Osmanlı İmparatorluğu'nun Ekonomi Politiği
Osmanlı İmparatorluğu'nun ekonomik tarihi, iki döneme ayrılır. İlki, oluşturulan kapalı tarım ekonomisinin imparatorluk içinde bölgesel fark gösterdiği klasik çağ (genişleme); ikincisi ise devlet ve kamu görevleri üzerine, idari ve politik düzenlemeler ile başlayan devlet örgütlü reformları kapsayan reform dönemidir. Askerî reformlar ile başlayan değişim; kamu ve zanaatkar loncalarına uzanmıştır.
Osmanlı Devleti,
beylik döneminden bu yana sistemli bir malî teşkilâta sahip olmuştu.
Osmanlılardaki ilk maliye teşkilâtının Murat Hüdavendigâr (I. Murat) zamanında Çandarlı Kara Halil Paşa ile Karamanlı Kara Rüstem Paşa tarafından yapıldığı belirtilmektedir. Bu
bilgiler ışığında meseleye bakıldığı zaman Osmanlı maliyesinin daha ilk kuruluş
yıllarında ortaya çıktığı ve devletin buna büyük bir önem gösterdiği
anlaşılmaktadır.
Fâtih zamanında hazırlanan
kanunnâmede "Bu kanunnâme atam ve dedem kanunudur ve benim dahi
kanunumdur" ifadesi ile tarihî bilgilere göre ilk Osmanlı hükümdarlarının,
bir araya getirilip tedvin edilmemiş kanunnâme hükümleri ile âmil oldukları
anlaşılmaktadır. Fâtih kanunnâmesinde yer alan Ve yılda bir kerre rikâb-i
Hümâyunuma defterdarlarım irad ve masrafım okuyalar hil'at-i fahire giysinler. ve Ve
hazineme dahil ve hariç olan akça, defterdarlarım emri ile dahil-hariç olsun ifadeleri,
Osmanlıların maliye teşkilâtına ne denli ehemmiyet verdiklerini, bu anlayışa
daha ilk zamanlardan beri nasıl sahip çıktıkları görülmektedir. Aslında buna
ihtiyaç vardı. Zira gelir ve gider hesapları olmayan, neyin nereden ve ne zaman
geleceği bilinmeyen ve bu konuda istatistiksel bir bilgiye sahip olmayan bir devlet tahayyül
edilemez.
Mali Teşkilat
Osmanlı
maliye teşkilâtının başında "Defterdar" adı verilen bir görevli bulunmaktadır. Bu
görevli, günümüzdeki Maliye Bakanlarının yerine getirmekle yükümlü oldukları
görevleri yapıyordu. Önceleri teşkilatın başında bir defterdarla, onun maiyeti
vardı. Bütün malî işlerden bu Baş defterdar sorumlu idi. Ancak zamanla Osmanlı
ülkesinin genişlemesi üzerine defterdar sayısı ikiye çıkarıldı. Kanunnâmede de
belirtildiği gibi defterdar padişah malının vekili idi.
Kuruluş
döneminde gelirler, daha fazla bir yekûn tutuyordu. Buna karşılık masraflar pek
o kadar fazla değildi. Zira bu dönemde Osmanlı askerinin büyük bir kısmı tımarlı sipahi idi.
Ayrıca devlet erkânından çoğunun has ve tımarlarının geliri kendilerine yetiyordu. Devletin masrafı
ise sadece Kapıkulu askerlerine verilen para (maaş) idi. Gelirlerin fazlası ise
cami, medrese, köprü, han, hamam gibi imar işlerinde kullanılıyordu.
Hazine
Osmanlı maliyesi, "Miri hazine" (veya dış hazine) ile Enderûn (veya iç hazine) hazinesi olmak üzere iki kısımdı.
Dış hazinenin görev ve yetkisi, devletin genel gelirlerini toplamak ve gerekli
masrafları yerli yerinde kullanmak şeklinde belirlenmişti. İç hazine ise
padişaha aitti. Padişahlar, bu hazineyi istedikleri şekilde kullanıyorlardı.
Şayet dış hazinenin parası yetişmez ise iç hazineden borçlanmak suretiyle ödünç
para alınırdı. Dış hazine, vezirde bulunan hükümdar mührü ile açılıp kapanırdı.
Bu hazine, defterdarın sorumluluğu ve vezirin denetimi altında idi.
Bundan bir müddet öncesine kadar ilk Osmanlı sikkesinin Orhan Bey 'e
ait olduğu biliniyordu fakat Osman Bey'e ait sikkenin bulunmasıyla eski bilgi,
geçerliliğini kaybetti. Buna göre ilk Osmanlı parasının Osman Gazi döneminde
tedavüle çıktığı anlaşılmaktadır. Gümüşten mamul Osmanlı parasına "akça"
deniyordu. Her padişah, hükümdarlık alameti olarak kendi adına para bastırırdı.
Osmanlı hükümdarları Fâtih Sultan Mehmet dönemine kadar gümüş ve bakır para
bastırdılar. Kuruluş Dönemi ve daha sonraki dönemlerde paranın
ayarına ve saf gümüş olmasına özen gösteriliyordu.
Gelir
Dağılımı
Osmanlı'da
zengin sınıf gerek vakıf anlayışı, gerekse devletin iktidar kaygısı
ile fazla büyümemiştir. Ancak devlet görevlilerinin imkânları çoktu ve
genellikle zengindiler. Bürokratlar Osmanlı toplumunun en zengin ve
kudretli sınıfıdır. Prof. İnalcık'a göre; "1500'lerde bir sancak
beyinin yıllık geliri 4 bin 12 bin düka altını arasında değişiyordu. Oysa aynı
dönemde Bursa'nın zengin bir tüccarı dört bin altın servete nadiren
sahipti".[1] Çok
küçük bir bürokratlar sınıfı padişah ailesinden sonra, en zengin kesimi
oluşturuyordu. Ardından yabancı tüccarlar ve müslümanlar geliyordu.
Örneğin: Lütfi Berkan'ın 1528'de Rumeli'deki dört sancekta tespit
ettiğine göre: toplam gelirin % 35'i padişahın haslarına, %
54'ü tıma ve zeamete, % 7'si sancak beyleri
hassına ve ancak % l'i mülk ve vakıf araziye aittir. Merkezi
devlet toplam gelirin ancak % 37'sine el koyabilmekte, artan kısmı
eyaletlerde kalmaktadır. Bu da devletin askerî ve sürekli seferberlik halinde
olmasından ileri gelmekteydi. [2]
Vergiler
Osmanlı
devlet sisteminin önemli müesseselerinden biri olan mâliyenin, temel dayanağını
teşkil eden vergi, genel mânâda iki ana bölüme ayrılır. Bunlardan biri
tamamıyla şeriata dayanan ve esas itibarıyla Kitab (Kur'an) ile Sünnet'ten
kaynaklanan "Şer'î Vergiler"dir ki buna "Tekâlif-i Şer'iyye"
denmektedir. İkincisi de baş gösteren malî sıkıntılar yüzünden devlet
tarafından bir zorunluluk sonucunda konan "Örfî Vergiler"dir ki buna
da "Tekâlif-i Örfiye" denir.
Osmanlı vergi sisteminin
özelliklerinden biri de tebeadan alınan verginin kendisini (tebea) ne malî, ne
de hukukî yönden rencide etmemiş olmasıdır. Hatta bu, sadece devletin bizzat
kendisinin aldığı vergilerde değil, onun adına timar sahibinin aldığı
vergilerde de geçerli idi. Öyle ki, dirlik sahibi, reâyadan cins ve miktarları
kanunlarla tayin edilmiş olan bir kısım vergiden fazlasını tahsile selahiyetli
değildi. Yetkisini asıp onu kötüye kullanandan dirliği, bir daha geri
verilmemek üzere alınırdı. Osmanlı İmparatorluğu çeşitli dönemlerde
yabancılara kapitülasyonlar sağlamıştır. Yabancı tüccarlara
verilen imtiyazlar iktisadi yapıya uzun vadede yıkım getirmiştir. Örneğin:
1838'de İngiltere'nin dayattığı bir antlaşma ile devlet tekeli kaldırılmış,
ihracattan alınan vergi miktarı %12, ithalat vergisi ise %3 yapılmıştır. Bu
şekilde devlet toprakları açık pazar haline gelmiştir.[3] Kapitülasyonlar
1928'de ancak tam olarak kaldırılabilmiştir.
