07 Temmuz 2021

​Nurettin Topçu İle Medeniyet Bilinci Var Etmek Üzerine

Medeniyet kayıp hazinemiz olarak üzerinden yazıp düşünülen başlıca konulardan biridir. Bu mevzu hem millet olarak hayatımızın tanzimi manasına geliyor hem de insanlık aleminde ve tarihte alacağımız yer bakımından önem taşıyor. Medeniyetin bu bakımdan içe ve dışa doğru genişleyen bir mana dünyası olduğu bilincinde olmayan, muğlak ve belli bakış açıları içine kapanmış tarifler medeniyetle ilişkimizi bir fikir ve amel olayı olmaktan çıkarıp distopik bir macera arayışına döndürüyor. Bu yolda zihin yormuş ve meseleye esastan dokunan mütefekkirlerimizin en önde gelenlerinden birisi şüphesiz Nurettin Topçu’dur. Topçu merhumun değerlendirmeleri içerisinden konuya temas edildiğinde konu uzakta, ulaşılamayan ve muhayyel bir şey olmaktan çıkıp bir yöntem ve bilinç ile gerçekleşmesi mümkün olan bir meseleye dönüşüyor. Nurettin Topçu’nun medeniyet-kültür meselesine bakışını “Bütün büyük medeniyetler, insanlığın manevi kudretlerinin hayata hâkim olmasıyla meydana çıkmıştır.” (Nurettin Topçu, Türkiye’nin Maarif Davası, İstanbul, 2011, s. 144.) “Medeniyet, insanlığın muayyen tarihî devirlerinde, bir zümre cemiyetin benimsediği vasıtalarla çalışarak ortaya koyduğu ve yaşattığı teknik eserlerin ve yaşayışların bütününe denir. Teknik eserlerin ve âdetlerin bütününden ibarettir ve maddî hayatı ilgilendirir. Kültür ise, bir cemiyetin kendi tarihi içinde meydana getirdiği değer hükümlerinin bütünüdür. Bu değerler, ilim, sanat, ahlâk ve dine ait değerlerdir”(Nurettin Topçu, Milliyetçiliğimizin Esasları, İstanbul, 1978, s. 66-67.), tespitlerinde bulmak mümkündür. Topçu kültürü manevi kudretler olarak bahsettiği ve medeniyeti teşekkül ettiren zemin olarak görürken, medeniyetle cemiyet hayatına akseden tüm unsurları kast etmektedir. Ok-yay teorisi olarak toplum/millet-devlet-şehir/mekân üçlüsü içerisinden ileri sürdüğümüz bakış açısı buradaki yaklaşım muhtevasıyla düşünüldüğünde kültür-medeniyet meselesini daha anlaşılır ve açıklanabilir dolayısıyla elle tutulur, gözle görülür ve doğru yöntem, bilgi ve hareket ile ortaya çıkarılabilir bir konu haline getirebilmekteyiz. Bunun merkezinde insan yer alır. Onun belirli bilinç ve bilgi durumunda olmaması halinde eldeki en güçlü nazariyeler bile denize boşa akan ırmaklar gibi olmaktan öteye gitmez? Eğitemedikçe beklemek haksızlık değil mi? Bildiğimizi hayata aktaran bilinçtir.

