12 May 2022

Osmanlı İmparatorluğu'nun Ekonomi Politiği

Osmanlı İmparatorluğu'nun ekonomik tarihi, iki döneme ayrılır. İlki, oluşturulan kapalı tarım ekonomisinin imparatorluk içinde bölgesel fark gösterdiği klasik çağ (genişleme); ikincisi ise devlet ve kamu görevleri üzerine, idari ve politik düzenlemeler ile başlayan devlet örgütlü reformları kapsayan reform dönemidir. Askerî reformlar ile başlayan değişim; kamu ve zanaatkar loncalarına uzanmıştır.

Osmanlı Devleti, beylik döneminden bu yana sistemli bir malî teşkilâta sahip olmuştu. Osmanlılardaki ilk maliye teşkilâtının Murat Hüdavendigâr (I. Murat) zamanında Çandarlı Kara Halil Paşa ile Karamanlı Kara Rüstem Paşa tarafından yapıldığı belirtilmektedir. Bu bilgiler ışığında meseleye bakıldığı zaman Osmanlı maliyesinin daha ilk kuruluş yıllarında ortaya çıktığı ve devletin buna büyük bir önem gösterdiği anlaşılmaktadır.

Fâtih zamanında hazırlanan kanunnâmede "Bu kanunnâme atam ve dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur" ifadesi ile tarihî bilgilere göre ilk Osmanlı hükümdarlarının, bir araya getirilip tedvin edilmemiş kanunnâme hükümleri ile âmil oldukları anlaşılmaktadır. Fâtih kanunnâmesinde yer alan Ve yılda bir kerre rikâb-i Hümâyunuma defterdarlarım irad ve masrafım okuyalar hil'at-i fahire giysinler. ve Ve hazineme dahil ve hariç olan akça, defterdarlarım emri ile dahil-hariç olsun ifadeleri, Osmanlıların maliye teşkilâtına ne denli ehemmiyet verdiklerini, bu anlayışa daha ilk zamanlardan beri nasıl sahip çıktıkları görülmektedir. Aslında buna ihtiyaç vardı. Zira gelir ve gider hesapları olmayan, neyin nereden ve ne zaman geleceği bilinmeyen ve bu konuda istatistiksel bir bilgiye sahip olmayan bir devlet tahayyül edilemez.

Mali Teşkilat

Osmanlı maliye teşkilâtının başında "Defterdar" adı verilen bir görevli bulunmaktadır. Bu görevli, günümüzdeki Maliye Bakanlarının yerine getirmekle yükümlü oldukları görevleri yapıyordu. Önceleri teşkilatın başında bir defterdarla, onun maiyeti vardı. Bütün malî işlerden bu Baş defterdar sorumlu idi. Ancak zamanla Osmanlı ülkesinin genişlemesi üzerine defterdar sayısı ikiye çıkarıldı. Kanunnâmede de belirtildiği gibi defterdar padişah malının vekili idi.

Kuruluş döneminde gelirler, daha fazla bir yekûn tutuyordu. Buna karşılık masraflar pek o kadar fazla değildi. Zira bu dönemde Osmanlı askerinin büyük bir kısmı tımarlı sipahi idi. Ayrıca devlet erkânından çoğunun has ve tımarlarının geliri kendilerine yetiyordu. Devletin masrafı ise sadece Kapıkulu askerlerine verilen para (maaş) idi. Gelirlerin fazlası ise cami, medrese, köprü, han, hamam gibi imar işlerinde kullanılıyordu.

Hazine

Osmanlı maliyesi, "Miri hazine" (veya dış hazine) ile Enderûn (veya iç hazine) hazinesi olmak üzere iki kısımdı. Dış hazinenin görev ve yetkisi, devletin genel gelirlerini toplamak ve gerekli masrafları yerli yerinde kullanmak şeklinde belirlenmişti. İç hazine ise padişaha aitti. Padişahlar, bu hazineyi istedikleri şekilde kullanıyorlardı. Şayet dış hazinenin parası yetişmez ise iç hazineden borçlanmak suretiyle ödünç para alınırdı. Dış hazine, vezirde bulunan hükümdar mührü ile açılıp kapanırdı. Bu hazine, defterdarın sorumluluğu ve vezirin denetimi altında idi.

Bundan bir müddet öncesine kadar ilk Osmanlı sikkesinin Orhan Bey 'e ait olduğu biliniyordu fakat Osman Bey'e ait sikkenin bulunmasıyla eski bilgi, geçerliliğini kaybetti. Buna göre ilk Osmanlı parasının Osman Gazi döneminde tedavüle çıktığı anlaşılmaktadır. Gümüşten mamul Osmanlı parasına "akça" deniyordu. Her padişah, hükümdarlık alameti olarak kendi adına para bastırırdı. Osmanlı hükümdarları Fâtih Sultan Mehmet dönemine kadar gümüş ve bakır para bastırdılar. Kuruluş Dönemi ve daha sonraki dönemlerde paranın ayarına ve saf gümüş olmasına özen gösteriliyordu.

Gelir Dağılımı

Osmanlı'da zengin sınıf gerek vakıf anlayışı, gerekse devletin  iktidar kaygısı ile fazla büyümemiştir. Ancak devlet görevlilerinin imkânları çoktu ve genellikle zengindiler. Bürokratlar Osmanlı toplumunun en zengin ve kudretli sınıfıdır. Prof. İnalcık'a göre; "1500'lerde bir sancak beyinin yıllık geliri 4 bin 12 bin düka al­tını arasında değişiyordu. Oysa aynı dönemde Bursa'nın zengin bir tüccarı dört bin altın servete nadiren sahipti".[1] Çok küçük bir bürokratlar sınıfı padişah ailesinden sonra, en zengin kesimi oluşturuyordu. Ardından yabancı tüccarlar ve müslümanlar geliyordu. Örneğin: Lütfi Berkan'ın 1528'de Rumeli'deki dört sancekta tespit ettiğine göre: toplam gelirin % 35'i padişahın haslarına, % 54'ü tıma ve zeamete, % 7'si sancak beyleri hassına ve ancak % l'i mülk ve vakıf araziye aittir. Merkezi devlet toplam gelirin ancak % 37'sine el koyabilmekte, artan kısmı eyaletlerde kalmaktadır. Bu da devletin askerî ve sürekli seferberlik halinde olmasından ileri gelmekteydi. [2]

Vergiler

Osmanlı devlet sisteminin önemli müesseselerinden biri olan mâliyenin, temel dayanağını teşkil eden vergi, genel mânâda iki ana bölüme ayrılır. Bunlardan biri tamamıyla şeriata dayanan ve esas itibarıyla Kitab (Kur'an) ile Sünnet'ten kaynaklanan "Şer'î Vergiler"dir ki buna "Tekâlif-i Şer'iyye" denmektedir. İkincisi de baş gösteren malî sıkıntılar yüzünden devlet tarafından bir zorunluluk sonucunda konan "Örfî Vergiler"dir ki buna da "Tekâlif-i Örfiye" denir.

Osmanlı vergi sisteminin özelliklerinden biri de tebeadan alınan verginin kendisini (tebea) ne malî, ne de hukukî yönden rencide etmemiş olmasıdır. Hatta bu, sadece devletin bizzat kendisinin aldığı vergilerde değil, onun adına timar sahibinin aldığı vergilerde de geçerli idi. Öyle ki, dirlik sahibi, reâyadan cins ve miktarları kanunlarla tayin edilmiş olan bir kısım vergiden fazlasını tahsile selahiyetli değildi. Yetkisini asıp onu kötüye kullanandan dirliği, bir daha geri verilmemek üzere alınırdı. Osmanlı İmparatorluğu çeşitli dönemlerde yabancılara kapitülasyonlar sağlamıştır. Yabancı tüccarlara verilen imtiyazlar iktisadi yapıya uzun vadede yıkım getirmiştir. Örneğin: 1838'de İngiltere'nin dayattığı bir antlaşma ile devlet tekeli kaldırılmış, ihracattan alınan vergi miktarı %12, ithalat vergisi ise %3 yapılmıştır. Bu şekilde devlet toprakları açık pazar haline gelmiştir.[3] Kapitülasyonlar 1928'de ancak tam olarak kaldırılabilmiştir.