Osmanlı vergisi iki ana bölümden
oluşmaktadır. Bunlardan biri Şer'î Vergiler, diğeri de Örfî vergilerdir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Kapitalist
Yöntemle Sanayileşmesinin Önündeki Engeller[4]
1915
yılı itibariyle Osmanlı İmparatorluğu’nun Türkiye sınırları içindeki fabrika
sayısı 40’ı bulmamaktaydı ve bu fabrikalar da temel ihtiyaçlarda dahi dışa
bağımlılığı gideremeyecek bir yapıdaydı. Kurtuluş Savaşı’nın ardından 1923
yılında Türk ekonomisinde sanayi sektörünün GSMH içindeki payı %10’u biraz
geçerken, %43’lük payı ile tarım ve %46’lık payı ile hizmetler ekonominin hâkim
sektörleri konumundaydı. Aynı durum istihdam için de geçerli olup 1923 yılı
itibariyle toplam istihdamın sadece %3,52’si sanayi sektöründe istihdam
edilmişti. 1927 yılı itibariyle Türkiye’deki işletmelerin makine gücü 65.245 BG
iken sadece Almanya sanayisinin 1925 yılındaki makine gücü 18 milyon BG’nin
üzerindeydi. Sanayi Devrimi’nin aynı zamanda bir “enerji devrimi” olduğu ve
Avrupa’da 18. yüzyılda başladığı düşünülürse Osmanlı’dan kalan sanayinin ne
denli geri olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca söz konusu rakamlar Osmanlı
İmparatorluğu’nun tarım toplumundan sanayi toplumuna dönüşemediğini, başka bir
deyişle kapitalist dünyanın dışında kaldığını göstermektedir.
Osmanlı
İmparatorluğu kuruluş ve yükseliş dönemlerinde iktisadî gücünü iyi bir şekilde
organize edebilmiş ve böylece Lale Devri’nin sonuna kadar Doğu’nun ve hatta
dünya genelinin lideri olmuştur. İmparatorluğun yükselişinde, Türk-İslâm siyasî
geleneğinin Roma ve özellikle Bizans siyasî kültürü ile bütünleştirilerek
çağının ilerisinde bir iktisadî organizasyona sahip olmasının etkili olduğu
iddia edilebilir. İmparatorluğun yükselme dönemleri iktisadî gücün dünya
genelinde tarımsal üretimle belirlendiği dönemlerdir ve Tımar sistemine dayalı
tarım politikası devletin gücünü ve halkın refahını dünyanın geri kalanına göre
daha üst düzeyde tutmuştur. Ancak, Avrupa’da coğrafî keşiflerin, Sanayi ve
Bilim Devrimi’nin gerçekleşmesi ile İmparatorluğun duraklama ve çöküş süreci
birlikte gelişen iki vak’adır. İmparatorluğun yöneticilerinin Avrupa’da
gerçekleşen bu gelişmeleri ve bu gelişmelerin uzun dönemdeki sonuçlarını görmediğini
iddia etmek zordur. Bunun yerine, kapitalist yöntemle sanayileşmenin Osmanlı
İmparatorluğu’ndaki devlet ve toplum anlayışına uymadığını savunmak daha doğru
olabilir. Belirtilenler ışığında, bu çalışmanın amacı İmparatorlukta
sanayileşmenin neden gerçekleşmediğinin ortaya koyulmasıdır. Söz konusu amaç
doğrultusunda çalışmanın hipotezi, Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitalist
sanayileşmenin gerçekleşmesi için gerekli toplumsal iç dinamiklere ve
özelliklere sahip olmadığıdır.
Osmanlı Ekonomi Politiğiyle İlgili
Yaklaşımlar[5]
Osmanlı
ekonomi politiği ile ilgili kesin yargıya varmak için elimizdeki çalışmaların
yeterli olduğunu söylemek güçtür. Bununla birlikte alanda bu güne kadar yapılan
çalışmaları beş grupta toplamak mümkündür. Osmanlı ekonomik zihniyeti ve
ekonomi politiği konusunda anılmaya değer nitelikteki ilk yayınlar hiç şüphesiz
merhum Sabri Ülgener’in[6]
çalışmalarıdır. Batı’da üretilmiş yaklaşım ve paradigmalardan hareketle Osmanlı
zihniyeti ve ekonomi politiğini tanımlamaya çalışan Ülgener’in yaptığı
araştırmaları bu anlamda son derece önemlidir. Ülgener’in, zihniyetin Osmanlı
iktisadi gelişmeleri üzerindeki etkisine değinen ilk düşünürlerimizden biri
olması, özellikle ortaya koyduğu ufuk ve kapsamın hala olduğu yerde durması,
çalışmalarının önemini daha da arttırmaktadır.
İnsanla
ilgili bir bilim olan iktisat ile toplumsal ahlak arasında sıkı bir bağ
olduğunu düşünen Ülgener, zihniyetin bu çerçevede iktisadi gelişmede Weberyen
bir yaklaşımla belirleyici olduğu inancındadır. Ülgener, Weber’in Avrupa
kapitalizminin ruhunu Protestan ahlakının belirlediği iddiasından yola çıkarak
bu yaklaşımı Osmanlı toplumuna uyarlamaya çalışmış ve Türk toplumundaki
ekonomik geri kalmışlığın temelinde tasavvufun etkisiyle ortaya çıkan
kanaatkarlığın belirleyici etkisi olduğu sonucuna ulaşmıştır.
Toplumdaki
tüm ekonomik aktörleri tasavvufla ilişkili kabul etmesi Ülgener’i böyle bir
sonuca ulaştırmış gibi görünüyor. Oysa Osmanlı toplumu öncelikle heterojen bir
nüfus yapısına sahipti. En güçlü olduğu 16 ve 17. yüzyıllarda nüfusun
ekseriyeti gayri müslimdi. Bu bağlamda nüfusun yarısından fazlasının Ülgener’in
analizinin dışında kalmış olması muhtemeldir. Diğer yarıdaki müslüman nüfusun
tümünü tasavvuf ve tarikatlarla doğrudan ilişkili kabul etmek de tutarlı değildir.
Görüldüğü
gibi Osmanlı toplumundaki ekonomik aktörlerin önemli bir bölümü tasavvuf etkisi
dışındadır. Son olarak tasavvufla doğrudan ilişkisi olan şehirdeki esnaf,
zanaatkar ve tüccarlar ile tüm tasavvuf ekollerindeki ekonomik aktörlerin
Ülgener’in resmettiği anlamda “pasifist” bir tutum takındıkları ve dünya
işlerinden uzak durmayı öğütlediğini varsaymak ciddi bir tartışma konusudur.
Ömer Lütfi Barkan’ın “Kolonizatör Türk Dervişleri” ile ilgili çalışması
tasavvufun etkisinin ekonomik ve sosyal alanda negatif olmaktan ziyade pozitif
etkisi olduğunu göstermektedir.
İkinci
yaklaşım biçimi ise Mehmet Genç tarafından ortaya konulan ve yapıdan hareketle
ekonomik zihniyeti belirlemeye yönelik çalışmalardır. Merkantilist (ihracatın
fazla, ithalatın az olmasını önceleyen sistem) dönemde Osmanlı ekonomi
politiğinin belirlenmesinde, farklı bir ekonomik anlayışı gündeme
getirmektedir. “Devlet bir çok iktisadi fonksiyon görmekte ve bu faaliyetler
esnasında çeşitli hedefler tespit etmekte ancak bu fonksiyonlar ve hedefler
hiçbir zaman sırf iktisadi bir mahiyet gösteremez, ekseriya siyasi, dini,
askeri, idari veya mali hedef ve düşüncelerle iç içe birbirinden tefrik
edilmesi zor bir karmaşıklık içinde bulunurdu”. Osmanlı ekonomik zihniyetini
empatik bir yaklaşımla açıklamaya çalışan Genç’in Osmanlı ekonomi politiğinin
anlaşılmasındaki önemi son derece açıktır. Osmanlı toplum ve ekonomisinde etkin
ve yetkin konumda bulunan kişilerin hangi saiklerle hareket ettiklerini
açıklayan Genç, bu bağlamda özellikle dünyadaki gelişmeler karşısında
kayıtsızlık gibi bir durumun söz konusu olmadığını vurgulamaktadır. Genç’in
yönetici elit merkezli yaklaşımının Osmanlı’da izlenen ekonomik politikaların
ve bu politikaların arkasında yatan temel nedenlerin anlaşılmasında ayrı bir önemi
bulunmaktadır.[7]
Toplumunda
tüccarın geniş hareket serbestisine rağmen Batı Avrupa’daki gelişmeler
Osmanlı’da görülmedi. Kapitalist sistemin merkez gücü konumundaki burjuva
sınıfı Osmanlı toplumunda ortaya çıkmadı veya çıkamadı. İktisadi hayatta
“burjuva” tipi Avrupa kapitalizminin temel öğesi iken, “ahi” tipinin Osmanlı
sisteminde merkezi bir rol oynadığını düşünen Tabakoğlu, bu yapının
Selçuklular’dan alınan en önemli miras olduğuna işaret etmektedir. Osmanlı
ekonomi politiğinin anlaşılmasında üçüncü açıklama modeli olarak kabul
edilebilecek “ahilik” yaklaşımının İslam toplumundaki kardeşlik ve paylaşma
anlayışından kaynaklandığı ve bu anlayışın Osmanlı toplumunu derinden
etkilediği düşünülmektedir.[8]
Osmanlı
ekonomi politiğinin anlaşılmasında üçüncü açıklama modeli olarak kabul
edilebilecek “ahilik” yaklaşımının İslam toplumundaki kardeşlik ve paylaşma
anlayışından kaynaklandığı ve bu anlayışın Osmanlı toplumunu derinden
etkilediği düşünülmektedir. Bireysel, kurumsal ve toplumsal alanda Osmanlılar
ile Avrupalılar arasında bir farklılıktan söz ediliyorsa acaba ahilik
zihniyetinin farklılığı burada ne kadar etkili olmuştur? Bu zihniyetin
ekonominin örgütlenmesinden çalışma ilişkilerine, üretimden bölüşüme kadar bir
çok alanda önemli sonuçlar doğuracağı şüphesizdir.