 İşte burada Nurettin Topçu ile meseleyi düşünmeye başladığımız “an” içinde medeniyet-kültür bilinci ile hareket edecek toplumun teşekkülü devlet-şehir meselesinin de medeniyet bakımından zuhuru konusunda önemli hale gelmektedir. Nasıl sorusunun cevabı yahut nereden başlamalıyız sualine karşılık öncelikle tarih olarak veriliyor: “Tarih yarattığı müesseselerle kendi yaşamış olduğu hadiselerin ruh ve manasını bize miras bırakmıştır ve bizi onlarla düşündürmektedir. Toprak ise tarihin yaşandığı sahadır; ona vücudunu veren hayat sahasıdır. Toprak şuuru körleştirilen bir nesil nasıl şaşkınlıklar içinde bunalırsa, tarih şuuru katledilmek istenen bir gençlik de öylece kendi kendisinin kanıyla elleri kirletilecek hale geliyor. Babamız tarih ile anamız toprak, hem de bizim bugünkü uzviyetimize karışmış, varlığımızın unsurları olmuştur.”(Nurettin Topçu, Ahlak Nizamı, İstanbul, 1999, s.49, 50.) Kendimizde meknuz bilkuvve istidatları yeniden keşfetmenin yolu ruh ve manası manevi kudretleri harekete geçirecek manada tarihle doğru bir alaka kurmaya bağlı görünüyor. Bu asla geçmişe gömülmek, avunmak değil orada babamız mesabesindeki tarih ile anamız durumundaki topraktan yeniden güne bilfiil gerçekliği yeşertmek esas olacaktır. Bunun nasılını mümkün kılan şey tarih kültürüne sahip insan ve toplum terbiyesinden geçmektedir: “Tarih öğretiminde temel ise olaylar arasında nedensellik (sebepler araştırma) bağıntısı kurmak olmalıdır. Şu halde tarihin olaylarını, hep birbirlerini açıklayan (izah eden) bugünün olayları halinde anlamaya çalışmalıyız. Tarihte temel olarak olayların zaman sırasına bağlanması, gayesiz bir masalcılıktan ileri götürmez. Edebiyat hocası estetik ve ruhbilimi bildiği gibi, bugünün tarih hocası sosyoloji bilmelidir. O bir kere olayların zaman sırasının üstünde yer alan nedensellik sicimini kaybetti mi söz tatlı hikâyelere dökülür; talebe olup biten şeylerin bütün sebeplerini bilmeden kendisine yalnız bir vakanın iskeleti anlatılmış hâkimlere, daha doğrusu böyle bir muhakemenin dinleyicilerine döner. Tarihte sebep fikri başa geçmeli, zaman fikrinin ona tabi olduğu bilinmelidir. Tarih hocası, ta başlangıçlara ve en derinlere götüren nedensellik zincirini bir an bile koparıp kendiliğinden hükümler vermemeli; tarihin olayları, bugünün olayları halinde ve vaktile onları zorunlu olarak yaratmış olan nedensellik zinciri içinde adeta bizim tarafımızdan tekrar yaşanıyorlarmış gibi ele alınmalı; tarih kitaplarını dolduran bir sürü lüzumsuz teferruat ve pek çok isimler silinip atılmalıdır. Bugün hiç düşündürmeyen, zekâyı işletmeyen tarih dersi böylelikle en geniş bir alanda düşündürücü olur; hafıza yükü olmaktan çıkar, muhakemeyi işletici olur. Filhakika iyi bir hâkim, tarih bilen değil, tarih kültürüne sahip olan insandır. Bu kültür verilmedikçe insanın mazi ve istikbaliyle bütün varlığını kucaklıyan felsefe derslerini, hele sosyoloji dersini layık olduğu gibi okutmanın hepimiz imkânsızlığı karşısında bulunmaktayız.”(Topçu, Maarif Davası, s. 132.)

Medeniyet, disiplinler arası bir bilgiyle insanın geçmiş hal ve gelecek arasında kendini doğru konumlandırmasıyla çok ilgilidir. Nurettin Topçu burada doğru tarih eğitimi nasıl olmalıdır sorusunu cevapladığı gibi bütün içinde bir tarih yaklaşımını sergileyerek felsefe ve sosyolojinin kavramlarının zihinde işler hale gelmesinin yoluna da işaret etmektedir. Medeniyet bakımından ok-yay teorisinden öne sürdüğümüz üçlü alanın bilgisi ile bütüncül bir bakışı olmayan zihne, tarihten bu manada bilgiyi doğrultamayan zekâya felsefe ve sosyoloji sadece modern bir yük olmaktan öte mana ifade etmeyecektir. Muhakemesiz hikâye ile masal ve slogan dinleyen zihinlerden bir medeniyet bütünlüğü bilinci ve ameli beklemek beyhude olmayacak mıdır? Nurettin Topçu’nun dileriz şu tespitleri başta maarif vekâletimiz yetkilileri tüm kamunun dikkatine dokunur, bilincini uyandırır: “Zekâlarımızın beli büküldü. Doğuruculuk ihtiyacımızın tatminini, mektep dışında arıyoruz ve mektebe ilim ve fikir dışı çalışmalar dolduruyoruz.”(Topçu, Maarif Davası, s. 90-91.) İlkokulda, çocuğun kendi içine dikkatini çevirme gayesiyle, daima eşyadan ve olaylardan başlayarak kendine doğru dönüş metodu diye bir şey yoktur. Sürekli dikkat alışkanlıkları ve olaylar karşısında aklını kullanma sevgisi aşılanacak yerde, zekâ testleri gibi alıştırma metotlarıyla elde edilen dış dünya ezberciliğine başvuruldu.”(Topçu, Maarif Davası, s. 92.)  Çocuklarımızdaki yetenekleri anaokulunda keşfedip, doğru yönlendirecek ve bütüncül bilinçler ile düşünmeye başlayarak geleceğe yürüyecek bir insan hedefimiz yoksa eğitimden maksadımız nedir?

Medeniyete dair 21. asırda tasavvurlar ve tasarımlar tahayyül etmenin yolu beli bükülen zekâların belini doğrultmaktan geçmiyor mu? Zaman ve mekânda nesne tipler eğitmenin geleceğimize faydası ve bu yolun amacı nedir? Ok-yay teorisi gibi daha yüzlercesini ortaya koysanız bunlarla düşünecek bir insan tipi ve toplum terbiyeniz, zihin alışkanlığınız yoksa gelecek adına umutların yeşereceği bir tarihin söz konusu olamayacağı da ortadadır. Yol bize ol diyorsa bunun niçini kadar nasılını da müşahhas ve makul bir bütünlüğe kavuşturmadıkça mazi tasavvurlarının distopyalaşan kuyularında zulmet mukadder değil midir?