Osmanlı vergisi iki ana bölümden oluşmaktadır. Bunlardan biri Şer'î Vergiler, diğeri de Örfî vergilerdir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Kapitalist Yöntemle Sanayileşmesinin Önündeki Engeller[4]

1915 yılı itibariyle Osmanlı İmparatorluğu’nun Türkiye sınırları içindeki fabrika sayısı 40’ı bulmamaktaydı ve bu fabrikalar da temel ihtiyaçlarda dahi dışa bağımlılığı gideremeyecek bir yapıdaydı. Kurtuluş Savaşı’nın ardından 1923 yılında Türk ekonomisinde sanayi sektörünün GSMH içindeki payı %10’u biraz geçerken, %43’lük payı ile tarım ve %46’lık payı ile hizmetler ekonominin hâkim sektörleri konumundaydı. Aynı durum istihdam için de geçerli olup 1923 yılı itibariyle toplam istihdamın sadece %3,52’si sanayi sektöründe istihdam edilmişti. 1927 yılı itibariyle Türkiye’deki işletmelerin makine gücü 65.245 BG iken sadece Almanya sanayisinin 1925 yılındaki makine gücü 18 milyon BG’nin üzerindeydi. Sanayi Devrimi’nin aynı zamanda bir “enerji devrimi” olduğu ve Avrupa’da 18. yüzyılda başladığı düşünülürse Osmanlı’dan kalan sanayinin ne denli geri olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca söz konusu rakamlar Osmanlı İmparatorluğu’nun tarım toplumundan sanayi toplumuna dönüşemediğini, başka bir deyişle kapitalist dünyanın dışında kaldığını göstermektedir.

Osmanlı İmparatorluğu kuruluş ve yükseliş dönemlerinde iktisadî gücünü iyi bir şekilde organize edebilmiş ve böylece Lale Devri’nin sonuna kadar Doğu’nun ve hatta dünya genelinin lideri olmuştur. İmparatorluğun yükselişinde, Türk-İslâm siyasî geleneğinin Roma ve özellikle Bizans siyasî kültürü ile bütünleştirilerek çağının ilerisinde bir iktisadî organizasyona sahip olmasının etkili olduğu iddia edilebilir. İmparatorluğun yükselme dönemleri iktisadî gücün dünya genelinde tarımsal üretimle belirlendiği dönemlerdir ve Tımar sistemine dayalı tarım politikası devletin gücünü ve halkın refahını dünyanın geri kalanına göre daha üst düzeyde tutmuştur. Ancak, Avrupa’da coğrafî keşiflerin, Sanayi ve Bilim Devrimi’nin gerçekleşmesi ile İmparatorluğun duraklama ve çöküş süreci birlikte gelişen iki vak’adır. İmparatorluğun yöneticilerinin Avrupa’da gerçekleşen bu gelişmeleri ve bu gelişmelerin uzun dönemdeki sonuçlarını görmediğini iddia etmek zordur. Bunun yerine, kapitalist yöntemle sanayileşmenin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki devlet ve toplum anlayışına uymadığını savunmak daha doğru olabilir. Belirtilenler ışığında, bu çalışmanın amacı İmparatorlukta sanayileşmenin neden gerçekleşmediğinin ortaya koyulmasıdır. Söz konusu amaç doğrultusunda çalışmanın hipotezi, Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitalist sanayileşmenin gerçekleşmesi için gerekli toplumsal iç dinamiklere ve özelliklere sahip olmadığıdır.

Osmanlı Ekonomi Politiğiyle İlgili Yaklaşımlar[5]

Osmanlı ekonomi politiği ile ilgili kesin yargıya varmak için elimizdeki çalışmaların yeterli olduğunu söylemek güçtür. Bununla birlikte alanda bu güne kadar yapılan çalışmaları beş grupta toplamak mümkündür. Osmanlı ekonomik zihniyeti ve ekonomi politiği konusunda anılmaya değer nitelikteki ilk yayınlar hiç şüphesiz merhum Sabri Ülgener’in[6] çalışmalarıdır. Batı’da üretilmiş yaklaşım ve paradigmalardan hareketle Osmanlı zihniyeti ve ekonomi politiğini tanımlamaya çalışan Ülgener’in yaptığı araştırmaları bu anlamda son derece önemlidir. Ülgener’in, zihniyetin Osmanlı iktisadi gelişmeleri üzerindeki etkisine değinen ilk düşünürlerimizden biri olması, özellikle ortaya koyduğu ufuk ve kapsamın hala olduğu yerde durması, çalışmalarının önemini daha da arttırmaktadır.

İnsanla ilgili bir bilim olan iktisat ile toplumsal ahlak arasında sıkı bir bağ olduğunu düşünen Ülgener, zihniyetin bu çerçevede iktisadi gelişmede Weberyen bir yaklaşımla belirleyici olduğu inancındadır. Ülgener, Weber’in Avrupa kapitalizminin ruhunu Protestan ahlakının belirlediği iddiasından yola çıkarak bu yaklaşımı Osmanlı toplumuna uyarlamaya çalışmış ve Türk toplumundaki ekonomik geri kalmışlığın temelinde tasavvufun etkisiyle ortaya çıkan kanaatkarlığın belirleyici etkisi olduğu sonucuna ulaşmıştır.

Toplumdaki tüm ekonomik aktörleri tasavvufla ilişkili kabul etmesi Ülgener’i böyle bir sonuca ulaştırmış gibi görünüyor. Oysa Osmanlı toplumu öncelikle heterojen bir nüfus yapısına sahipti. En güçlü olduğu 16 ve 17. yüzyıllarda nüfusun ekseriyeti gayri müslimdi. Bu bağlamda nüfusun yarısından fazlasının Ülgener’in analizinin dışında kalmış olması muhtemeldir. Diğer yarıdaki müslüman nüfusun tümünü tasavvuf ve tarikatlarla doğrudan ilişkili kabul etmek de tutarlı değildir.

Görüldüğü gibi Osmanlı toplumundaki ekonomik aktörlerin önemli bir bölümü tasavvuf etkisi dışındadır. Son olarak tasavvufla doğrudan ilişkisi olan şehirdeki esnaf, zanaatkar ve tüccarlar ile tüm tasavvuf ekollerindeki ekonomik aktörlerin Ülgener’in resmettiği anlamda “pasifist” bir tutum takındıkları ve dünya işlerinden uzak durmayı öğütlediğini varsaymak ciddi bir tartışma konusudur. Ömer Lütfi Barkan’ın “Kolonizatör Türk Dervişleri” ile ilgili çalışması tasavvufun etkisinin ekonomik ve sosyal alanda negatif olmaktan ziyade pozitif etkisi olduğunu göstermektedir.

İkinci yaklaşım biçimi ise Mehmet Genç tarafından ortaya konulan ve yapıdan hareketle ekonomik zihniyeti belirlemeye yönelik çalışmalardır. Merkantilist (ihracatın fazla, ithalatın az olmasını önceleyen sistem) dönemde Osmanlı ekonomi politiğinin belirlenmesinde, farklı bir ekonomik anlayışı gündeme getirmektedir. “Devlet bir çok iktisadi fonksiyon görmekte ve bu faaliyetler esnasında çeşitli hedefler tespit etmekte ancak bu fonksiyonlar ve hedefler hiçbir zaman sırf iktisadi bir mahiyet gösteremez, ekseriya siyasi, dini, askeri, idari veya mali hedef ve düşüncelerle iç içe birbirinden tefrik edilmesi zor bir karmaşıklık içinde bulunurdu”. Osmanlı ekonomik zihniyetini empatik bir yaklaşımla açıklamaya çalışan Genç’in Osmanlı ekonomi politiğinin anlaşılmasındaki önemi son derece açıktır. Osmanlı toplum ve ekonomisinde etkin ve yetkin konumda bulunan kişilerin hangi saiklerle hareket ettiklerini açıklayan Genç, bu bağlamda özellikle dünyadaki gelişmeler karşısında kayıtsızlık gibi bir durumun söz konusu olmadığını vurgulamaktadır. Genç’in yönetici elit merkezli yaklaşımının Osmanlı’da izlenen ekonomik politikaların ve bu politikaların arkasında yatan temel nedenlerin anlaşılmasında ayrı bir önemi bulunmaktadır.[7]

