‘Oku’ -4

-Ruzname; Kelime Günlüğü'nden-

 

Gençliğin başımızda duman oluşundan, esen yellerin çizgi dışına savurmasından herkes payına düşüne alır/almıştır. Yeter ki tanışlarımız, dayanaklarımız, inanışlarımız doğru temellendirilsin; merkeze dönüş yolunu bulmak temeli sağlam olanlar için nispeten kolay demiştik.

“Oku”ma serüvenimizin engebeli yolları, harf ve dil devriminin çarpık çurpuk taşlarıyla döşeli. Geçen yazıda üzerinde ısrarla durduğumuz sapma meselesini izaha yetkin bu engebeli zemin, sağlam bir süspansiyon sistemine ihtiyaç duyuracak kadar çetin. Hani “oku” bahsinin ikinci yazısında ısrarla üzerinde durduğumuz “bizde okuldan ‘oku'mak anlaşılır” meselesinin de sarpa sardığı zemin burası. Orada dile getirdiğimiz “okunamayan okullar” eleştirisine rağmen madalyonun bir de öteki yüzü var. Metanetle irdelemek gerekiyor.

Harf ve dil devrimi beraberinde, Millî Mücadele'yi titrek yaralı dizlerinde yükselten Anadolu insanının ilimle arasındaki köprüler de yıkılmış oldu. Bu, resmî ideoloji tarafınca kabul görmeyen mütedeyyin ve muhafazakâr toplum yapısını dönüştürmek için önemli adımlardan biriydi. Dönüştürmedeki modellemeler ve uygulamalar başka bir yazının konusu. Ancak toplumun “oku”mayla arasındaki mesafe ve bunu eğitimle ilişkilendirme biçimi bugüne akseden bir oyuk oluşturdu.

Dolu bir bardağı yeniden doldurmaya çalışmak nafiledir. Önce bardağı boşaltmalısınız. Nitekim harf ve dil devrimi yahut evrimi, önce toplumu cahil olmaya, cahil olduğuna inandırmaya, kendi kendini küçümsemeye itti. Latin harfleriyle yazılmış bir metni okuyamıyorsanız okumuş sayılmıyordunuz. Arap alfabesiyle yazılmış bir şeyleri okumuş, bilmiş ya da ezberlemiş olmak ilmî donanım bakımından sizi hiçbir sınıfa dâhil etmiyordu. Hatta o tür kitaplardan -ki el altında bulundurmak dahi yasaktı- öğrenilmiş herhangi bir bilgi küçümseniyor, dayanak ve kaynak sayılmıyordu. Yüzlerce yıllık birikimin yüz ekşitilerek çöpe atılması ve yerine hiçbir kaidesi yerleşmemiş, olgunlaşmamış, imlası, kelime inşası, konuşulan dilin alfabeye uyarlanmasıyla ilgili krizleri aşılamamış -günümüze kadar da aşılması başarılmamış- literatürü oluşmamış “yeni bir dil”le bir medeniyeti karşılamak elbette mümkün değildi. Hâlâ bu buhranlar üzerine uzunca konuştuğumuz süreçleri yaşıyorken bile, pandoranın kutusundan çıkmış gibi duran yeni lisan yapısı karşısında insanımız hangi tedirginlikleri yaşamıştır, anlamak güç.

İlimle arasına eskisinden daha fazla mesafe girmiş memleket insanımız, harf ve dil devriminin ardından karşısında aşılması güç bir dağ bulmuş gibiydi. Dağ sunturlu bir dehliz gibi yükseliyordu. Onca yorgunluğun ardından dağı aşmak ya da delmek kabil görünmüyordu. O zaman evlatlar yoksulluk, acizlik, unutulmuşluk, cahillik gibi çilelerden arınmalı ve bu dağı aşmalıydı. O yüksek dağ, övgülere mazhar oldukça daha da yükseldi, daha da kibirlendi. Gün geldi, evlat dağ yollarına düşüp zirveye ulaştığında tarifsiz bir sevinç yaşattı. Evlat toplumda âdeta dokunulmazlık elde etti. Dağa tırmanmanın her merhalesi, o güç işi yani “oku”ma işini başarabildikçe aşılıyordu. Ders kitapları okumak içindi. Okuyunca öğreniliyor, okul tamamlanıyor, zirveye ulaşılıyordu. “Okumuş çocuk”, “okumuş evlat”, “oku da kendini kurtar”, “oku da adam ol”, “oku da onun bunun ırgatı olma” gibi teferruatlı deyimlere konu olageldi bu “oku”ma işi. Ama “oku”manın merkezinde ne vardı, neler okunuyordu, okullar insanı neye dönüştürüyordu; “oku”mayanın bu konuda bir fikri yoktu. Buradaki en kıdemli amaç, toplumda saygınlık getirecek bir iş sahibi olmanın önünü açmaktı.

Ancak resmî ideoloji kaynaklı ve yordamlı eğitim müfredatı, “oku”yan çocukların ve gençlerin önünü açma vaadini, geçmiş ve köklerle arasını açarak gerçekleştiriyordu. O yüce dağı tırmanmaya teşvik edilen çocuk, dağın zirvesini buluncaya kadar kendini teşvik noktasına yabancılaşmış buluyordu. Vatanseverliğin, asıl vatan sahiplerini dışlayan öğeler içerdiğine ve bu öğeleri mutlak kabulü halinde ilerlemesini sürdürebileceğine tanıklık etmek, çileli yolları geri dönmeyi göze alma kıskacındaki vicdanı hezimete uğratabiliyordu. Teşvik gördüğü yerle, ulaşmaya çalıştığı yer arasındaki çelişkiler ve uçurumlar, başka tür bir zayıflığı ve reddi çağırıyordu. İlmî kırılma, yapay cehalet suçlamaları ve metafiziğin reddiyle donanmış bilgi yığınları arasında bırakın kadim ilimleri, bir adımlık geçmişin izini bile sürmek güçleşiyordu.

Bu yabancılaşma aslında kimlik krizimizin bir kesitinin özeti sayılabilir. “Oku”ma temelli bir kırılma olmasından ötürü önemli bir irdeleme alanıdır. Nesiller hâlâ bu cendereden geçiyor ve yukarıda bahsettiğimiz dağ eteği uğurlamaları hâlâ bitmiş değil. Ancak bugün seçenek bolluğu ile karşı karşıyayız. Merkezden uzaklaşmadan “oku”yabileceğimiz, “oku”tabileceğimiz eğitim kurumlarından söz edebiliyoruz. Anadil alfabemiz Latin olduğundan bu yana alfabe kavgası da yaşamıyoruz zaten!

Harf ve dil devriminden ötürü “oku”ma serüvenimizin çarpık çurpuk taşlarıyla döşeli engebeli yollarına rağmen merkeze yakın durmak önemli bir iş. Bunun hakkını verelim. Ancak maruz kalanların gayretini zaruretler ateşler. Maruzattan kurtulmak için ardımızla daha tanış okumalar yapma mecburiyetimiz var. Ardımızdan güç alıp ileriye yürüyen gayretler daim olsun.