OK-YAY MEDENİYET TEORİSİNİ FARABİ İLE DÜŞÜNÜRKEN
Yusuf Atam ile Ok-yay medeniyet teorisi
üzerinde çınar altı sohbetimizi sürdürürken evlat; medeniyeti oluşturduğunu
ileri sürdüğün toplum-devlet ve şehir meselelerine tarihin olgu dünyası, İbn
Haldun’unun nazari çerçevesi ve Türk mitolojisinin epik unsurları yanında
Farabi atamız ile bakarak sınamayı ya da yanlışlamayı yahut denemeyi düşündün
mü diye, sordu? Medeniyetin bir kültür zemininde teşekkül eden lakin bundan
daha somut gerçeklerle oluşan insan ve toplum yapısı merkezinde oluşan
devlet-şehir/mekân yapısı üzerinden oluştuğuna dair büyük Türkistanlı’nın
tespitleri de teorini anlamak ve açıklamak yahut temellendirmek bakımından
yararlı olabilir. Yusuf atam, dedim medeniyet olarak anladığım, açıkladığım şey
milletlerarası genel geçer vakıaya uygulanması mümkün bir formdur. Her
medeniyet çerçevesi öz bütünlüğü içerisinde var olduğu, içine aldığı kültürün
muhtevası ile tarihteki yerini alır. Yusuf atam bu bakımdan öncelikle
medeniyeti var ettiğini iddia ettiğimiz üç temel kavram Farabî’de var mıdır
buna bakalım, dedim.
Toplum
Yusuf Atam ile Farabî’nin kavram dünyasına
girdiğimizde; Farabî’ye göre insanın muayyen/zaruri ihtiyaçları vardır. İnsan
bu gereksinimleri yalnız tedarik edemez. Bu sebeple muhtaç olduklarını temin
için, ihtiyaçları sağlamak noktasında diğer insanlarla birlikte yaşama ihtiyacı
hisseder. İşte bu
somut saik tüm üst tanımlamalar ötesinde toplum denilen yapının oluşmasını
ortaya çıkarır. Bu tabii çevre ve yaratılış icabı insan yardımlaşma kavramı ile
izah edilen bir duyguyla mükemmellik yolunda diğer insanlarla müşterek bir
zeminde bir araya gelir. Bu adeta bir zorunluluktur. İnsanların bu
ictimaları/toplanmaları kurdukları toplumun şeklini de tayin eder. İnsanın
mutluluk ve mükemmelik ülküsü onu bir arada yaşama, yardımlaşma gibi duygularla
diğer insanlarla birlikteliğe götürüyor. Dolayısıyla ok-yay teorisinin
kavramlarından olan insan/toplum unsuru bu şekilde Farabi kavram dünyasında yer
alıyor, Yusuf Atam dedim. Farabî bu toplum düzeni içinde toplumların, “büyük”,
“orta” ve “küçük” olarak tasnif ediyor: Büyük toplum, mamur dünyanın tümünde sair
bütün devletlerin ve toplumların oluşturduğu yapıdır. Böylece Farabî bize büyük
bir insanlık toplumu bilinci veriyor. Büyük toplumlar erdemli boyutta birbirleriyle
alakalı ve yardımcı milletlerden müteşekkildir. Böylece kültürel zeminin
oluşturduğu millet kavramı da bu şekilde yerini bulmuş olur. Manasız bir
beynelmilelcilik de kapanmacı bir yapı da burada organik olandan uzaklaşmayı
temsil eder. Farabî’nin orta toplum olarak adlandırdığı ise bir mamurede
yaşayan bir tek milletin oluşturduğu toplumdur. Millet kavramı yani kültürel
bir zeminde oluşan yapı bu şekilde ortaya konulur. Küçük toplum ise bir
milletin yerleştiği topraklarda bir şehir ahalisini temsil eder. Görüleceği
üzere, Yusuf Atam, Farabî atamız millet ve şehir kavramını bu şekilde bizim
okyay teorimizde yerleştirdiğimiz bütün içerisinde zikretmiş oluyor. Bu nokta
bizim medeniyet ayaklarından saydığımız şehir kavramına taşıyor deyince Yusuf
Atam silüetinde yükseklikler yer alan şehre bakıp iç çekerek çayından
yudumladı.
Şehir
Şehir Farabî için insan için erdem ve mutluluk
olduğu kadar cahillik ve yozlaşma mekânı olarak yer alır. Kutsanmaz.