Toplumunda tüccarın geniş hareket serbestisine rağmen Batı Avrupa’daki gelişmeler Osmanlı’da görülmedi. Kapitalist sistemin merkez gücü konumundaki burjuva sınıfı Osmanlı toplumunda ortaya çıkmadı veya çıkamadı. İktisadi hayatta “burjuva” tipi Avrupa kapitalizminin temel öğesi iken, “ahi” tipinin Osmanlı sisteminde merkezi bir rol oynadığını düşünen Tabakoğlu, bu yapının Selçuklular’dan alınan en önemli miras olduğuna işaret etmektedir. Osmanlı ekonomi politiğinin anlaşılmasında üçüncü açıklama modeli olarak kabul edilebilecek “ahilik” yaklaşımının İslam toplumundaki kardeşlik ve paylaşma anlayışından kaynaklandığı ve bu anlayışın Osmanlı toplumunu derinden etkilediği düşünülmektedir.[8]

Osmanlı ekonomi politiğinin anlaşılmasında üçüncü açıklama modeli olarak kabul edilebilecek “ahilik” yaklaşımının İslam toplumundaki kardeşlik ve paylaşma anlayışından kaynaklandığı ve bu anlayışın Osmanlı toplumunu derinden etkilediği düşünülmektedir. Bireysel, kurumsal ve toplumsal alanda Osmanlılar ile Avrupalılar arasında bir farklılıktan söz ediliyorsa acaba ahilik zihniyetinin farklılığı burada ne kadar etkili olmuştur? Bu zihniyetin ekonominin örgütlenmesinden çalışma ilişkilerine, üretimden bölüşüme kadar bir çok alanda önemli sonuçlar doğuracağı şüphesizdir.

Osmanlı ekonomi politiği konusunda dördüncü olarak anılmaya değer açıklama modeli Şevket Pamuk’un öncülük ettiği ve adına “Osmanlı pragmatizmi” denilen modeldir. Pamuk’a göre Osmanlılar İslam dinine bağlı kişiler olarak zamanın ve şartların gereği olarak ekonomik alandaki uygulamalarda son derece esnek davranabiliyorlardı. Faiz ve müsadere alanındaki uygulamalara işaret eden Pamuk Osmanlı pragmatizminin zaman zaman dini ilkeleri zorladığını belirtir. Pamuk, ayrıca Osmanlı Devleti’nin ticaret ve yerel piyasalara ilişkin uygulamalarını sürekli ve kapsamlı bir müdahalecilik olarak nitelendirmenin doğru olmadığını düşünmektedir. Osmanlıların ekonomik alandaki müdahalelerinin seçici müdahalecilik olarak değerlendirilmesinin daha doğru olacağı kanaatini taşıyan Pamuk bu anlayışın 18. yüzyılın sonlarına kadar devam ettiğini yazar. Bir dış dinamik olarak değerlendirilebilecek savaşlar nedeniyle mali dengelerin bozulmasıyla ilgili yüzyılın sonlarından itibaren yeni bir müdahalecilik döneminin başladığını ve bu sürecin 19. yüzyılda devam ettiğini ileri süren Pamuk’a göre, bütün bunları duruma göre serbestlik veya müdahaleciliği hayata geçiren Osmanlı pragmatizmi olarak nitelendirmek gerekmektedir.[9]

En önemli tarihçilerimizden Halil İnalcık’ın genel tarih çalışmaları içinde Osmanlı ekonomi politiğinde “adalet” ve “bolluk ekonomisi” merkezli sistem yaklaşımını beşinci açıklama modeli olarak belirtmek gerekir. İnalcık Osmanlı sistemindeki ‘adalet’ kavramının sadece siyasal alanla sınırlı olmadığını sosyal ve ekonomik boyutunun da ihmal edilmeyecek kadar önemli olduğuna dikkat çekmektedir. Adaletin yönetici elit için bu görevleri ifa etmedeki meşruiyetin temeli olduğunu belirten İnalcık bu çerçevede başlangıçtan itibaren “bolluk ekonomisi” anlayışının Osmanlı ekonomi politiğindeki rolüne işaret etmektedir. Klasik dönem Osmanlı ekonomi politiğinde adalet ilkesine dayalı olarak arz yönlü iktisat politikalarının yönetici elit için temel öncelik olduğu görülmektedir. İnalcık’ın “adalet” ve “bolluk ekonomisi” yaklaşımının Osmanlı yönetici elitindeki yansımasının bir göstergesi anlamında, Sinan Paşa’nın Marifetnamesi’ndeki tespitler açıklayıcıdır.“ Ülkendeki tüccarlara iyi davran, her zaman onları koru, kimsenin onlara kötü davranmasına izin verme, kimsenin onların düzenini bozmasına izin verme, çünkü onların ticareti ile memleket zenginleşir ve onların malları sayesinde dünyada ucuzluk yayılır, onlar aracılığıyla sulanın yüce şöhreti çevredeki ülkelere taşınır ve onlar tarafından ülkenin zenginliği artar” Belgelerde sıkça vurgulanan “ibadullahın terfi-i ahvali” (Allah’ın kullarının durumunu (iktisadi, sosyal vb.) daha iyi bir noktaya ulaştırmak veya iktisadi kavramlarla ifade edersek toplumdaki her ferdin bireysel refahını yükseltmek) padişah başta olmak üzere diğer tüm yönetici elit için izlenen ekonomi politikte “başarı” kriteri olarak değerlendirilebilir.[10]

Osmanlı ekonomi politiğinin anlaşılmasında yukarıda anılan çalışmalar ve bu çalışmaların öncülerinin katkıları açıktır ve gerçekten çok değerlidir. Ancak Osmanlı ekonomi politiğinin tutarlı bir bütünlük içinde daha açık bir biçimde ortaya çıkabilmesi için, özellikle iç dinamikler bağlamında bu dünyanın kendi içinde o dönemlerdeki ulema sınıfı ve düşünce adamlarının iktisadi konulardaki yaklaşımlarının da keşfedilmesine gerek vardır. Osmanlı dünyasındaki yönetici elitin ve ekonomik aktörlerin yaklaşımları ve davranışları Osmanlı ekonomi politiğinin anlaşılmasında son derece önemlidir. Ancak en az bunlar kadar önemli olan düşünür ve ulema sınıfının ekonomiyle ilgili yaklaşımları ve bunların sonuçlarıdır. Çünkü Osmanlı’daki sistem içinde önemli bir konumda bulunan ilim ve düşünce adamlarının hem karar alıcı ve uygulayıcı yönetici sınıf ve hem de ekonomik aktörler üzerinde etkileri olduğu dikkate alınması gereken bir olgudur.

Nasıl ki Modern Avrupa ekonomisini ve ekonomi politiğini anlamak için 1500-1750 dönemi için merkantilist düşünürlere ve 1750-1870 dönemi için de klasik iktisatçıların düşüncelerine bakma ihtiyacı hissediyorsak aynı dönemdeki Osmanlı ekonomi politiğini anlamak için de o günün Osmanlı düşünürleri ve ulemasının düşüncelerine ve yaklaşımlarına bakmamız gerekmektedir. Özellikle klasik dönem Osmanlı ekonomi politiğinin tutarlı bir bütünlük içinde anlaşılabilmesi için yönetici elit yanında aynı dönemlerde özellikle belli başlı ilim ve düşünce adamlarının yaklaşımları da dikkate alınmalıdır.

Günümüze kadar bir çok çalışma yapılmış olmakla birlikte Osmanlı iktisadi ve sosyal hayatında vakıfların oynadığı rolün tüm yönleriyle gün yüzüne çıkarıldığını söylemek güçtür. Geniş Osmanlı coğrafyasında bölgeler arası ticareti geliştirmek için özellikle vakıfların altyapı hizmetlerindeki öncülüğü ve katkılarıyla dönemin zor ulaşım koşulları içinde maliyet avantajı sağlanarak kilometrelerce mesafelere karadan mal transfer edilebilmesi üretim ve ticaretin gelişmesinde hayati düzeyde rol oynadığı söylenebilir.

