02 Ekim 2017

Organizmacı tarih

Filozoflar toplumu farklı yaklaşımlarla organizmaya benzetmişlerdir: 1) Toplumu doğan / büyüyen / gelişen / olgunlaşan / ölen bir organizma olarak ele alanlar bulunmaktadır. Bu varsayımda toplum, asabiyeti güçlü kabileler vasıtasıyla kurulur. Asabiyenin amacı mülktür. Asabiyesi güçlü kabile başka kabileleri sindirerek ve onların mallarını yağmalayarak mülke ulaştığında toplumu da kurmuş olur ve devletleşmeye başlar. Bu düşünceyi kabul eden yaklaşımlar kendini İbn Haldun'un bedâvet ve hadâret sarkacında görecektir. Her toplum bir gün yaşlanır, asabiyesini kaybeder ve kendinden daha güçlü bir asabiye ortaya çıkınca ölür; 2) Toplumu insan vücudunun organlarından oluşan ‘bütün'e benzetmek anlamında da organizmaya benzetenler vardır. Böyle bir varsayımın amacı, seçkinleri ve imtiyazlıları, işçilerden ve hizmetçilerden (bedeniyle çalışanlardan) ayırma düşüncesidir. Örneğin Aristo'ya göre devlet organik parçalardan meydana gelmekle beraber onlardan bağımsız bir ‘canlı'dır. ‘Aile' bir organdır (hücredir). Bu nedenle mülkiyet ve köleler aile reisinindir. Köleler ağır işleri yapmaya yetenekli oldukları halde kendi kendilerini yönetemezler. Nasıl ruh beden üzerinde egemense, hür kişiler de (mülk sahipleri) köleler (mülksüzler) üzerinde egemendir; 3) Platon da organizmacı düşünceye mensuptur. Ancak Platon'un teorisinde ‘üç cevher teorisi' bulunmaktadır. Altın, gümüş ve tunç (veya demir) cevherli insanlar toplumsal hiyerarşiyi oluşturur. Ruhun da üç gücü vardır: Şehevî, gazabî, melekî güçler. Platon'a göre melekî güç akıldır. İdeal bir düzen kurmak için önce Site'nin yöneticilerini ve askerlerini eğitmek gerekir. Aristo'dan farklı olarak Platon'da muhafızların nesebi belirsizleşmeli, yani ‘aile'si olmamalıdır. Bir toplumun kötülerini oluşturan insanların ‘kötü' olmalarının nedeni, şehvetlerini ve öfkelerini dizginleyememelerinin gerekçesi olan yaradılış cevherleridir (demir – tunç).  İnsan yetiştirilme tarzları nedeniyle de ‘kötü' olabilir. Bunlara eğitim vermeye ihtiyaç yoktur. İdealar dünyasına ancak akıl yetisi ulaşabilir. Site'yi altın cevherliler yönetmeli, gümüş cevherliler muhafaza etmeli, işçi ve köleler ise bedenen çalışmalıdır. Her birey organizmanın bir hücresi olduğundan kendi cevherine tekabül eden hak ve görevlere sahiptir.

Yukarıdaki tasniflerde İbn Haldun için toplum, amacı mülk olan asabiyetlerden oluşan bir organizmadır; Platon için toplum bireylerden ve bunların işbölümünden oluşmaktadır; Aristo için ise toplum, bireylerin değil grupların (aile) birlikteliklerinden oluşan bir organizmasıdır.

Biz daha önce İslâm - Doğu toplumlarını ‘birey' temelinde ele alan yaklaşımlardan uzak durduğumuzu ifade etmiştik. Kanaatimizce İslâm – Doğu toplumunu ‘aile teorisi'yle izah edebiliriz. Aile teorisinin İbn Haldun'un ‘asabiyet teorisi'ne de, Platon'un işbölümü ve toplumsal eşitsizlik tasavvuruna da yakın durmadığı anlaşılacaktır. Ancak İslâm toplumlarının ‘aile'si, Aristo'nun ‘aile'sine de uzak bir yapı arzatmektedir. Çünkü Aristo'nun ‘aile'si, pater familias'ın fertleri üzerinde tam bir ‘efendi' statüsü getirmektedir. Roma  Hukuku'nda  bir   insanın   ‘kişi'  sayılabilmesi   için   üç   şart  gerekli  idi:  Hür  olmak,   Roma  vatandaşı  olmak,  aile  babası  olmak. Aile babası sayılmayan kişi, ekonomik ve hukukî işlemler bakımından da ‘baba' mamelekine tabiyetten çıkamamaktaydı.