Osmanlı
ekonomi politiği konusunda dördüncü olarak anılmaya değer açıklama modeli
Şevket Pamuk’un öncülük ettiği ve adına “Osmanlı pragmatizmi” denilen modeldir.
Pamuk’a göre Osmanlılar İslam dinine bağlı kişiler olarak zamanın ve şartların
gereği olarak ekonomik alandaki uygulamalarda son derece esnek
davranabiliyorlardı. Faiz ve müsadere alanındaki uygulamalara işaret eden Pamuk
Osmanlı pragmatizminin zaman zaman dini ilkeleri zorladığını belirtir. Pamuk,
ayrıca Osmanlı Devleti’nin ticaret ve yerel piyasalara ilişkin uygulamalarını
sürekli ve kapsamlı bir müdahalecilik olarak nitelendirmenin doğru olmadığını
düşünmektedir. Osmanlıların ekonomik alandaki müdahalelerinin seçici
müdahalecilik olarak değerlendirilmesinin daha doğru olacağı kanaatini taşıyan
Pamuk bu anlayışın 18. yüzyılın sonlarına kadar devam ettiğini yazar. Bir dış
dinamik olarak değerlendirilebilecek savaşlar nedeniyle mali dengelerin
bozulmasıyla ilgili yüzyılın sonlarından itibaren yeni bir müdahalecilik
döneminin başladığını ve bu sürecin 19. yüzyılda devam ettiğini ileri süren
Pamuk’a göre, bütün bunları duruma göre serbestlik veya müdahaleciliği hayata
geçiren Osmanlı pragmatizmi olarak nitelendirmek gerekmektedir.[9]
En
önemli tarihçilerimizden Halil İnalcık’ın genel tarih çalışmaları içinde
Osmanlı ekonomi politiğinde “adalet” ve “bolluk ekonomisi” merkezli sistem
yaklaşımını beşinci açıklama modeli olarak belirtmek gerekir. İnalcık Osmanlı
sistemindeki ‘adalet’ kavramının sadece siyasal alanla sınırlı olmadığını
sosyal ve ekonomik boyutunun da ihmal edilmeyecek kadar önemli olduğuna dikkat
çekmektedir. Adaletin yönetici elit için bu görevleri ifa etmedeki meşruiyetin
temeli olduğunu belirten İnalcık bu çerçevede başlangıçtan itibaren “bolluk
ekonomisi” anlayışının Osmanlı ekonomi politiğindeki rolüne işaret etmektedir. Klasik
dönem Osmanlı ekonomi politiğinde adalet ilkesine dayalı olarak arz yönlü
iktisat politikalarının yönetici elit için temel öncelik olduğu görülmektedir.
İnalcık’ın “adalet” ve “bolluk ekonomisi” yaklaşımının Osmanlı yönetici
elitindeki yansımasının bir göstergesi anlamında, Sinan Paşa’nın
Marifetnamesi’ndeki tespitler açıklayıcıdır.“ Ülkendeki tüccarlara iyi davran,
her zaman onları koru, kimsenin onlara kötü davranmasına izin verme, kimsenin
onların düzenini bozmasına izin verme, çünkü onların ticareti ile memleket
zenginleşir ve onların malları sayesinde dünyada ucuzluk yayılır, onlar
aracılığıyla sulanın yüce şöhreti çevredeki ülkelere taşınır ve onlar
tarafından ülkenin zenginliği artar” Belgelerde sıkça vurgulanan “ibadullahın
terfi-i ahvali” (Allah’ın kullarının durumunu (iktisadi, sosyal vb.) daha iyi
bir noktaya ulaştırmak veya iktisadi kavramlarla ifade edersek toplumdaki her
ferdin bireysel refahını yükseltmek) padişah başta olmak üzere diğer tüm yönetici
elit için izlenen ekonomi politikte “başarı” kriteri olarak
değerlendirilebilir.[10]
Osmanlı
ekonomi politiğinin anlaşılmasında yukarıda anılan çalışmalar ve bu
çalışmaların öncülerinin katkıları açıktır ve gerçekten çok değerlidir. Ancak
Osmanlı ekonomi politiğinin tutarlı bir bütünlük içinde daha açık bir biçimde
ortaya çıkabilmesi için, özellikle iç dinamikler bağlamında bu dünyanın kendi
içinde o dönemlerdeki ulema sınıfı ve düşünce adamlarının iktisadi konulardaki
yaklaşımlarının da keşfedilmesine gerek vardır. Osmanlı dünyasındaki yönetici
elitin ve ekonomik aktörlerin yaklaşımları ve davranışları Osmanlı ekonomi
politiğinin anlaşılmasında son derece önemlidir. Ancak en az bunlar kadar
önemli olan düşünür ve ulema sınıfının ekonomiyle ilgili yaklaşımları ve
bunların sonuçlarıdır. Çünkü Osmanlı’daki sistem içinde önemli bir konumda
bulunan ilim ve düşünce adamlarının hem karar alıcı ve uygulayıcı yönetici
sınıf ve hem de ekonomik aktörler üzerinde etkileri olduğu dikkate alınması
gereken bir olgudur.
Nasıl
ki Modern Avrupa ekonomisini ve ekonomi politiğini anlamak için 1500-1750
dönemi için merkantilist düşünürlere ve 1750-1870 dönemi için de klasik
iktisatçıların düşüncelerine bakma ihtiyacı hissediyorsak aynı dönemdeki
Osmanlı ekonomi politiğini anlamak için de o günün Osmanlı düşünürleri ve
ulemasının düşüncelerine ve yaklaşımlarına bakmamız gerekmektedir. Özellikle
klasik dönem Osmanlı ekonomi politiğinin tutarlı bir bütünlük içinde
anlaşılabilmesi için yönetici elit yanında aynı dönemlerde özellikle belli
başlı ilim ve düşünce adamlarının yaklaşımları da dikkate alınmalıdır.
Günümüze
kadar bir çok çalışma yapılmış olmakla birlikte Osmanlı iktisadi ve sosyal
hayatında vakıfların oynadığı rolün tüm yönleriyle gün yüzüne çıkarıldığını
söylemek güçtür. Geniş Osmanlı coğrafyasında bölgeler arası ticareti
geliştirmek için özellikle vakıfların altyapı hizmetlerindeki öncülüğü ve
katkılarıyla dönemin zor ulaşım koşulları içinde maliyet avantajı sağlanarak
kilometrelerce mesafelere karadan mal transfer edilebilmesi üretim ve ticaretin
gelişmesinde hayati düzeyde rol oynadığı söylenebilir.