Günümüzde belediyeler yanında bayındırlık ve sosyal güvenlik anlamında faaliyet gösteren kurumların yaptıkları görev ve çalışmaların önemli bir bölümü Osmanlılar döneminde vakıflarca ifa edilmiştir. Bu kurumların toplam bütçe büyüklüklerinin genel bütçe içindeki oranları dikkate alındığında vakıfların ve bu tür kurumlardaki aktörlerin rolünün Osmanlı ekonomi politiğinin anlaşılmasında ayrı bir önemi olduğu daha açık bir biçimde anlaşılabilecektir. “Gerçekten de, vakıflar sayesindedir ki güçlü devlet tarafından mülkiyet haklarının çiğnenmesi engellenmiş; İslam medeniyetinin zengin mimari mirası finanse edilip yüzyıllarca korunabilmiş; mahalleler maddî bunalıma düşen bir devlet tarafından bindirilen ağır vergi yükünü kaldırabilmiş; arazilerin İslam hukuku gereği aşırı parçalanması önlenebilmiş; yaşlılık ve maluliyet maaşları verilebilmiş; bir kurum olarak sigortanın bilinmediği bir çağda, lonca ya da mahalle üyeleri için ilkel de olsa bir sigorta güvencesi sağlanmış; köprüler, yollar, limanlar, deniz fenerleri, kütüphaneler, sarnıçlar, su bentleri, çeşmeler ve kaldırımlar inşa edilip, korunabilmiş; kısacası savunma hariç medeni bir toplumda olması beklenilen tüm hizmetler bu sistem sayesinde finanse edilmiş, örgütlenmiş, inşa edilmiş ve korunmuştur.” Ekonomik ve sosyal hayatta bu kadar geniş bir alanda faaliyet gösteren vakıfların bu fonksiyonlarının yaygınlaştırılması veya daraltılmasında sistem ve toplum içindeki konumları gereği ulema sınıfının yaklaşımları ve tavırlarının süreçte etkili olduğu açıktır. Özellikle para vakıfları konusunda yukarıda da anılan Kınalızade Ali Efendi, Birgivi Mehmet Efendi ve Bali Efendi gibi ilim adamlarının şeyhülislamların fetvaları karşısındaki farklı tavır ve tutumları bu konuya açık bir örnek olması açısından zikredilmeye değer niteliktedir.[11]

Sermaye Birikimi, Kapitülasyonlar ve Osmanlılar

Batı Avrupa’da sermayenin belli ellerde toplanması ve bir burjuva sınıfının ortaya çıkmasıyla kapitalizmin yükselişi ve sanayileşme arasında paralellik bulunduğu bilinen bir durumdur. Avrupa’da bu sosyal ve ekonomik dengesizlik sitemin yükselişinde çok tabii bir durum olarak kabul edilirken Osmanlı dünyasında öncelik uzun dönem ve tecrübeler sonunda kurulan ‘denge’ nin muhafazası birinci öncelik olarak görülmüştür. Osmanlı’daki kapan sistemi ve müsadere uygulamaları bu çerçevede değerlendirilebilir. Tanzimat’a kadar devam eden dönemde izlenen politikalar sonucunda Batıdaki burjuva sınıfı gibi bir sınıfın ortaya çıkmayışını bir kayıp saymak yerine dengelerin korunması bağlamında Osmanlıların bu süreci sistemin bir başarısı olarak değerlendirdikleri söylenebilir.

İç pazarda ihtiyaçlar karşılanmadan yapılacak ihracat yasaklanmıştı. Bu ihracat yasağı yaklaşımından ancak 18. yüzyıldan sonra ek gümrük vergileriyle vazgeçilmiştir. Üretimin en üst seviyeye çıkmasının sağlanması ve devletin sınırları içindeki ihtiyacın giderilmesi için tarımsal alanda devletin hem toprak ve hem de emek faktörü üzerinde sıkı bir kontrolü olmuştur. Özellikle tarımsal ürünlerde ve temel gıda maddelerinde devletin ve toplumun ihtiyacının karşılanması birinci öncelik olarak belirlenmiş ve bu noktadaki karar piyasaya bırakılmamıştır.

Öncelikle imparatorluk sınırları içinde iktisadi alanda kurulan dengenin muhafazasını öngören Osmanlı yaklaşımı tüm üretim faktörleri üzerindeki kontrol, ihraç yasakları, narh uygulamaları ve kar sınırlamaları yoluyla aynı dönemlerde Batı Avrupa’da gelişen sermaye birikim sürecinin kendi coğrafyasında ortaya çıkmasını engellediği söylenebilir. Merkezi otoritenin karşısında güçlü bir sermaye sınıfının ortaya çıkmasını engellemeye dönük bir çok tedbiri hayata geçiren Osmanlılar bu yaklaşımı son dönemlerine kadar muhafaza etmişlerdir. Ticaret ve sanayide yüzde iki ile yüzde yirmi arasında bir kârı öngören Osmanlılar ürün darlığı yaşandığı dönemlerde aşırı kâr yoluyla belli bir sınıfın aşırı zenginleşmesini engellemeyi sistem gereği tabii bir durum olarak değerlendirmiştir. Ticarette ortalama yüzde on kâr normal kâr olarak kabul edilmiş ve kâr tahdidi yoluyla Batılı anlamda bir sermaye birikim modelinin gelişmesi engellenmiştir. Batı Avrupa ile karşılaştırıldığında aynı dönemlerde Osmanlı’da faizler kârlarlara göre daha yüksek oranda seyretmiştir. Örneğin 17. yüzyılda İngiltere’de karlar faizin iki katı iken Osmanlılar’daki durum bunun tersi olmuştur.

 

18. yüzyıl Osmanlı’da yerel düzeyde belli bir ekonomik güç düzeyine ulaşmış ayanların[12] etkin olduğu bir dönem olarak bilinmektedir. Balkanlardan Ortadoğu’ya, Anadolu’dan Kuzey Afrika’ya kadar bir çok bölgede ortaya çıkan ayanların en önemlileri arasında Tepedelenli Ali Paşa, Alemdar Mustafa Paşa, Çapanoğlu, Kara Osmanoğlu, Aynacıoğlu ve Sepetçioğlu anılabilir. Burada anılanların servetlerinde belirgin artışlar gözlenirken, bunlar yanında Batı Anadolu’daki (Balıkesir- Edremit) Müridzade Hacı Mehmed Ağa ve Orta Anadolu’da (Amasya-Vezirköprü) Kör İsmailoğlu Hüseyin gibi daha düşük servete ulaşmış örnekler de ayan olarak değerlendirildiğinde 18. yüzyıl Osmanlı toplumunda yerel anlamda belli bir birikime ulaşmış kişi sayısı önemli bir büyüklüğe ulaşmaktadır. Ayanların iktisadi güçlerini üretimi yeniden örgütleyerek veya üretim ilişkilerini dönüştürerek değil de devlet adına vergi toplayarak sağladıkları için Osmanlı yönetim merkeziyle karşılıklı bir bağımlılıkları söz konusudur.

Her ne kadar merkezi devletle ayanlar arasında karşıtlıkla beraber belli düzeyde işbirliği bulunmasına rağmen Osmanlı’nın Batı’daki çağdaşları olan İngiltere ve Fransa gibi kapitalist devletlerin belli bir birikime ulaşmış yerel düzeydeki sermaye sahiplerine yaklaşımları arasında temelden bir farklılık söz konusudur. Batılı devletler bu dönemlerde belli bir sermaye sınıfının teşekkülü için her türlü tedbiri alırken Osmanlılar böyle bir sınıfın varlığını devletin bekası ve toplumsal düzeyde oluşturulan dengelerin bozulmasına neden olacağı düşüncesiyle karşı çıkmışlar ve ayanların gücünü kırmak için müsadere dahil gerekli tedbirlerin uygulanmasında hiçbir tereddüt göstermemişlerdir.

Müslim veya gayri müslim müteşebbislerin aşırı zenginleşmelerine yönelik bu sınırlayıcı uygulamalar dikkate alındığında geriye sadece devlet adamları ve bürokratların bir sermaye sınıfı oluşturma imkanından söz edilebilir. Bu sınıfın da aşırı birikim durumları tespit edildiğinde nüfuz kullanarak bu varlığın edinildiğine hükmedilerek müsadere yoluyla servetlerine el konulduğu bilinmektedir. Geriye bu sınıfın vakıf yoluyla kendi yakınlarına servet transfer etme yöntemleri üzerinde durulabilir. Üst düzey bürokratlar vakıf kurmak suretiyle eşleri, çocukları gibi birinci derecedeki yakınlarına vakfiyeye koydurdukları hükümler yoluyla (örneğin vakıf gelirinin yüzde yetmişi oğluma, kızıma, eşime gibi.) servet aktarma yoluna gittikleri görülmektedir. Osmanlı Devleti’nin bu noktada bu tür vakıfları da müsadere ettiği ve vakfiyedeki bu hükümleri ilgili kişilerin aleyhine olmak üzere yeniden tanzim ettiği görülmektedir. Vakıf kurumun Osmanlı Devleti’nde Batılı devletlerle kıyaslanmayacak düzeyde sosyal ve ekonomik hayatta önemli bir fonksiyonu olduğu dikkate alındığında bu uygulamaların da servetin belli ellerde toplanmasını engelleme ve vakfın gerçek gayesi olan tüm kamuya yönelik hizmetlerin gerçekleştirilmesindeki rolünün devam etmesi konusundaki önemini ortaya koymaktadır.