Yukarıdan beri ortaya koymaya çalıştığımız tasnifin nesnesi, fark edileceği üzere ‘toplum'dur. İbn Haldun'un nazariyesinin Kur'an tarafından doğrulanabileceği (10 Yunus 49 ve 7 Araf 34) ayetleri gereği söylenebilir. İki ayet de birbirinin aynıdır: “Bütün ümmetler için bir ecel vardır. Onların ecelleri geldiği zaman ne bir saat ileri, ne bir saat geri alınmaz.” Topluma ‘ecel' izafe ediliyorsa, onun canlı bir organizma sayılması çok da reddedilemeyecektir.

Fakat toplumların da canlılar gibi doğup büyüyüp öldüğü düşüncesi daha çok siyasal toplumlar açısından ileri sürülebilecek bir iddiadır. Bir milletin içindeki parçanın siyasal anlamda toplumlaşmasını mümkün görüyoruz. Bu parçanın siyasal olarak varlığını yitirmesi, milletin ölümü anlamına gelmemektedir.

Tarihten beri gelen, kendilerini bir peygambere bağlayan ‘milliyetler', aidiyet duydukları ahlâk, töre (nomos), yani toplumsal fıkıh ile ‘millet' hususiyeti taşımaya başlarlar. Bu tür cemiyetleri İbn Haldun'un ölümünü 120 senede mukadder gördüğü toplumlardan sayamayız. Türklerin hem Hz. Nuh'tan gelen ‘töre'ye ve hem de Hz. Peygamber'den (asv) gelen ahlâka intisap ederek ‘milliyet' ya da ‘kavmiyet' hallerini ‘millet' kelimesinin içeriğini dolduracak bir varlığa tahavvül edebildiği  söylenebilecektir. Türkiye, bazı ideologların ısrarla savunduğu üzere bir ‘ulus devlet' olarak doğmamıştır. Balkan Savaşları (1912 - 1913) ile birlikte Anadolu'ya, Manastır, Sırbistan, Selanik, Makedonya, Arnavutluk gibi coğrafyalardan  etnik kökenleri birbirinden farklı ve fakat Müslüman olan topluluklar göç ederek geldiler. İttihat ve Terakki Hükümeti'nin 1914'te Yunanistan ile nüfus mübadelesini gerçekleştirmek üzere bir anlaşma imzaladığı ancak bu anlaşmanın I. Dünya Savaşı'nın çıkması nedeniyle tatbik edilemediği bilinmektedir. 1923'te nihayete eren Lozan Barış Konferansı görüşmeleri neticesinde Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan Rum ve Türk Ahali Mübadelesi İle İlgili Sözleşme'de ulus esasına değil din  esasına göre ‘millet' tanımlaması yapılmıştır. Sözleşme ile “Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklarıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak, zorunlu mübadelesine (exchange obligatoire) girişilecektir.” hükmü getirilmiştir. Balkanlar'da  yaşayan Müslüman nüfusun bugün dahi ‘Türk' olarak anılması ve kabul edilmesi, Batı nazarında Balkanlar'daki Müslüman etnisitelerin ‘Türk = Müslüman' olarak algılandığını gösterir.

Dolayısıyla siyasal bir devletin sınırlarına sığmayacak denli geniş topraklarda yurt tutmuş, kendisini bir peygambere -onun ve ailesinin pak nesebine- ait kılmış kavmiyetlerin (milliyetlerin), karşısına çıkan başka kavmiyetleri de içine katarak nübüvvete bağlı tarihsel yürüyüşü devam ettirme iradesine ‘millet' demekteyiz. Millet, İbn Haldun'un “Asabiyetin amacı mülktür.” tasavvurunun aksine, Allah ve peygamber için yaşayan toplumu ifade etmektedir.

Bugün bütün dünya, Anadolu'da yaşayan, ‘Türk' adını taşımayı kendisi için kimlik kabul eden varlığın ‘millet' olduğunun farkındadır. Türkler, Resul'ün fıkhına itaat ettikleri sürece, ‘Allah'ın milleti' olduklarını bilmelidir.