Günümüzde
belediyeler yanında bayındırlık ve sosyal güvenlik anlamında faaliyet gösteren
kurumların yaptıkları görev ve çalışmaların önemli bir bölümü Osmanlılar
döneminde vakıflarca ifa edilmiştir. Bu kurumların toplam bütçe büyüklüklerinin
genel bütçe içindeki oranları dikkate alındığında vakıfların ve bu tür
kurumlardaki aktörlerin rolünün Osmanlı ekonomi politiğinin anlaşılmasında ayrı
bir önemi olduğu daha açık bir biçimde anlaşılabilecektir. “Gerçekten de,
vakıflar sayesindedir ki güçlü devlet tarafından mülkiyet haklarının çiğnenmesi
engellenmiş; İslam medeniyetinin zengin mimari mirası finanse edilip
yüzyıllarca korunabilmiş; mahalleler maddî bunalıma düşen bir devlet tarafından
bindirilen ağır vergi yükünü kaldırabilmiş; arazilerin İslam hukuku gereği
aşırı parçalanması önlenebilmiş; yaşlılık ve maluliyet maaşları verilebilmiş;
bir kurum olarak sigortanın bilinmediği bir çağda, lonca ya da mahalle üyeleri
için ilkel de olsa bir sigorta güvencesi sağlanmış; köprüler, yollar, limanlar,
deniz fenerleri, kütüphaneler, sarnıçlar, su bentleri, çeşmeler ve kaldırımlar
inşa edilip, korunabilmiş; kısacası savunma hariç medeni bir toplumda olması
beklenilen tüm hizmetler bu sistem sayesinde finanse edilmiş, örgütlenmiş, inşa
edilmiş ve korunmuştur.” Ekonomik ve sosyal hayatta bu kadar geniş bir alanda
faaliyet gösteren vakıfların bu fonksiyonlarının yaygınlaştırılması veya
daraltılmasında sistem ve toplum içindeki konumları gereği ulema sınıfının
yaklaşımları ve tavırlarının süreçte etkili olduğu açıktır. Özellikle para
vakıfları konusunda yukarıda da anılan Kınalızade Ali Efendi, Birgivi Mehmet
Efendi ve Bali Efendi gibi ilim adamlarının şeyhülislamların fetvaları
karşısındaki farklı tavır ve tutumları bu konuya açık bir örnek olması
açısından zikredilmeye değer niteliktedir.[11]
Sermaye Birikimi, Kapitülasyonlar ve
Osmanlılar
Batı
Avrupa’da sermayenin belli ellerde toplanması ve bir burjuva sınıfının ortaya
çıkmasıyla kapitalizmin yükselişi ve sanayileşme arasında paralellik bulunduğu
bilinen bir durumdur. Avrupa’da bu sosyal ve ekonomik dengesizlik sitemin
yükselişinde çok tabii bir durum olarak kabul edilirken Osmanlı dünyasında
öncelik uzun dönem ve tecrübeler sonunda kurulan ‘denge’ nin muhafazası birinci
öncelik olarak görülmüştür. Osmanlı’daki kapan sistemi ve müsadere uygulamaları
bu çerçevede değerlendirilebilir. Tanzimat’a kadar devam eden dönemde izlenen
politikalar sonucunda Batıdaki burjuva sınıfı gibi bir sınıfın ortaya
çıkmayışını bir kayıp saymak yerine dengelerin korunması bağlamında
Osmanlıların bu süreci sistemin bir başarısı olarak değerlendirdikleri
söylenebilir.
İç
pazarda ihtiyaçlar karşılanmadan yapılacak ihracat yasaklanmıştı. Bu ihracat yasağı
yaklaşımından ancak 18. yüzyıldan sonra ek gümrük vergileriyle vazgeçilmiştir.
Üretimin en üst seviyeye çıkmasının sağlanması ve devletin sınırları içindeki
ihtiyacın giderilmesi için tarımsal alanda devletin hem toprak ve hem de emek
faktörü üzerinde sıkı bir kontrolü olmuştur. Özellikle tarımsal ürünlerde ve
temel gıda maddelerinde devletin ve toplumun ihtiyacının karşılanması birinci
öncelik olarak belirlenmiş ve bu noktadaki karar piyasaya bırakılmamıştır.
Öncelikle
imparatorluk sınırları içinde iktisadi alanda kurulan dengenin muhafazasını
öngören Osmanlı yaklaşımı tüm üretim faktörleri üzerindeki kontrol, ihraç
yasakları, narh uygulamaları ve kar sınırlamaları yoluyla aynı dönemlerde Batı
Avrupa’da gelişen sermaye birikim sürecinin kendi coğrafyasında ortaya
çıkmasını engellediği söylenebilir. Merkezi otoritenin karşısında güçlü bir
sermaye sınıfının ortaya çıkmasını engellemeye dönük bir çok tedbiri hayata
geçiren Osmanlılar bu yaklaşımı son dönemlerine kadar muhafaza etmişlerdir.
Ticaret ve sanayide yüzde iki ile yüzde
yirmi arasında bir kârı öngören
Osmanlılar ürün darlığı yaşandığı dönemlerde aşırı kâr yoluyla belli bir
sınıfın aşırı zenginleşmesini engellemeyi sistem gereği tabii bir durum olarak
değerlendirmiştir. Ticarette ortalama
yüzde on kâr normal kâr olarak kabul edilmiş ve kâr tahdidi yoluyla Batılı
anlamda bir sermaye birikim modelinin gelişmesi engellenmiştir. Batı Avrupa ile
karşılaştırıldığında aynı dönemlerde Osmanlı’da faizler kârlarlara göre daha yüksek oranda seyretmiştir. Örneğin 17. yüzyılda İngiltere’de karlar faizin iki
katı iken Osmanlılar’daki durum bunun tersi olmuştur.
18. yüzyıl Osmanlı’da yerel düzeyde belli bir ekonomik
güç düzeyine ulaşmış ayanların[12] etkin olduğu bir dönem
olarak bilinmektedir. Balkanlardan Ortadoğu’ya, Anadolu’dan Kuzey Afrika’ya
kadar bir çok bölgede ortaya çıkan ayanların en önemlileri arasında Tepedelenli
Ali Paşa, Alemdar Mustafa Paşa, Çapanoğlu, Kara Osmanoğlu, Aynacıoğlu ve
Sepetçioğlu anılabilir. Burada anılanların servetlerinde belirgin artışlar
gözlenirken, bunlar yanında Batı Anadolu’daki (Balıkesir- Edremit) Müridzade
Hacı Mehmed Ağa ve Orta Anadolu’da (Amasya-Vezirköprü) Kör İsmailoğlu Hüseyin
gibi daha düşük servete ulaşmış örnekler de ayan olarak değerlendirildiğinde 18.
yüzyıl Osmanlı toplumunda yerel anlamda belli bir birikime ulaşmış kişi sayısı
önemli bir büyüklüğe ulaşmaktadır. Ayanların iktisadi güçlerini üretimi yeniden
örgütleyerek veya üretim ilişkilerini dönüştürerek değil de devlet adına vergi
toplayarak sağladıkları için Osmanlı yönetim merkeziyle karşılıklı bir
bağımlılıkları söz konusudur.
Her ne kadar merkezi devletle ayanlar arasında
karşıtlıkla beraber belli düzeyde işbirliği bulunmasına rağmen Osmanlı’nın
Batı’daki çağdaşları olan İngiltere ve Fransa gibi kapitalist devletlerin belli
bir birikime ulaşmış yerel düzeydeki sermaye sahiplerine yaklaşımları arasında
temelden bir farklılık söz konusudur. Batılı devletler bu dönemlerde belli bir
sermaye sınıfının teşekkülü için her türlü tedbiri alırken Osmanlılar böyle bir
sınıfın varlığını devletin bekası ve toplumsal düzeyde oluşturulan dengelerin
bozulmasına neden olacağı düşüncesiyle karşı çıkmışlar ve ayanların gücünü
kırmak için müsadere dahil gerekli tedbirlerin uygulanmasında hiçbir tereddüt
göstermemişlerdir.
Müslim veya gayri müslim müteşebbislerin aşırı
zenginleşmelerine yönelik bu sınırlayıcı uygulamalar dikkate alındığında geriye
sadece devlet adamları ve bürokratların bir sermaye sınıfı oluşturma imkanından
söz edilebilir. Bu sınıfın da aşırı birikim durumları tespit edildiğinde nüfuz
kullanarak bu varlığın edinildiğine hükmedilerek müsadere yoluyla servetlerine
el konulduğu bilinmektedir. Geriye bu sınıfın vakıf yoluyla kendi yakınlarına
servet transfer etme yöntemleri üzerinde durulabilir. Üst düzey bürokratlar
vakıf kurmak suretiyle eşleri, çocukları gibi birinci derecedeki yakınlarına
vakfiyeye koydurdukları hükümler yoluyla (örneğin
vakıf gelirinin yüzde yetmişi oğluma, kızıma, eşime gibi.) servet aktarma
yoluna gittikleri görülmektedir. Osmanlı Devleti’nin bu noktada bu tür
vakıfları da müsadere ettiği ve vakfiyedeki bu hükümleri ilgili kişilerin
aleyhine olmak üzere yeniden tanzim ettiği görülmektedir. Vakıf kurumun Osmanlı
Devleti’nde Batılı devletlerle kıyaslanmayacak düzeyde sosyal ve ekonomik
hayatta önemli bir fonksiyonu olduğu dikkate alındığında bu uygulamaların da
servetin belli ellerde toplanmasını engelleme ve vakfın gerçek gayesi olan tüm
kamuya yönelik hizmetlerin gerçekleştirilmesindeki rolünün devam etmesi
konusundaki önemini ortaya koymaktadır.