 

Osmanlı Devleti’nin kişisel servet birikimini engellemeye ve sonuçta bu coğrafyada Batılı anlamda bir sermaye sınıfının oluşmasını engellemeye dönük uygulamaların bilinçli bir yaklaşımla 19. yüzyılın ortalarına kadar uzun bir dönem devam ettiği söylenebilir. Oysa Batı’daki sanayileşme süreci merkantilist dönemde oluşan sermaye birikiminin üzerinde yükselmiştir. Batı Avrupa’da merkantilist dönemdeki devlet-tüccar işbirliği modeli sanayileşme döneminde devlet-sanayici işbirliğine dönüşmüştür denilebilir. Ulusal sanayilerini geliştirmek için ham madde ithalatını teşvik edip mamul madde ihracatını özendiren Avrupalı uluslar karşısında Osmanlı Devleti 19. yüzyıla girerken bile hala geleneksel kapitülasyon politikasını sürdürmeye devam etmiş ve ihracatı kısıtlarken ithalatı özendirmeyi öncelikli bir durum olarak dikkate almıştır.

Orhan zamanından itibaren başlayan kapitülasyon politikası önceleri Ceneviz ve Venedik rekabetini dikkate alırken sonraları bu rekabette Avrupa merkezli dünya ekonomisinde ortaya çıkan gelişmelere bağlı olarak Kuzey Avrupalılar’ın Güney Avrupalılar’dan daha önemli bir konuma gelmesiyle birlikte Atlantik’teki gelişmelere endeksli olarak geliştiği görülmektedir. 16. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’daki ekonomik merkezin Akdeniz’den Atlantik’e doğru kayma eğiliminin belirmesiyle birlikte Osmanlılar bu gelişmeye paralel olarak Kanuni Sultan Süleyman döneminde önce Fransızlar’a (1569) Karadeniz ve Boğazlarda ticareti serbest bırakan bir ayrıcalık tanırken, yüzyılın sonlarına doğru İngiliz tüccarlara (1580) kapitülasyon vermişlerdir. Bir sonraki yüzyılın Avrupa ve dünya ticaretindeki en etkili ülkesi olan Hollanda da yüzyılın başlarında (1612) Osmanlıların ayrıcalığına mahzar olmuştur. Bütün bu gelişmeler dünya ekonomisindeki gelişmelerle uyumu ifade eder. Dünya ekonomisinde etkinlik alanlarını genişleten Batı Avrupalı ulusların Osmanlı bölgelerindeki ticaretten uzak durmalarına neden olacak, daha açık bir ifadeyle dünya ticaretini okyanus aşırı bölgelere taşıma konusunda bir çok avantaja kavuşan Batı Avrupalı tüccarları Osmanlılar kendi bölgelerine çekmek için gerekli olan teşvikleri zamanında devreye sokmuşlardır. Osmanlı sanayileşme sürecini kısmen olumsuz etkilediği konusundaki yaklaşımların yaygınlığına rağmen Osmanlıların ithalatı teşvik politikasını 19. yüzyılın ortalarına kadar devam ettirdiği anlaşılmaktadır.

İngilizlerle 1838 de imzalanan Balta Limanı Ticaret Anlaşması klasik Osmanlı iktisadi zihniyetinin 19. yüzyılda da devam ettiğini göstermektedir. Bu anlaşmada Osmanlılar için ithal gümrükleri %5, ihraç gümrükleri ise %12 olarak belirlenmiştir. Bu oranlar Osmanlıların yaklaşımını ortaya koymaktadır. Burada İngiliz tarafının Osmanlı tarafına baskısı sonucu bu oranların belirlendiği şeklindeki yaklaşımın doğru olmadığını Osmanlı müzakere heyetinin %12’lik ihraç gümrük oranlarını düşük bulduğu ve bu oranı daha da yükseltmek için çaba gösterdiği bilgisiyle ortaya çıkmaktadır. Bu yaklaşım ancak yirmi yıl sonra değişebilecektir. 1861 tarihli antlaşmada hem ithal hem ihraç gümrükleri için tek oran olan %8 belirlenmiştir. Anlaşma gereği 1869‘a kadar her yıl %1 düşürülen ihraç gümrükleri 1869’da da %1 düzeyine inmiştir.[13]

Werner Sombart’a göre modern kapitalizmin yükselişinde kurumsal alandaki en önemli gelişmelerden birisi “anonim şirket”in icadıdır. Sombart bu icadın da merkantilist dönemde Batı Avrupa’da ortaya çıktığını belirtmektedir. Bilindiği gibi anonim şirkette ortakların sorumluluğu sermayeleri ile sınırlıdır. Yine Sombart’a göre anonim şirketin icadıyla kapitalizmin yükselişi arasında paralellik söz konusudur. Bu çerçevede modern kapitalizmin en önemli araçları olan menkul kıymetler (hisse senedi ve tahviller), kambiyo senetleri, kağıt paralar, kamu borçlanma senetlerinin kullanımı yaygınlaşmıştır. İslam düşüncesindeki “kul hakkı” kavramı anonim şirket benzeri yapıların gelişimine engel teşkil ettiği söylenebilir mi? Bu soruya olumlu cevap verilse bile vakıf kurumunun rolü dikkate alındığında, kişisel olmayan ve ebedi bir anasermaye mentalitesine dayanan bağış yollu sermaye birikiminin Osmanlı toplumunda özellikle ticaretin alt yapısını oluşturan han, hamam, bedesten vb. yapıların inşasında ve bunların bir işletme şeklinde uzun dönem faaliyet göstermesinde oynadığı rol dikkate alındığında, vakıf kurumunun bu açığı kapattığı da düşünülebilir. Bununla birlikte ekonomide rolleri ve fonksiyonları itibariyle vakıf ile şirket arasındaki fark son derece açıktır. Anonim şirket kurumunun başta tarımsal alandaki işletmeler olmak üzere ticaret ve sanayi alanındaki sermaye birikiminde Batı Avrupa’da modern dönemde son derece önemli bir rol oynadığı açıktır.[14]

Sanayi Devrimi ve Son Dönem Osmanlı Ekonomi Politiği

18. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa sanayinde İngiltere merkezli ortaya çıkan gelişmeler genelde ‘devrim’ olarak değerlendirilmektedir. Mehmet Genç bu dönemlerden önce yani 18. yüzyılın daha ilk yarısında Osmanlıların o dönem için fabrika olarak kabul edilebilecek bir çok manifaktür (işçilerin/ustaların bir araya gelip üretime dayalı ticaret girişimleri) kurduklarını belirtmektedir. Osmanlıların çok erken başladıkları bu sınai faaliyetlerin devamının gelmemesinin en önemli nedeni bu yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve yıkılışına kadar devam eden siyasal gelişmeler, savaşlar, ayaklanmalar ve bunlara bağlı olarak içerdeki kaynakların ekonomiden ziyade bu alanlara tahsisi ile açıklanabilir. Bununla birlikte 19. yüzyılda dünya ekonomisinde Batı merkezli olarak ortaya çıkan gelişmelere uyum sağlama konusunda Osmanlıların önemli çabaları göze çarpmaktadır.