Muhtevasındakine göre o toplum, şehir ve devlet adını alır. Farabî bize kavram
kutsamayı değil muhtevada ilkeler ile düşünmeyi öğretiyor, Yusuf atam deyince
tebessüm etti. Bunun yanında Fârâbî şehir yanında yer alan daha alt yerleşim
birimlerini göz ardı etmez köy, mahalle, ev ahalisinin küçük birer birlik
oluşturduğu; lakin bu yapının kusurlu ve eksik olduğunu ifade eder. En yüksek
iyiliğe ve mükemmelliğe şehirde ulaşılabileceğine, bundan daha eksik bir
toplulukla ulaşılamayacağına kanidir. Bizimde teorimizde şehrin merkezi bir
yerde bulunması bundan sebep Yusuf atam, dedim. Peki, şehir soyut olarak
kutsanmalı mıdır? Yahut bir dönemde tarih içinde ortaya çıkan şekilleri şehrin
esası saymak makul müdür? Bu yolda Fârâbî her şehirde saadetin ve faziletin elde
edilemeyeceğine, insanlarının, başta niyet ve zihniyet olarak, birbirine yardım
ettiği şehirlerde (madınâ fâdıla) mutluluğun ve erdemin söz konusu olacağını
düşünmektedir. Yani toplum, devlet ve şehir söz konusu olduğunda bile medeniyet
oluşacaksa orada bu muhtevanın söz konusu olması gerekiyor. Birbirilerine
yardım eden şehirler, milletler ve insanlık ancak erdemli bir düzeni ve medeni yapının
gayesini gerçekleştirebileceklerdir. Özü meçhul kavram kutsamalarına karşı bu
yaklaşım çok önemli dedi Yusuf atam.
Devlet
Yusuf Atam Farabî’den “Nasıl ki kalp ilk olarak meydana gelirse, daha sonra bedenin diğer
organlarının varlığının, onların kuvvetlerinin meydana gelişinin, onların
kendilerine has olan varlık sırası içinde ortaya çıkışlarının nedeni olursa ve
bu organlardan biri bozulduğunda bu bozukluğun giderilmesini sağlayan kalbin
kendisi ise; aynı şekilde şehrin yöneticisinin de ilk olarak varlığa gelmesi,
sonra şehrin kısımlarının, bu kısımların iradî melekelerinin meydana gelişinin,
onların kendilerine has olan varlık sırası içinde ortaya çıkışlarının bir
nedeni olması gerekir. Şehrin herhangi bir parçası bozulduğunda bu bozukluğu
giderme vasıtalarını sağlayan da odur.”, diyerek devletin bu yapı
içerisindeki yerinin temellendirilişini gösterdi. Erdemli şehir ve milleti
yöneten bu çerçevede bir yönetici ve düzen olacaktır. Bütün kavramlar değerini
lafızlarından değil mefhumlarındaki esasa, müstenit oldukları hakikate yakın ve
uzak oluşlarından alır evlat dedi. “Erdemli devletin esas sıfatlarından birisi,
muhtemel en önemlisi yönetimle yönetilenler arasındaki ahenk iş ve gaye
birliğidir.”, bilgisini de göstererek teorimizdeki üçlü başlığın esasları bir
cümlede birleşmiş oldu. Hakikat durandır, gerçeklik ise hayat içinde akan.
Ok-yay medeniyet teorisi olarak
adlandırdığımız bu yapı esaslarını ütopik bir çerçeveden ziyade tarihi ve fikri
temellerini insanlığın ve milli olanın teşekkül ettirdiği bir terkipten
almaktadır. Orhun Abidelerinden Farabî’ye kadar milletimizin farklı dönemlerine
dair değerleri üzerinden yapılacak okumalar da medeniyet kavramı üzerindeki
tarif karmaşasını aşmanın ötesinde medeniyet denilen o kayıp kıtayı ararken
nelere bakmak ve yoğunlaşmak gerektiği üzerinde de bizi ikaz etmeye çalışıyor.
Mitolojimizden günümüze ve geleceğe doğru akan nehir tarih içinde bizi tespit
ve tayin etmeye gayret ediyor. Bu bakımdan toplum, devlet ve şehir
üçlemesindeki bu yaklaşım ilim zihniyeti çerçevesinde sınamalar, yanlışlamalar,
ilaveler ile milli hayatımıza bir çerçeve olarak efkâr-ı umumiyyeye sunulmuş
bulunmaktadır.
Vesselam