Ok-Yay Medeniyet Teorisine İbn Haldunla Bakış
Bir nazariye/teori kendi çerçevesini çizerken ortaya koyduğu tanımlama ve buna dair kategorilerini hayatın içinde murakebe etmek istediğinde andan geriye doğru bir bakışla vaki çerçeveyi oluşturan kategorilerin tarih içinde var olup olmadıkları anlamak ister. Bunun ötesinde tanımı ve teori çerçevesini oluşturan yapıların farazi mi yoksa olguya tekabül edip etmediği tarihte aranarak hayatın içinden dayanaklar ile teorinin sağlaması yapılmaya çalışılır. Elbette hiçbir şey mutlak, kesin ve sonsuz değildir. Bu bakımdan devletin yay, toplum/milletin ok ve şehir/mekânın kiriş ile sembolize edildiği, Türk hayatının sembolleşen bu çerçevesi ile toplum-devlet-şehir kategorilerinin birleştiği yapının medeniyet denilen durumu ve yapıyı oluşturduğu teorimizin esasını oluşturmaktadır. Bunun ötesinde ele alınan muayyen bir medeniyetin değer sistemi ve muhtevası özgün kültür temelinde din, dil vs. anane, gelenek, görenek, töre ve inanç ile oluşan bir yapıyı tarif eder. İşte bu muhtevada anladığımız ok-yay medeniyet teorimize çok kısa olarak İbn Haldun üzerinden de bakarak ortaya koyduğumuz çerçeveyi hem anlamak ve açıklamak hem de hayatın/tarihin içinde sınamak istiyoruz. Zira medeniyet insan ve hayata dairdir, insanla manalıdır; insanı şekillere boğan, dayatan, zorlayan bir yapı mazide büyük değerler üretse bile hâl için düşkün bir maduniyet ve kafes olacaktır. Bunun ötesinde ultra finans kaynakları ve zincirleriyle, yapay zekâlarla, teknolojik angajmanlarla insanı kafeslemek medeniyet değil olsa olsa post modern bir eşkıyalık olacaktır.
Umran nedir?
İbn Haldun nazarından bakıldığında ok-yay nazariyesi
bir umranı gösterir: “Umran, toplumla kaynaşmak ve ihtiyaçları gidermek maksadıyla şehire veya bir konaklama yerine
inmek ve orada birlikte ikamet etmekten ibarettir. Birlikte yaşamanın sebebi
maişetleri temin ederken tabiatları icabı insanların birbirine yardım etme(“Fâzıl şehir tam
sıhhatte bir vücuda benzer. Bütün uzuvları onu hayat devresinin sonuna kadar
muhafaza etmek hususunda yardımlaşırlar.”, Farabî, el-Medinetü’l-Fâzıla, (Ter. Hafiz Danışman), Ankara, 2001, s.80.)( İbn Haldun, Mukaddime,
(Ter. Süleyman Uludağ), c. 1, İstanbul, 2004, s.213) durumunda bulunmalarıdır. Bu umranın bedevî olanı da, hadarî olanı da
vardır. Bedevî olanı ovalarda, yaylalarla, hayvanların otlamasına elverişli
bozkırlarda ve çöllerin çevrelerinde bulunur. Hadarî olanı ise şehirlerde,
kasabalarda ve köylerde bulunur. Buralarda oturmaktan maksat yerleşme yerlerindeki
surlarla korunmak, savunmak ve buralarda barınmaktır.( Her insan, yaşamak
ve üstün mükemmeliyetlere ulaşmak için yaradılışta birçok şeylere muhtaç olup
bunların hepsini tek başına sağlayamaz. Her insan bunun için, çok kimselerin
bir araya gelmesine muhtaçdır. Her ferd bu ihtiyaçlardan ancak üzerine düşeni
yapar. Bütün insanların birbirleri karşısındaki durumları da bu merkezdedir.
Böylece her ferd, tabiatındaki mükemmelleşme ihtiyacım, ancak muhtelif
insanların - yardımlaşma maksadiyle - bir araya gelmeleriyle elde edilebilir.”,
Farabî, el-Medinetü’l-Fâzıla, (Ter.