Tanzimat dönemi bir çok alanda dünyadaki gelişmelere uyum çabası olarak değerlendirilebilir. Bu alanlardan biri de Batı’daki sanayileşme gerçekliği karşısında Osmanlıların ortaya koydukları çabalardır. 1835’te kurulan Tophane, Feshane ve çuha fabrikaları, İzmit kağıt fabrikası, Beykoz teçhizat-ı askeriye fabrikası, Beykoz-İnceköy Porselen fabrikaları gibi tesisler bu çabalara örnektir. Bu süreç yüzyılın ikinci yarısında 1860’larda kurulan Islah-ı Sanayi Komisyonu ile devletin bu olguya ne derece önem verdiğinin bir göstergesi olarak da değerlendirilebilir. Sınai alanda faaliyet gösterecek şirketlerin kuruluş ve gelişimini özendirmek, sanayi sergileri ve fuarları açmak gibi hedefler yanında sanayi mektepleri açmak ve gümrük mevzuatını sanayiyi geliştirecek şekilde yeniden gözden geçirmeyi öncelikleri arasına alan bu komisyonun faaliyetleri Osmanlıların Almanya merkezli gelişen sanayileşme modellerini de yakından izlediklerini göstermektedir. Bununla beraber demir yolu gibi devletin öncülük ettiği alt yapı yatırımları dışındaki özel kesim ile ilgili olarak Osmanlıların sanayileşme çabalarında Batı Avrupa merkezli ortaya çıkan sanayileşme modelini tam olarak benimsemek yerine, toplumsal gerçeklikleri olan küçük çaptaki esnaf ve tezgah üretim modelinin korunmasını birinci öncelik olarak belirlemeleri, sonuçlarının da farklı olmasına yol açmıştır.

Batı Avrupa’da sanayi devrimi ile doğan ve dünyada birinci liberal dalga olarak adlandırılan akım, 19. yüzyıldan başlayarak bir çok ülke gibi Osmanlı ekonomi politiğini de etkilemiştir. Ekonomide sermayenin öncelikli bir faktör olarak giderek öneminin artmaya başlamasıyla birlikte bu dönemlerde Osmanlıların da dünya sermayesinden pay alma yarışına katıldıkları görülmektedir. 19. yüzyılın ikinci yarısında Batı’da birikmiş sermayenin başta demir yolu olmak üzere alt yapı yatırımları ve fabrikalaşma süreciyle Osmanlı topraklarına yöneldiği ve yükselen sanayi güçleri arasında bu alanda bir rekabetin ortaya çıktığı da söylenebilir. Ticaret yanında sermaye ihracı yoluyla dünya pazarlarına açılma konusunda rekabete girişen Avrupa ülkelerindeki bu yöneliş karşısında Osmanlıların bu süreci dikkate alarak İngiltere, Fransa ve Almanya’nın sermaye birikiminden yararlanma konusunda gerekli esnekliği ve uyumu göstermekte tereddüt etmediği söylenebilir. Deyim yerindeyse küreselleşme etkisinin belirginleştiği bu yüzyılda Osmanlıların değişen dünya şartları karşısında suyu tersine akıtma yolunu tuttuklarını söylemek güçtür.[15]

Avrupa’daki sanayi devrimin sonuçları 19. yüzyılın ortalarından itibaren iyice belirginleşmeye başlamıştır. Ekonomide Avrupa yavaş yavaş mesafeyi açmaya başlamıştır. Bunu fark eden Osmanlı yönetici eliti sanayileşme alanında bir çok teşebbüste bulunmuştur. 19. yüzyılın ilk yarısında başlayan bu sanayileşme girişimlerini bir ‘sanayi devrimi’ olarak değerlendiren uzmanlar da vardır.

Sanayi devriminin sonuçlarının belirginleşmeye başlamasıyla birlikte 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde korumacılık anlayışının gündeme getirilmesi arasında bir paralellik bulunmaktadır. Bununla birlikte uygulamada bu dönemde dünyadaki hakim paradigma olan serbest ticaret yaklaşımının Osmanlı’da da ağırlık kazandığı görülmektedir. Dünyadaki ve Avrupa’daki gelişmelerle uyumlu olarak serbest piyasa yaklaşımı bürokraside ağırlık kazanırken aynı dönemde müdahaleci ve korumacı ekonomi politikalarının izlenmesi gerektiğini savunan bürokratlar da bulunmaktadır.[16]

Bu süreçte gelişen önemli bir adım, Osmanlı imparatorluğunun 1878 Berlin Konferansına davet edilmesi ve Batılı bir devlet olduğunun resmen kabul edilmesidir.

19. yüzyılın ortalarında başlayan ilk dış borçlanma süreciyle birlikte Osmanlıların Avrupa sermayesinden yararlanma yolunu tuttukları görülmektedir. Yabancı sermayenin hem mali ve hem de reel alanda kullanımı söz konusu olmuştur. İlk dönemlerde alınan dış borçlar genelde mali alanda kullanılırken, ikinci dönemde altyapı yatırımlarına yöneltildiği görülmektedir.

 Osmanlı İmparatorluğu’nun Duraklama Ve Gerileme Dönemlerinde Sanayileşememesinin Sebepleri

Tarihçiler, geçmişte bir devletin yükselişini, duraklamasını ve gerilemesini belirli savaş ve anlaşmalara bağlama eğilimindedirler. Ancak, bir devletin yaşam çizgisinin iktisadî gelişim çizgisine bağlı olduğu iddia ediliyorsa, o devletin iktisadî gidişatının da incelenmesi gerekir. Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş ve yükselme dönemleri, tüm dünyanın tarım ekonomisinde olduğu döneme tekabül etmektedir. Ancak, Batı’da coğrafî keşiflerin ve Sanayi Devrimi’nin gerçekleşmesi ile İmparatorluğun gerilemesi ve çöküşü aynı döneme tekabül etmektedir. Başka bir deyişle, İmparatorluğun Batı’daki iktisadî değişime ayak uyduramaması gerilemenin belki de en önemli sebebi olmuştur. Zira, sanayileşme sadece teknik bir konu olmayıp aynı zamanda hukukî, siyasî, kurumsal, sosyolojik, iktisadî ve özellikle de kültürel birçok yönü bulunan bir kavramdır.[17] Bir ülkede sanayileşmenin gerçekleşmesi belli bir toplumsal kültür gerektirdiği gibi sanayileşmenin doğurduğu bir kültür de söz konusudur. Literatürde sanayileşme konusunda kültürel ve sosyolojik nedenlerden çok iktisadî ve siyasî nedenlere vurgu yapılmaktadır. Bu kısımda Osmanlı İmparatorluğu’nun sanayileşememesinin nedenleri öncelikle sosyolojik ve siyasî ve sonra da iktisadî olarak ele alınacaktır. Böylece, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesindeki arka plan ortaya koyulmaya çalışılacaktır.

1. Sosyolojik Nedenler

Kapitalizmin bir toplumda gelişmesi için toplum yapısının buna uygun olması gerekmektedir. Öncelikle, kapitalizmin bir toplumda iç dinamiklerle gelişmesi için kâr ve faydayı en yükseğe çıkarmak, toplumun tüm bireylerinde birincil amaç olması gerekmektedir. Ayrıca, üretim araçlarının ağırlıklı olarak özel mülkiyette olması ve işgücünün hareketliliğindeki engellerin kaldırılması da kapitalizmin gelişmesinde gerekli unsurlardır. Kapitalizmin gelişmesinde toplumsal yapıdaki rekabet ile toplumsal sınıflar ve uluslar arasındaki çatışmalar da önem arz etmektedir. Bunlara ilave olarak, ticaretteki idari kısıtlamaların makul düzeyde olması da kapitalizmin gelişmesinde önemlidir. Kapitalizmin gelişmesinde karar alma süreçlerindeki kriterler de önem arz etmektedir. Nitekim, modern kapitalizme geçişte alternatifler arasındaki seçim için dinî ve örfî kutsallar veya ahlâk kuralları yerine teknik verimliliğin esas alınması gerekmektedir. Başka bir deyişle, insan zihniyetinin fayda ve kâr en yükseğe çıkarma anlayışına dayalı ve kişisel çıkar odaklı bir ahlâk anlayışına evrilmesi kapitalist gelişmenin de ön şartıdır. Belirtilenlere ilave olarak kapitalizmin gelişmesinde kurumsal yapının ve hukukî sistemin ticareti kolaylaştırıcı bir şekilde ihdası da gereklidir. Nitekim, kapitalizmin gelişiminde anonim şirketlerin varlığı özellikle riski üstlenen müteşebbisler için sermaye sorumluluğu açısından hayatî bir role sahip olmuştur.[18]