Osmanlı
Devleti’nin kişisel servet birikimini engellemeye ve sonuçta bu coğrafyada
Batılı anlamda bir sermaye sınıfının oluşmasını engellemeye dönük uygulamaların
bilinçli bir yaklaşımla 19. yüzyılın ortalarına kadar uzun bir dönem devam
ettiği söylenebilir. Oysa Batı’daki sanayileşme süreci merkantilist dönemde
oluşan sermaye birikiminin üzerinde yükselmiştir. Batı Avrupa’da merkantilist
dönemdeki devlet-tüccar işbirliği modeli sanayileşme döneminde devlet-sanayici
işbirliğine dönüşmüştür denilebilir. Ulusal sanayilerini geliştirmek için ham
madde ithalatını teşvik edip mamul madde ihracatını özendiren Avrupalı uluslar
karşısında Osmanlı Devleti 19. yüzyıla girerken bile hala geleneksel
kapitülasyon politikasını sürdürmeye devam etmiş ve ihracatı kısıtlarken ithalatı özendirmeyi öncelikli bir durum
olarak dikkate almıştır.
Orhan
zamanından itibaren başlayan kapitülasyon politikası önceleri Ceneviz ve
Venedik rekabetini dikkate alırken sonraları bu rekabette Avrupa merkezli dünya
ekonomisinde ortaya çıkan gelişmelere bağlı olarak Kuzey Avrupalılar’ın Güney
Avrupalılar’dan daha önemli bir konuma gelmesiyle birlikte Atlantik’teki
gelişmelere endeksli olarak geliştiği görülmektedir. 16. Yüzyılın ikinci
yarısından itibaren Avrupa’daki ekonomik merkezin Akdeniz’den Atlantik’e doğru
kayma eğiliminin belirmesiyle birlikte Osmanlılar bu gelişmeye paralel olarak
Kanuni Sultan Süleyman döneminde önce Fransızlar’a (1569) Karadeniz ve
Boğazlarda ticareti serbest bırakan bir ayrıcalık tanırken, yüzyılın sonlarına
doğru İngiliz tüccarlara (1580) kapitülasyon vermişlerdir. Bir sonraki yüzyılın
Avrupa ve dünya ticaretindeki en etkili ülkesi olan Hollanda da yüzyılın
başlarında (1612) Osmanlıların ayrıcalığına mahzar olmuştur. Bütün bu
gelişmeler dünya ekonomisindeki gelişmelerle uyumu ifade eder. Dünya
ekonomisinde etkinlik alanlarını genişleten Batı Avrupalı ulusların Osmanlı bölgelerindeki
ticaretten uzak durmalarına neden olacak, daha açık bir ifadeyle dünya
ticaretini okyanus aşırı bölgelere taşıma konusunda bir çok avantaja kavuşan
Batı Avrupalı tüccarları Osmanlılar kendi bölgelerine çekmek için gerekli olan
teşvikleri zamanında devreye sokmuşlardır. Osmanlı sanayileşme sürecini kısmen
olumsuz etkilediği konusundaki yaklaşımların yaygınlığına rağmen Osmanlıların ithalatı
teşvik politikasını 19. yüzyılın ortalarına kadar devam ettirdiği
anlaşılmaktadır.
İngilizlerle
1838 de imzalanan Balta Limanı Ticaret Anlaşması klasik Osmanlı iktisadi
zihniyetinin 19. yüzyılda da devam ettiğini göstermektedir. Bu anlaşmada
Osmanlılar için ithal gümrükleri %5,
ihraç gümrükleri ise %12 olarak belirlenmiştir. Bu oranlar Osmanlıların
yaklaşımını ortaya koymaktadır. Burada İngiliz tarafının Osmanlı tarafına
baskısı sonucu bu oranların belirlendiği şeklindeki yaklaşımın doğru olmadığını
Osmanlı müzakere heyetinin %12’lik ihraç gümrük oranlarını düşük bulduğu ve bu
oranı daha da yükseltmek için çaba gösterdiği bilgisiyle ortaya çıkmaktadır. Bu
yaklaşım ancak yirmi yıl sonra değişebilecektir. 1861 tarihli antlaşmada hem
ithal hem ihraç gümrükleri için tek oran olan %8 belirlenmiştir. Anlaşma gereği
1869‘a kadar her yıl %1 düşürülen ihraç gümrükleri 1869’da da %1 düzeyine inmiştir.[13]
Werner
Sombart’a göre modern kapitalizmin yükselişinde kurumsal alandaki en önemli
gelişmelerden birisi “anonim şirket”in icadıdır. Sombart bu icadın da
merkantilist dönemde Batı Avrupa’da ortaya çıktığını belirtmektedir. Bilindiği
gibi anonim şirkette ortakların sorumluluğu sermayeleri ile sınırlıdır. Yine
Sombart’a göre anonim şirketin icadıyla kapitalizmin yükselişi arasında
paralellik söz konusudur. Bu çerçevede modern kapitalizmin en önemli araçları
olan menkul kıymetler (hisse senedi ve tahviller), kambiyo senetleri, kağıt
paralar, kamu borçlanma senetlerinin kullanımı yaygınlaşmıştır. İslam
düşüncesindeki “kul hakkı” kavramı anonim şirket benzeri yapıların gelişimine
engel teşkil ettiği söylenebilir mi? Bu soruya olumlu cevap verilse bile vakıf
kurumunun rolü dikkate alındığında, kişisel olmayan ve ebedi bir anasermaye
mentalitesine dayanan bağış yollu sermaye birikiminin Osmanlı toplumunda
özellikle ticaretin alt yapısını oluşturan han, hamam, bedesten vb. yapıların inşasında
ve bunların bir işletme şeklinde uzun dönem faaliyet göstermesinde oynadığı rol
dikkate alındığında, vakıf kurumunun bu açığı kapattığı da düşünülebilir.
Bununla birlikte ekonomide rolleri ve fonksiyonları itibariyle vakıf ile şirket
arasındaki fark son derece açıktır. Anonim şirket kurumunun başta tarımsal
alandaki işletmeler olmak üzere ticaret ve sanayi alanındaki sermaye
birikiminde Batı Avrupa’da modern dönemde son derece önemli bir rol oynadığı
açıktır.[14]
Sanayi Devrimi ve Son
Dönem Osmanlı Ekonomi Politiği
18.
yüzyılın ikinci yarısında Avrupa sanayinde İngiltere merkezli ortaya çıkan
gelişmeler genelde ‘devrim’ olarak değerlendirilmektedir. Mehmet Genç bu
dönemlerden önce yani 18. yüzyılın daha ilk yarısında Osmanlıların o dönem için
fabrika olarak kabul edilebilecek bir çok manifaktür (işçilerin/ustaların bir
araya gelip üretime dayalı ticaret girişimleri) kurduklarını belirtmektedir. Osmanlıların
çok erken başladıkları bu sınai faaliyetlerin devamının gelmemesinin en önemli
nedeni bu yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve yıkılışına kadar devam eden
siyasal gelişmeler, savaşlar, ayaklanmalar ve bunlara bağlı olarak içerdeki
kaynakların ekonomiden ziyade bu alanlara tahsisi ile açıklanabilir. Bununla
birlikte 19. yüzyılda dünya ekonomisinde Batı merkezli olarak ortaya çıkan
gelişmelere uyum sağlama konusunda Osmanlıların önemli çabaları göze
çarpmaktadır.