Hafiz Danışman), Ankara, 2001, s.79.)(İbn
Haldun, Mukaddime, s. 208-209)” Burada görüleceği üzere teorideki toplum ve şehir
kategorileri bu kısa tanım içerisinde kendisini göstermektedir. Dolayısıyla
umran yahut medeniyet denilen çevre ve toplum burada izah edilen saiklerle
oluşurken şehir umran içerisinde ortaya çıkan bir yapı olarak medeniyeti söz
konusu kılar. Burada İbn Haldun bize toplumu oluşturan çok önemli bir durumu
ortaya koyar ki bu cihan devleti kuran medeniyetin sosyal zihniyetini anlamak
bakımından hayatidir: Kaynaşmanın
husule gelmesine esas olan (gerçek)husus ise, bir arada yaşama, yekdiğerini savunma, uzun süren temas, birlikte
yetişme ve süt emme durumunun meydana getirdiği rabıta ile hayat ve mematla
ilgili olan sair hallerden ibarettir. Gerçekte, asabiyeti meydana getiren
unsur, nesepten ziyade ictimaî
zaruretlerde ve kader birliğinde iştiraktir. Söz konusu kaynaşma hâsıl
olunca, imdada koşma ve yardımlaşma hali onu takiben ortaya çıkar.( İbn Haldun,
Mukaddime, s. 413.)” Bu tarif dünü,
bugünü ve gelecek için bir milletin medeniyet kurmasını sağlayacak zihniyet
temelini gösteriyor. İctimai zaruretler
ve kader birliği iştiraki üzerinden kaynaşma
meselesi son derece önemlidir. Bir milletin neseple kurulan temeli bu yolla
farklı unsurları da içine alarak büyük bir millet var ediyor ki Türk milleti de
bunlardan biridir. Coğrafya, tarih ve hayat müşterekleri ile birleşen bir
vatandan süt emenlerin asabiyesi bir toplumun neseple sağladığı kültürel
zeminle birlikte ve onun fevkinde o toplumu millet yapar. Medeniyet teorimiz,
Türk tarihi tecrübesi bu cümleden Selçuklu, Osmanlı yapıları ve Türkiye
Cumhuriyetinin cumhuriyeti kuran halkı
Türk milleti gören yapısı hep bu esasa müstenit değil mi?
Devlet hangi dinamikle teşekkül eder?
Nihayet devlet kategorisi. İbn Haldun bu konuda devlet
ve şehir meselesi üzerine devlet konusunu da yerleştirir: Sonra bu içtima insanlar için hâsıl olup âlemin umranı onlarla tamamlanınca bu takdirde insanları birbirine karşı
koruyacak (ve saldırılarını defedecek) bir vazia
(kötülükten caydırıcı bir güce) mutlaka ihtiyaç vardır. Çünkü saldırmak ve
haksızlık yapmak (udvan ve zulm) insanların, hayvanî tabiatlarında mevcuttur.
Yabani hayvanların tecavüzlerini defetmek için imal edilmiş olan silah,
insanlardan gelen tecavüzleri defetmeye kâfi değildir. Çünkü aynı silah diğer
insanların hepsinde mevcuttur. Şu halde insanların yekdiğerine karşı tecavüz
etmelerini önleyecek “başka bir şeye” behemahal ihtiyaç vardır. Bahis konusu
“başka şey”, kendilerinin dışında olan bir canlı olamaz. Çünkü hayvanların
tümü, idrak ve ilham itibariyle insanlardan eksiktirler. O halde bahis konusu
vâzi’ insanlardan biri olacaktır. Fakat bu vâzi’in diğer insanlar üzerinden bir
galebesi sultası, kahir eli ve üstün bir hâkimiyeti bulunacaktır. Böyle
olmalıdır ki, bir kimse diğerine tecavüz edemesin, zarar veremesin. Hükümdarın
manası işte budur.( İbn Haldun, Mukaddime,
s. 215)”Burada görüleceği üzere
ok-yay ile Türk devlet hayatında bir medeniyet yapısı olarak beliren düzen İbn
Haldun’da bu şekilde temellendirilir. Farabî’den yaptığımız alıntılar ise
meselenin münferit olmaktan ziyade sürece dair olduğunu gösteriyor. Orhun
Abidelerine dair daha önceki tespitleri de buraya katarsak ok-yay teorisindeki
kategori ve çerçeve medeniyeti muğlak bir tanımlar yığını olmaktan çıkarıp bize
göre anlaşılır ve açıklanır bir şey haline getirmektedir. Toplum, devlet ve
şehir böylece bir medeniyetin esasları olarak belirir ki ekonomi, bilim ve
sanat bu yapının içinde olmazsa olmazlar olarak yerini alarak İbn Haldun
tanımıyla umranı oluşturur.
Bu bakış açısından medeniyet denilen muğlak ve tarifi
karanlıktaki file dönen meseleyi ortaya koyarken vaki teoriyle medeniyet
kavramı somut ve kavranabilir hale getirilmektedir. Meseleyi bu gayret
meyanında İbn Haldun çerçevesinden göstermeye çalışılan şekilde okumak bize
toplum, devlet ve şehir yapımızın tarihteki tecrübe ile nasıl bir medeniyet
bütününe dönüşeceğine dair fikir verebilirse tarih bize faydasını göstermiş
demektir. Her halükarda tarifi bile yapılamayan bir konuyu hayatta gerçek
kılmanın zorluğu ortadadır. Bu sebeple ok-yay medeniyet teorisi adı verdiğimiz
bu izah ve açıklama teşebbüsü konuya süreç içerisinden ve kavranabilir bakmayı
mümkün kılma iddiası ile efkar-ı umumiye maruzdur.
Vesselam.