Osmanlı düşünce yapısı ve bağlı olarak iktisadî sistemi, her ne kadar son dönemlerinde Batı etkisine girse de, Türk geleneği ve İslâm düşüncesi dâhilinde açıklanabilir. Bu çerçevede İmparatorluğun Batı’daki iktisadî değişime ayak uyduramaması daha iyi değerlendirilebilir. Türk devlet geleneğinde hem İslâm öncesi hem de İslâm sonrası dönemde tarım toplumlarının temel üretim faktörü olan toprak, devletle özdeş olan hükümdarındır. Esasında bu durum Kurꞌan’ın toplumsal adalete ilişkin emirleri ile yakından alâkalıdır. İnsanların ve toplumların bütün potansiyellerini harekete geçirmesi yönünde telkinleri olan İslâm felsefesinde zenginleşmenin adalet çerçevesinde gerçekleştirilmesi önemli bir ilkedir. Hükümdarın bu iki amacı gerçekleştirmedeki işlevi ise, mülkiyet açısındandır ve mülkiyetin belli sınıflarda toplanmasını engelleme ile gerçekleşmektedir. Bu açıdan İmparatorlukta toplumsal gelir adaletinin bozulmamasına titizlikle dikkat edildiğine dair kanıtlar mevcuttur. Ancak, böyle bir politika kapitalizmin gelişimine de engeldir. Nitekim, kapitalizmin Batı’lı anlamda gelişimini sağlayacak saikler, İmparatorluğun özellikle klasik döneminde gerek yönetim zihniyetinde gerekse toplumsal yapısında mevcut değildir. Zira, Osmanlı toplum organizasyonunda ve yönetiminde bireysel çıkardan ziyade toplumsal çıkar esas alınmıştır. Bu yüzden alternatifler arasındaki tercihler şer’î ve örfî kuralların kutsallarına göre yapılmış, toprak mülkiyeti genelde devlete ve vakıflara ait olmuş, ticarete birçok dönemde önemli sınırlamalar getirilmiş ve toprağa bağlı nüfusun göçü toplum yararı adına yasalarla kısıtlanabilmiştir. Ayrıca Osmanlı değer sisteminde “rekabet” ve “çatışma” yerine, “işbirliği” ve “dayanışma” esastır. Diğer yandan, anonim şirketlerin genel mantığının İslâm ve Osmanlı toplumundaki “kul hakkı” kavramı ile bağdaşıp bağdaşmadığı ise tartışmalıdır Kapitalizmin yukarıda da belirtilen ön şartları bir yana Osmanlı’da iktisadî sistem “provizyonal/geçici” esaslı olmuştur. Başka bir deyişle, Osmanlı ekonomi politiğinde günümüz Batı ekonomilerinde olduğu gibi üretimin talep itişli olarak artırılması ve bu surette sürekli ihtiyaç oluşturulması yerine toplumun temel ihtiyaçlarının karşılanması yeterli görülmüştür.

Klasik Osmanlı sistemini Batı’dan ayıran en önemli unsur, adalet konusundaki zihniyettir. Klasik Osmanlı iktisat sistemi talep yönlü değil arz yönlüdür ve bu anlayış Osmanlı adalet anlayışı ile bağlantılıdır. Buna göre insanın ekonomi için olduğunu ifade eden çağdaş kapitalist anlayışın tersine, klasik Osmanlı sistemi ekonominin insan için olduğu düşüncesiyle ihdas edilmiştir. Yine, Osmanlı İmparatorluğu’nda toplum yararını kendi çıkarından üstün tutan müteşebbis insan tipi söz konusuyken, kapitalist Batı uygarlıklarında kişisel menfaat idealize edilmiştir.

İmparatorlukta kapitalist kalkınma önündeki önemli bir sosyolojik engel de, toplumsal sınıflaşma ile ilgilidir. Osmanlı yönetim anlayışında aristokrat bir sınıfın oluşması engellenmiştir. Bu konuda en tipik örnek padişah eşlerinin, yani daha sonraki padişah annelerinin, halktan ve hatta kölelerden gelmesidir. Aristokrat sınıfın oluşmaması, burjuva sınıfının ortaya çıkmamasında da bir etken olarak düşünülebilir. Burjuva sınıfının oluşmamasında önemli bir etken tüccarlara uygulanan kâr tahditleridir. Aslında her iki politikanın da iktisadî gücün siyasî güce dönüşmemesi ve yönetime rakip çıkmaması adına uygulandığı iddia edilebilir. İmparatorluğun çok milletli yapısı ve millî burjuvanın ortaya çıkmaması modernleşme konusunda da tereddüt ve gecikme nedeni olmuştur. Böyle bir durum, önce ticarî sonra da sanayi burjuvazisinin oluşmasının önünde engel teşkil etmiştir. Belirtilenlerin yanı sıra, üretimin tarıma dayalı olduğu Osmanlı toplumunda tarımsal artık değerin topluma mal edilmesi ve belli sınıflarda toplanmaması daha çok tercih edilen bir politika olmuştur.

2. Politik Nedenler

Esasında, iktisat politikaları açısından bakıldığında Batı’daki sanayileşme sürecinde iç dinamiklerin yanı sıra kalkınmanın başlangıç safhalarında bebek sanayi tezine uygun bir şekilde devletin müdahaleci ve korumacı politikaları da uygulanmıştır. Sermaye birikimi nasıl sağlanırsa sağlansın, sanayileşmenin ilk aşamalarında dışa kapalı bir iktisat politikası uygulanması gerekirken, İmparatorluğun son dönemlerinde Osmanlı yöneticileri bunun tam tersi bir ortamı yaratacak antlaşmalara imza atmışlardır. Özellikle 1838 Baltalimanı Ticaret Antlaşması, Osmanlı yöneticilerinin sanayileşme ve bunun gereği olan iktisat politikaları konusundaki yanılgılarının ve/veya çaresizliklerinin açık bir göstergesidir. İngilizlerle yapılan bu antlaşma Osmanlı İmparatorluğu’nun dış ticaret politikasını açık bir şekilde İngilizlerin inisiyatifine bırakmıştır.[19]

Bu1838 yılında İngilizlerle yapılan Baltalimanı Ticaret Antlaşması’nı, 1854 yılındaki ilk dış borçlanmayı ve bu dönemlerdeki yabancı sermayeye ilişkin politikaları tarafından Osmanlı yöneticilerinin gafleti ve hatta hıyaneti olarak değerlendirilmektedir. Ancak Ortaylı’ya göre özellikle Tanzimat’tan sonra devlet adamlarına sorumsuzluk veya gafillikle suçlamak çok doğru değildir. Nitekim, yüzyılların birikimi ve geri kalmışlığı söz konusudur. Kaldı ki, Sanayi Devrimi yaratıcılarının dahi öngöremediği bir vak’adır ve Osmanlı’nın yüzyıllardır son derece verim aldığı bir sistemi bir anda değiştirmesini beklemek bir ölçüde haksızlık olacaktır

3. İktisadî Nedenler

Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitalist anlamda sanayileşmeyi ve kalkınmayı gerçekleştirememesinin iktisadî diğer bir sebebi de, 18. yüzyıldan itibaren dünya ticaret yollarındaki değişme ve Amerika’nın keşfidir. İmparatorluğun kuruluşundan itibaren temel askerî stratejisi, hem Akdeniz hem de Hindistan ticaret yollarına hâkim olma yönündeydi. Bu hâkimiyet gerçekleştiğinde Batı’da ticaret yollarının yönünü değiştiren keşifler yapılmış, ticaret Atlantik Okyanusu’na kaymış ve söz konusu durum dünya ekonomisindeki dengeleri Osmanlı İmparatorluğu aleyhine değiştirmiştir. Avrupa bir yandan Rönesans ve Reform hareketlerinin değiştirdiği sosyolojik yapıyla; diğer yandan da, yeni kıtadan gelen ekonomik değerlerle sanayileşmeyi rahat bir şekilde finanse edilebilmiştir. Belirtilenlere ilave olarak, Avrupa’da, 12. yüzyıldan itibaren gerçekleşen iklimsel değişim tarımsal üretimin ve bağlı olarak nüfusun artışına yol açarken, Osmanlı topraklarında böylesi bir gelişme yaşanmamıştır. Özetle, Batı dünyasında modern iktisadî büyümenin alt yapısı 12. yüzyıldan itibaren zihniyet, iklim ve coğrafî keşifler itibariyle başlamıştır. Ayrıca, yeni kıtadan gelen altın ve gümüş, fiyat artışlarının ücret artışlarının ötesinde gerçekleşmesine sebep olarak Avrupa’daki sermaye birikiminin artmasına katkıda bulunmuştur. Osmanlı İmparatorluğu ise, ticaret yollarının değişmesinden kaynaklanan gelir kaybının yanı sıra yeni kıtadan gelen bol miktarda altın ve gümüşün iç fiyatlar üzerindeki olumsuz etkisiyle, yani fiyat devrimiyle, sanayileşmeyi gerçekleştirmek bir yana mevcut küçük çaplı sanayisini dahi koruyamamıştır. Fiyat devriminin Osmanlı üzerinde sadece iktisadî değil, sosyal, kültürel ve hatta askerî etkileri de söz konusu olmuştur.[20]

