanla…

Bir parça yiyecek için kendi icadı “hayal televizyonu”nu satarak mutlu olabilen Agu, bütün hayallerini öldüren merhamet yoksunu dünyayla tanışınca, “Tanıdığım herkes ölüyor.” diyor. “Savaşmamanın tek yolunun ölmek” olduğunu, çıkışın bulunmayan karabasanla dolu bir labirentte yaşadığını kısa zamanda kavrıyor. Önce annesinden ayrılırken döktüğü gözyaşları, sonra bir daha yaş gelmeyecekmiş gibi duran donuk gözleri iç parçalıyor. Vızıldayan kurşunların arasında hayata kazara tutunurken betonlaşmış bir yürek taşıyor sanki. Umudunun hiç kalmaması, öyle ya da böyle hayata tutunmaya çabalayan herkesin ölmesi yüzünden. Küçücük elleri, katliam çırağı. Ölmenin ne olduğunu iyi bilen, acı çekerek öldüren eller, uyuşturucuya teslim ışığı sönmüş bir yüz…

Bu yazıda filmde dünyanın sözde barış örgütlerinin “suçsuz”muş gibi gösterilmesi, yaklaşık iki buçuk saat boyunca Afrikalıların bütün iç savaşları kendilerinin icat etmişçesine hikâye edilmesi ve sinematografik problemleri gibi konularına değinmemeyi yeğliyorum. Suriyeli Ümran'ın görsel yansıması eşliğinde karşıma çıkan Agu portresini, fitne çuvalı Amerikan film anlayışına olan rahatsızlığımı kısmen askıya alarak, “tek gözümü kısarak” izleyebildim çünkü.

Dünya içimizi yakan hikâyelerle dolu. Ateş hattındaki yaşamların normal algısı, tanıdığı en az bir kişinin savaşta yitmesi iken, bundan haberi olmayan toplumlar için bu tür ölümler, alışılmışın dışında hatta kıyamet senaryosu sayılabilecek bir vakıa. Türkiye bulunduğu konum itibariyle normal-anormal zıtlığının ortasında bir yerde ve en azından her iki durumu da empati geliştirebilir haber merkezli alışkanlıkları mevcut.

Normal-anormal kurgusundaki ideal ölçüden habersiz, geleceği en iyi ihtimalle BM'ye emanet büyüyen Agu'lar iyileşebilir mi? Kim bilebilir? Belki bir gün…

Pek ya Ümran… İyi ki, dünyanın bütün acımasızlığına rağmen merhametli yüzleri erken tanıdı.

Ya Ümran'ın akranları, sınır kapılarında kimsesizlikten “modern” dünyanın aşağılık pazarlıklarında yitip gidenler... İçimizde gürültülü bir sessizlik hâkim. Öfkeyle karışık bir iç burkulmasıyla beraber…

Çocukların, kendilerine yüklenmiş bombalarla parçalara ayrılsın diye yetiştirildiği bir dünya iyileşebilir mi? Bilmiyoruz.

Dünyanın iyileşmesi ile iyileşecek hepsi/hepimiz. İyilik yakarışları dualarımızdan eksik olmasın.