Tanzimat
dönemi bir çok alanda dünyadaki gelişmelere uyum çabası olarak
değerlendirilebilir. Bu alanlardan biri de Batı’daki sanayileşme gerçekliği
karşısında Osmanlıların ortaya koydukları çabalardır. 1835’te kurulan Tophane,
Feshane ve çuha fabrikaları, İzmit kağıt fabrikası, Beykoz teçhizat-ı askeriye
fabrikası, Beykoz-İnceköy Porselen fabrikaları gibi tesisler bu çabalara
örnektir. Bu süreç yüzyılın ikinci yarısında 1860’larda kurulan Islah-ı Sanayi
Komisyonu ile devletin bu olguya ne derece önem verdiğinin bir göstergesi
olarak da değerlendirilebilir. Sınai alanda faaliyet gösterecek şirketlerin
kuruluş ve gelişimini özendirmek, sanayi sergileri ve fuarları açmak gibi
hedefler yanında sanayi mektepleri açmak ve gümrük mevzuatını sanayiyi
geliştirecek şekilde yeniden gözden geçirmeyi öncelikleri arasına alan bu
komisyonun faaliyetleri Osmanlıların Almanya merkezli gelişen sanayileşme
modellerini de yakından izlediklerini göstermektedir. Bununla beraber demir
yolu gibi devletin öncülük ettiği alt yapı yatırımları dışındaki özel kesim ile
ilgili olarak Osmanlıların sanayileşme çabalarında Batı Avrupa merkezli ortaya
çıkan sanayileşme modelini tam olarak benimsemek yerine, toplumsal
gerçeklikleri olan küçük çaptaki esnaf ve tezgah üretim modelinin korunmasını
birinci öncelik olarak belirlemeleri, sonuçlarının da farklı olmasına yol
açmıştır.
Batı
Avrupa’da sanayi devrimi ile doğan ve dünyada birinci liberal dalga olarak
adlandırılan akım, 19. yüzyıldan başlayarak bir çok ülke gibi Osmanlı ekonomi
politiğini de etkilemiştir. Ekonomide sermayenin öncelikli bir faktör olarak
giderek öneminin artmaya başlamasıyla birlikte bu dönemlerde Osmanlıların da
dünya sermayesinden pay alma yarışına katıldıkları görülmektedir. 19. yüzyılın
ikinci yarısında Batı’da birikmiş sermayenin başta demir yolu olmak üzere alt
yapı yatırımları ve fabrikalaşma süreciyle Osmanlı topraklarına yöneldiği ve
yükselen sanayi güçleri arasında bu alanda bir rekabetin ortaya çıktığı da
söylenebilir. Ticaret yanında sermaye ihracı yoluyla dünya pazarlarına açılma
konusunda rekabete girişen Avrupa ülkelerindeki bu yöneliş karşısında
Osmanlıların bu süreci dikkate alarak İngiltere, Fransa ve Almanya’nın sermaye
birikiminden yararlanma konusunda gerekli esnekliği ve uyumu göstermekte
tereddüt etmediği söylenebilir. Deyim yerindeyse küreselleşme etkisinin
belirginleştiği bu yüzyılda Osmanlıların değişen dünya şartları karşısında suyu
tersine akıtma yolunu tuttuklarını söylemek güçtür.[15]
Avrupa’daki
sanayi devrimin sonuçları 19. yüzyılın ortalarından itibaren iyice
belirginleşmeye başlamıştır. Ekonomide Avrupa yavaş yavaş mesafeyi açmaya
başlamıştır. Bunu fark eden Osmanlı yönetici eliti sanayileşme alanında bir çok
teşebbüste bulunmuştur. 19. yüzyılın ilk yarısında başlayan bu sanayileşme
girişimlerini bir ‘sanayi devrimi’ olarak değerlendiren uzmanlar da vardır.
Sanayi
devriminin sonuçlarının belirginleşmeye başlamasıyla birlikte 19. yüzyılda
Osmanlı Devleti’nde korumacılık anlayışının gündeme getirilmesi arasında bir
paralellik bulunmaktadır. Bununla birlikte uygulamada bu dönemde dünyadaki
hakim paradigma olan serbest ticaret yaklaşımının Osmanlı’da da ağırlık
kazandığı görülmektedir. Dünyadaki ve Avrupa’daki gelişmelerle uyumlu olarak
serbest piyasa yaklaşımı bürokraside ağırlık kazanırken aynı dönemde müdahaleci
ve korumacı ekonomi politikalarının izlenmesi gerektiğini savunan bürokratlar
da bulunmaktadır.[16]
Bu
süreçte gelişen önemli bir adım, Osmanlı imparatorluğunun 1878 Berlin
Konferansına davet edilmesi ve Batılı bir devlet olduğunun resmen kabul
edilmesidir.
19.
yüzyılın ortalarında başlayan ilk dış borçlanma süreciyle birlikte Osmanlıların
Avrupa sermayesinden yararlanma yolunu tuttukları görülmektedir. Yabancı
sermayenin hem mali ve hem de reel alanda kullanımı söz konusu olmuştur. İlk
dönemlerde alınan dış borçlar genelde mali alanda kullanılırken, ikinci dönemde
altyapı yatırımlarına yöneltildiği görülmektedir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Duraklama Ve
Gerileme Dönemlerinde Sanayileşememesinin Sebepleri
Tarihçiler,
geçmişte bir devletin yükselişini, duraklamasını ve gerilemesini belirli savaş
ve anlaşmalara bağlama eğilimindedirler. Ancak, bir devletin yaşam çizgisinin
iktisadî gelişim çizgisine bağlı olduğu iddia ediliyorsa, o devletin iktisadî
gidişatının da incelenmesi gerekir. Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş ve
yükselme dönemleri, tüm dünyanın tarım ekonomisinde olduğu döneme tekabül
etmektedir. Ancak, Batı’da coğrafî keşiflerin ve Sanayi Devrimi’nin
gerçekleşmesi ile İmparatorluğun gerilemesi ve çöküşü aynı döneme tekabül
etmektedir. Başka bir deyişle, İmparatorluğun Batı’daki iktisadî değişime ayak
uyduramaması gerilemenin belki de en önemli sebebi olmuştur. Zira, sanayileşme
sadece teknik bir konu olmayıp aynı zamanda hukukî, siyasî, kurumsal,
sosyolojik, iktisadî ve özellikle de kültürel birçok yönü bulunan bir
kavramdır.[17]
Bir ülkede sanayileşmenin gerçekleşmesi belli bir toplumsal kültür gerektirdiği
gibi sanayileşmenin doğurduğu bir kültür de söz konusudur. Literatürde
sanayileşme konusunda kültürel ve sosyolojik nedenlerden çok iktisadî ve siyasî
nedenlere vurgu yapılmaktadır. Bu kısımda Osmanlı İmparatorluğu’nun
sanayileşememesinin nedenleri öncelikle sosyolojik ve siyasî ve sonra da
iktisadî olarak ele alınacaktır. Böylece, Osmanlı İmparatorluğu’nun
gerilemesindeki arka plan ortaya koyulmaya çalışılacaktır.
1. Sosyolojik Nedenler
Kapitalizmin
bir toplumda gelişmesi için toplum yapısının buna uygun olması gerekmektedir.
Öncelikle, kapitalizmin bir toplumda iç dinamiklerle gelişmesi için kâr ve
faydayı en yükseğe çıkarmak, toplumun tüm bireylerinde birincil amaç olması
gerekmektedir. Ayrıca, üretim araçlarının ağırlıklı olarak özel mülkiyette
olması ve işgücünün hareketliliğindeki engellerin kaldırılması da kapitalizmin
gelişmesinde gerekli unsurlardır. Kapitalizmin gelişmesinde toplumsal yapıdaki
rekabet ile toplumsal sınıflar ve uluslar arasındaki çatışmalar da önem arz
etmektedir. Bunlara ilave olarak, ticaretteki idari kısıtlamaların makul
düzeyde olması da kapitalizmin gelişmesinde önemlidir. Kapitalizmin
gelişmesinde karar alma süreçlerindeki kriterler de önem arz etmektedir.
Nitekim, modern kapitalizme geçişte alternatifler arasındaki seçim için dinî ve
örfî kutsallar veya ahlâk kuralları yerine teknik verimliliğin esas alınması
gerekmektedir. Başka bir deyişle, insan zihniyetinin fayda ve kâr en yükseğe
çıkarma anlayışına dayalı ve kişisel çıkar odaklı bir ahlâk anlayışına
evrilmesi kapitalist gelişmenin de ön şartıdır. Belirtilenlere ilave olarak
kapitalizmin gelişmesinde kurumsal yapının ve hukukî sistemin ticareti
kolaylaştırıcı bir şekilde ihdası da gereklidir. Nitekim, kapitalizmin
gelişiminde anonim şirketlerin varlığı özellikle riski üstlenen müteşebbisler
için sermaye sorumluluğu açısından hayatî bir role sahip olmuştur.[18]
Osmanlı
düşünce yapısı ve bağlı olarak iktisadî sistemi, her ne kadar son dönemlerinde
Batı etkisine girse de, Türk geleneği ve İslâm düşüncesi dâhilinde
açıklanabilir. Bu çerçevede İmparatorluğun Batı’daki iktisadî değişime ayak
uyduramaması daha iyi değerlendirilebilir. Türk devlet geleneğinde hem İslâm
öncesi hem de İslâm sonrası dönemde tarım toplumlarının temel üretim faktörü
olan toprak, devletle özdeş olan hükümdarındır. Esasında bu durum Kurꞌan’ın
toplumsal adalete ilişkin emirleri ile yakından alâkalıdır. İnsanların ve
toplumların bütün potansiyellerini harekete geçirmesi yönünde telkinleri olan
İslâm felsefesinde zenginleşmenin adalet çerçevesinde gerçekleştirilmesi önemli
bir ilkedir. Hükümdarın bu iki amacı gerçekleştirmedeki işlevi ise, mülkiyet
açısındandır ve mülkiyetin belli sınıflarda toplanmasını engelleme ile
gerçekleşmektedir. Bu açıdan İmparatorlukta toplumsal gelir adaletinin
bozulmamasına titizlikle dikkat edildiğine dair kanıtlar mevcuttur. Ancak,
böyle bir politika kapitalizmin gelişimine de engeldir. Nitekim, kapitalizmin
Batı’lı anlamda gelişimini sağlayacak saikler, İmparatorluğun özellikle klasik
döneminde gerek yönetim zihniyetinde gerekse toplumsal yapısında mevcut değildir.