Siyasî nedenlerle Osmanlı’da toprak rejiminin Avrupa’daki gelişmelere ayak uyduramaması ve sanayileşmenin gerçekleştirilememesi, Osmanlı iktisadî sisteminin çökmesindeki en önemli sebeplerden biri olmuştur. İktisadî sistemdeki çöküşün devlet bütçesi üzerindeki etkisi kamu maliyesinin bozulmasıdır. 18. yüzyıldan sonra uzun yıllar süren ve başarısızlıklarla sonuçlanan savaşlar kamu gelirleri ile giderleri arasındaki negatif farkı artırmıştır. Artan bütçe açıkları nedeniyle 1854 Kırım Savaşı sonrasında Batı’dan ilk dış borçlanmasını gerçekleştiren Osmanlı yüksek faiz maliyetinin de etkisiyle yaklaşık 21 yıl sonra yani 1875 yılında morotoryum ilan etmiştir. Batı alacaklarının tahsisi için 1881 yılında Duyun-u Umumiye’yi kurmuş ve Osmanlı kamu maliyesi resmen iflâs etmiştir. Sonuçta dış borçlanma Osmanlı ekonomisinin dışa olan bağımlığını da artıran bir faktör olmuştur. İlginçtir ki, Duyun-u Umumiye’nin kurulmasından itibaren Osmanlı topraklarında doğrudan yabancı sermaye yatırımları artmıştır . Ancak Osmanlı’nın son dönemlerinde yabancı sermayeye ilişkin iktisat politikalarının da sanayileşme yolunda iyi bir idamesi söz konusu değildir. Nitekim, 1900’lü yıllar itibariyle yabancı sermayenin ancak %10-12’si sanayi ile ilgiliydi ve kalanının büyük kısmı ulaştırma ve bankacılık sektörüne yönelikti. Esasında bu durum bir anlamda ulusal burjuvazinin oluşmasında ve dolayısıyla millî sanayinin ihdasında başka bir engel olarak düşünülebilir. Belirtilen süreç boyunca devlet sanayileşme için bütçeden kaynak ayırma bir yana borçlarını dahi ödeyemez hale gelmiştir.[21]

SONUÇ

Osmanlı İmparatorluğu özellikle 15. yüzyılın ortalarından 18. yüzyılın sonlarına kadar eski kıtada önemli bir hâkimiyet kurmuştur. Bu hâkimiyetin kurulmasında iktisadî, askerî ve toplumsal organizasyonun yetkin bir şekilde uygulanması etkili olmuştur. Belirtilen dönem boyunca tüm dünyada tarımsal üretim iktisadî gücü belirlemekteydi. İmparatorluğun iktisat politikaları da tarımsal üretimi devlet mülkiyetiyle gelir adaletini tesis etmeye yönelik bir biçimde uygulanmıştır. İmparatorluğun yükseliş dönemlerinde geniş halk kitlelerinin refahının artırılmasını hedef alan iktisat politikaları, devletin gücünün de artmasına yol açmıştır. Ancak, Batı’da 16. ve 17. yüzyıldan itibaren başlayan Bilim Devrimi, Coğrafî Keşifler ve Sanayi Devrimi tarıma ve küçük ölçekli zanaata dayalı Osmanlı ekonomisini sarsmıştır. Bu sarsıntı sonucunda Batı ile rekabette İmparatorluk avantajlarını kaybetmiştir. Söz konusu durumun gerçekleşmesi ile son yıllarında dahi birkaç istisna göz ardı edilirse Osmanlı ekonomisinin sanayileşmesi Avrupa’ya göre çok yetersiz kalmıştır. Sonuçta Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri yabancı sermayenin denetimi altında yarı-sömürge olarak yaşanmıştır. Bu dönemde İmparatorluk görünüşte siyasî açıdan bağımsız iken, iktisadî olarak neredeyse tamamen dışa bağımlı olmuştur. Ülke sanayileşme açısından atölye denebilecek denli küçük işletmeler bir yana bırakılırsa son derece geri kalmıştır. İmparatorluğun son yıllarında kalkınma için dışa kapalı ve ithal ikameci sanayileşme yönünde bir bilinç ve çaba oluşmaya başlasa da, gerek dış siyasî baskılar gerekse iç ekonomik koşullar bu bilincin gerekleri önünde engel olmuştur.



[1] H. İnalcık, Ottoman Empire s.115

[2]  İlber Ortaylı,Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi,s. 130

[3] "Osmanlı'da Çöküş Dönemine Bakış"  (PDF). s. 20. 13 Mart 2016 tarihinde kaynağından (PDF) arşivlendi. Erişim tarihi: 12 Ocak 2014.

[4] Yrd. Doç. Dr. Cüneyt DUMRUL, Yrd. Doç. Dr. Yasemin DUMRUL, Yönetim ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi – Sayı:23 (2014) - Doi: http://dx.doi.org/10.11611/JMER248.

[5] Bulut Mehmet, Osmanlı Ekonomi Politiği’ne Yeniden Bir Bakış, Bilig, YAZ 2012 / Sayı,  62 63-96.

[6] Ülgener, Sabri (1981a). Dünü ve Bugünü ile Zihniyet ve Din: İslâm, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlâkı. İstanbul: Der Yay.

 

[7] Genç, Mehmet (2002). “Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi”. 2. Basım. İstanbul: Ötüken. s. 44.

[8] Tabakoğlu, Ahmet (1994). Türk İktisat Tarihi. İstanbul: Dergah.

 

[9] Pamuk, Şevket (2005). Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914. İstanbul: İletişim Yay. s. 91.

[10] İnalcık, Halil (1951). “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş ve İnkişafı Devrinde Türkiye’nin İktisadi Vaziyeti Üzerinde Bir Tetkik Münasebetiyle” Belleten XV: 629-690.  (2004).

[11] Çizakça, Murat (2000). A History of Philanthropic Foundations: The Islamic World From the Seventh Century to the Present. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi. s.22.

[12] Osmanlı Devleti’nde XVIII. yüzyıl’dan itibaren güç kazanmaya başlayan yerel güçlerin yarı resmi adıdır. Dirlik sisteminin bozulmasından sonra devletin, asker ve vergi toplama işlerini üstlenen bu kişiler zamanla güç kazandılar. Kazanılan bu güç, bir süre sonra ailelere ve soylara da yansımaya başladı. Padişah II. Mahmut (1808 - 1839 ) zamanında, 1808 yılında devlet ayanların varlığını imzalanan Sened-i İttifak ile onayladı. Daha sonra güçleri kırılarak padişahın en güvenilir unsurları haline geldiler.

[13] Genç, Mehmet (2002). “Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi”. 2. Basım. İstanbul: Ötüken, S. 93.

[14] Sombart, Werner (2005). Kapitalizm ve Yahudiler. Çev. S. Gürses. İstanbul: İleri Yay. s. 75-108.

[15] Pamuk, Şevket, (2008). Osmanlı Ekonomisi ve Kurumları. İstanbul: Türkiye İş Bankası Yay. s. 4-7.

 

[16] Mardin, Şerif (1990). “Türkiye’de İktisadi Düşüncenin Gelişmesi (1838- 1918)”. Siyasal ve Sosyal Bilimler, Makaleler II, İstanbul: İletişim. s.65.

[17] Ortaylı, İ (2007) “Avrupa ve Biz”, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları. s. 2-3.

[18] Bulut, M. (2012) “Osmanlı Ekonomi Politiği’ne Yeniden Bir Bakış”, Bilig, s. 80-81.

[19] Tanilli, S. (2006) “Uygarlık Tarihi”, İstanbul: Alkım Yayınları, s. 322-323.

[20] Genç, M. (2010) “Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi”, İstanbul: Ötüken Neşriyat. s. 334.

[21] Pamuk, Ş. (2005a) “Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme: 1820-1913”, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. s.64-68.