Zira, Osmanlı toplum organizasyonunda ve yönetiminde bireysel çıkardan ziyade
toplumsal çıkar esas alınmıştır. Bu yüzden alternatifler arasındaki tercihler
şer’î ve örfî kuralların kutsallarına göre yapılmış, toprak mülkiyeti genelde
devlete ve vakıflara ait olmuş, ticarete birçok dönemde önemli sınırlamalar
getirilmiş ve toprağa bağlı nüfusun göçü toplum yararı adına yasalarla
kısıtlanabilmiştir. Ayrıca Osmanlı değer sisteminde “rekabet” ve “çatışma”
yerine, “işbirliği” ve “dayanışma” esastır. Diğer yandan, anonim şirketlerin
genel mantığının İslâm ve Osmanlı toplumundaki “kul hakkı” kavramı ile bağdaşıp
bağdaşmadığı ise tartışmalıdır Kapitalizmin yukarıda da belirtilen ön şartları
bir yana Osmanlı’da iktisadî sistem “provizyonal/geçici” esaslı olmuştur. Başka
bir deyişle, Osmanlı ekonomi politiğinde günümüz Batı ekonomilerinde olduğu
gibi üretimin talep itişli olarak artırılması ve bu surette sürekli ihtiyaç
oluşturulması yerine toplumun temel ihtiyaçlarının karşılanması yeterli
görülmüştür.
Klasik
Osmanlı sistemini Batı’dan ayıran en önemli unsur, adalet konusundaki
zihniyettir. Klasik Osmanlı iktisat sistemi talep yönlü değil arz yönlüdür ve
bu anlayış Osmanlı adalet anlayışı ile bağlantılıdır. Buna göre insanın ekonomi
için olduğunu ifade eden çağdaş kapitalist anlayışın tersine, klasik Osmanlı
sistemi ekonominin insan için olduğu düşüncesiyle ihdas edilmiştir. Yine,
Osmanlı İmparatorluğu’nda toplum yararını kendi çıkarından üstün tutan
müteşebbis insan tipi söz konusuyken, kapitalist Batı uygarlıklarında kişisel
menfaat idealize edilmiştir.
İmparatorlukta
kapitalist kalkınma önündeki önemli bir sosyolojik engel de, toplumsal
sınıflaşma ile ilgilidir. Osmanlı yönetim anlayışında aristokrat bir sınıfın
oluşması engellenmiştir. Bu konuda en tipik örnek padişah eşlerinin, yani daha
sonraki padişah annelerinin, halktan ve hatta kölelerden gelmesidir. Aristokrat
sınıfın oluşmaması, burjuva sınıfının ortaya çıkmamasında da bir etken olarak
düşünülebilir. Burjuva sınıfının oluşmamasında önemli bir etken tüccarlara
uygulanan kâr tahditleridir. Aslında her iki politikanın da iktisadî gücün
siyasî güce dönüşmemesi ve yönetime rakip çıkmaması adına uygulandığı iddia
edilebilir. İmparatorluğun çok milletli yapısı ve millî burjuvanın ortaya
çıkmaması modernleşme konusunda da tereddüt ve gecikme nedeni olmuştur. Böyle
bir durum, önce ticarî sonra da sanayi burjuvazisinin oluşmasının önünde engel
teşkil etmiştir. Belirtilenlerin yanı sıra, üretimin tarıma dayalı olduğu
Osmanlı toplumunda tarımsal artık değerin topluma mal edilmesi ve belli
sınıflarda toplanmaması daha çok tercih edilen bir politika olmuştur.
2. Politik Nedenler
Esasında,
iktisat politikaları açısından bakıldığında Batı’daki sanayileşme sürecinde iç
dinamiklerin yanı sıra kalkınmanın başlangıç safhalarında bebek sanayi tezine
uygun bir şekilde devletin müdahaleci ve korumacı politikaları da
uygulanmıştır. Sermaye birikimi nasıl sağlanırsa sağlansın, sanayileşmenin ilk
aşamalarında dışa kapalı bir iktisat politikası uygulanması gerekirken, İmparatorluğun
son dönemlerinde Osmanlı yöneticileri bunun tam tersi bir ortamı yaratacak
antlaşmalara imza atmışlardır. Özellikle 1838 Baltalimanı Ticaret Antlaşması,
Osmanlı yöneticilerinin sanayileşme ve bunun gereği olan iktisat politikaları
konusundaki yanılgılarının ve/veya çaresizliklerinin açık bir göstergesidir.
İngilizlerle yapılan bu antlaşma Osmanlı İmparatorluğu’nun dış ticaret
politikasını açık bir şekilde İngilizlerin inisiyatifine bırakmıştır.[19]
Bu1838
yılında İngilizlerle yapılan Baltalimanı Ticaret Antlaşması’nı, 1854 yılındaki
ilk dış borçlanmayı ve bu dönemlerdeki yabancı sermayeye ilişkin politikaları
tarafından Osmanlı yöneticilerinin gafleti ve hatta hıyaneti olarak
değerlendirilmektedir. Ancak Ortaylı’ya göre özellikle Tanzimat’tan sonra devlet
adamlarına sorumsuzluk veya gafillikle suçlamak çok doğru değildir. Nitekim,
yüzyılların birikimi ve geri kalmışlığı söz konusudur. Kaldı ki, Sanayi Devrimi
yaratıcılarının dahi öngöremediği bir vak’adır ve Osmanlı’nın yüzyıllardır son
derece verim aldığı bir sistemi bir anda değiştirmesini beklemek bir ölçüde
haksızlık olacaktır
3. İktisadî Nedenler
Osmanlı
İmparatorluğu’nun kapitalist anlamda sanayileşmeyi ve kalkınmayı
gerçekleştirememesinin iktisadî diğer bir sebebi de, 18. yüzyıldan itibaren
dünya ticaret yollarındaki değişme ve Amerika’nın keşfidir. İmparatorluğun
kuruluşundan itibaren temel askerî stratejisi, hem Akdeniz hem de Hindistan
ticaret yollarına hâkim olma yönündeydi. Bu hâkimiyet gerçekleştiğinde Batı’da
ticaret yollarının yönünü değiştiren keşifler yapılmış, ticaret Atlantik
Okyanusu’na kaymış ve söz konusu durum dünya ekonomisindeki dengeleri Osmanlı
İmparatorluğu aleyhine değiştirmiştir. Avrupa bir yandan Rönesans ve Reform
hareketlerinin değiştirdiği sosyolojik yapıyla; diğer yandan da, yeni kıtadan
gelen ekonomik değerlerle sanayileşmeyi rahat bir şekilde finanse
edilebilmiştir. Belirtilenlere ilave olarak, Avrupa’da, 12. yüzyıldan itibaren
gerçekleşen iklimsel değişim tarımsal üretimin ve bağlı olarak nüfusun artışına
yol açarken, Osmanlı topraklarında böylesi bir gelişme yaşanmamıştır. Özetle,
Batı dünyasında modern iktisadî büyümenin alt yapısı 12. yüzyıldan itibaren
zihniyet, iklim ve coğrafî keşifler itibariyle başlamıştır. Ayrıca, yeni
kıtadan gelen altın ve gümüş, fiyat artışlarının ücret artışlarının ötesinde
gerçekleşmesine sebep olarak Avrupa’daki sermaye birikiminin artmasına katkıda
bulunmuştur. Osmanlı İmparatorluğu ise, ticaret yollarının değişmesinden
kaynaklanan gelir kaybının yanı sıra yeni kıtadan gelen bol miktarda altın ve
gümüşün iç fiyatlar üzerindeki olumsuz etkisiyle, yani fiyat devrimiyle,
sanayileşmeyi gerçekleştirmek bir yana mevcut küçük çaplı sanayisini dahi
koruyamamıştır. Fiyat devriminin Osmanlı üzerinde sadece iktisadî değil,
sosyal, kültürel ve hatta askerî etkileri de söz konusu olmuştur.[20]
Siyasî
nedenlerle Osmanlı’da toprak rejiminin Avrupa’daki gelişmelere ayak
uyduramaması ve sanayileşmenin gerçekleştirilememesi, Osmanlı iktisadî
sisteminin çökmesindeki en önemli sebeplerden biri olmuştur. İktisadî sistemdeki
çöküşün devlet bütçesi üzerindeki etkisi kamu maliyesinin bozulmasıdır. 18.
yüzyıldan sonra uzun yıllar süren ve başarısızlıklarla sonuçlanan savaşlar kamu
gelirleri ile giderleri arasındaki negatif farkı artırmıştır. Artan bütçe
açıkları nedeniyle 1854 Kırım Savaşı sonrasında Batı’dan ilk dış borçlanmasını
gerçekleştiren Osmanlı yüksek faiz maliyetinin de etkisiyle yaklaşık 21 yıl
sonra yani 1875 yılında morotoryum ilan etmiştir. Batı alacaklarının tahsisi
için 1881 yılında Duyun-u Umumiye’yi kurmuş ve Osmanlı kamu maliyesi resmen
iflâs etmiştir. Sonuçta dış borçlanma Osmanlı ekonomisinin dışa olan
bağımlığını da artıran bir faktör olmuştur. İlginçtir ki, Duyun-u Umumiye’nin
kurulmasından itibaren Osmanlı topraklarında doğrudan yabancı sermaye yatırımları
artmıştır . Ancak Osmanlı’nın son dönemlerinde yabancı sermayeye ilişkin
iktisat politikalarının da sanayileşme yolunda iyi bir idamesi söz konusu
değildir. Nitekim, 1900’lü yıllar itibariyle yabancı sermayenin ancak %10-12’si
sanayi ile ilgiliydi ve kalanının büyük kısmı ulaştırma ve bankacılık sektörüne
yönelikti. Esasında bu durum bir anlamda ulusal burjuvazinin oluşmasında ve
dolayısıyla millî sanayinin ihdasında başka bir engel olarak düşünülebilir. Belirtilen
süreç boyunca devlet sanayileşme için bütçeden kaynak ayırma bir yana
borçlarını dahi ödeyemez hale gelmiştir.[21]
SONUÇ
Osmanlı
İmparatorluğu özellikle 15. yüzyılın ortalarından 18. yüzyılın sonlarına kadar
eski kıtada önemli bir hâkimiyet kurmuştur. Bu hâkimiyetin kurulmasında
iktisadî, askerî ve toplumsal organizasyonun yetkin bir şekilde uygulanması
etkili olmuştur. Belirtilen dönem boyunca tüm dünyada tarımsal üretim iktisadî
gücü belirlemekteydi. İmparatorluğun iktisat politikaları da tarımsal üretimi
devlet mülkiyetiyle gelir adaletini tesis etmeye yönelik bir biçimde
uygulanmıştır. İmparatorluğun yükseliş dönemlerinde geniş halk kitlelerinin
refahının artırılmasını hedef alan iktisat politikaları, devletin gücünün de
artmasına yol açmıştır. Ancak, Batı’da 16. ve 17. yüzyıldan itibaren başlayan
Bilim Devrimi, Coğrafî Keşifler ve Sanayi Devrimi tarıma ve küçük ölçekli
zanaata dayalı Osmanlı ekonomisini sarsmıştır. Bu sarsıntı sonucunda Batı ile
rekabette İmparatorluk avantajlarını kaybetmiştir. Söz konusu durumun
gerçekleşmesi ile son yıllarında dahi birkaç istisna göz ardı edilirse Osmanlı
ekonomisinin sanayileşmesi Avrupa’ya göre çok yetersiz kalmıştır. Sonuçta
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri yabancı sermayenin denetimi altında
yarı-sömürge olarak yaşanmıştır. Bu dönemde İmparatorluk görünüşte siyasî
açıdan bağımsız iken, iktisadî olarak neredeyse tamamen dışa bağımlı olmuştur.
Ülke sanayileşme açısından atölye denebilecek denli küçük işletmeler bir yana
bırakılırsa son derece geri kalmıştır. İmparatorluğun son yıllarında kalkınma
için dışa kapalı ve ithal ikameci sanayileşme yönünde bir bilinç ve çaba
oluşmaya başlasa da, gerek dış siyasî baskılar gerekse iç ekonomik koşullar bu
bilincin gerekleri önünde engel olmuştur.
[1] H. İnalcık, Ottoman Empire s.115
[2] İlber Ortaylı,Türkiye Teşkilat ve İdare
Tarihi,s. 130
[3]
"Osmanlı'da Çöküş Dönemine Bakış" (PDF). s. 20. 13 Mart
2016 tarihinde kaynağından (PDF) arşivlendi. Erişim tarihi: 12
Ocak 2014.
[4] Yrd.
Doç. Dr. Cüneyt DUMRUL, Yrd. Doç. Dr. Yasemin DUMRUL, Yönetim ve Ekonomi
Araştırmaları Dergisi – Sayı:23 (2014) - Doi:
http://dx.doi.org/10.11611/JMER248.
[5] Bulut
Mehmet, Osmanlı Ekonomi Politiği’ne Yeniden Bir Bakış, Bilig, YAZ 2012 /
Sayı, 62 63-96.
[6] Ülgener,
Sabri (1981a). Dünü ve Bugünü ile Zihniyet ve Din: İslâm, Tasavvuf ve Çözülme
Devri İktisat Ahlâkı. İstanbul: Der Yay.
[7] Genç,
Mehmet (2002). “Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi”. 2. Basım.
İstanbul: Ötüken. s. 44.
[8]
Tabakoğlu, Ahmet (1994). Türk İktisat Tarihi. İstanbul: Dergah.
[9] Pamuk,
Şevket (2005). Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914. İstanbul: İletişim
Yay. s. 91.
[10]
İnalcık, Halil (1951). “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş ve İnkişafı Devrinde
Türkiye’nin İktisadi Vaziyeti Üzerinde Bir Tetkik Münasebetiyle” Belleten XV:
629-690. (2004).
[11]
Çizakça, Murat (2000). A History of Philanthropic Foundations: The Islamic
World From the Seventh Century to the Present. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi.
s.22.
[12] Osmanlı
Devleti’nde XVIII. yüzyıl’dan itibaren güç kazanmaya başlayan yerel güçlerin
yarı resmi adıdır. Dirlik sisteminin bozulmasından sonra devletin, asker ve
vergi toplama işlerini üstlenen bu kişiler zamanla güç kazandılar. Kazanılan bu
güç, bir süre sonra ailelere ve soylara da yansımaya başladı. Padişah II.
Mahmut (1808 - 1839 ) zamanında, 1808 yılında devlet ayanların varlığını
imzalanan Sened-i İttifak ile onayladı. Daha sonra güçleri kırılarak padişahın
en güvenilir unsurları haline geldiler.
[13] Genç,
Mehmet (2002). “Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi”. 2. Basım.
İstanbul: Ötüken, S. 93.
[14]
Sombart, Werner (2005). Kapitalizm ve Yahudiler. Çev. S. Gürses. İstanbul:
İleri Yay. s. 75-108.
[15] Pamuk,
Şevket, (2008). Osmanlı Ekonomisi ve Kurumları. İstanbul: Türkiye İş Bankası
Yay. s. 4-7.
[16] Mardin,
Şerif (1990). “Türkiye’de İktisadi Düşüncenin Gelişmesi (1838- 1918)”. Siyasal
ve Sosyal Bilimler, Makaleler II, İstanbul: İletişim. s.65.
[17] Ortaylı,
İ (2007) “Avrupa ve Biz”, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları. s. 2-3.
[18] Bulut,
M. (2012) “Osmanlı Ekonomi Politiği’ne Yeniden Bir Bakış”, Bilig, s. 80-81.
[19]
Tanilli, S. (2006) “Uygarlık Tarihi”, İstanbul: Alkım Yayınları, s. 322-323.
[20] Genç,
M. (2010) “Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi”, İstanbul: Ötüken
Neşriyat. s. 334.
[21] Pamuk,
Ş. (2005a) “Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme: 1820-1913”, İstanbul:
Tarih Vakfı Yurt Yayınları. s.64-68.