Osmanlı Sarayı'nda kokunun önemi!
Avrupa
saraylarında tuvalet gibi önemli bir olgu yokken, Osmanlı’da ‘temizlik imandan
gelir’ düsturuyla hamam kültürü yaygındı. Ve dahi güzel koku… Tarihçi Yavuz Bahadıroğlu,
Osmanlı ile Avrupa’yı temizlik hususunda karşılaştırdığı makalesinde,
“Avrupa’da yıkanmamaktan ve tuvaletsizlikten dolayı evleri ve sarayları kötü
kokunun sardığı dönemlerde bizim bir koku kültürümüz vardı.” diyor. Makalede
yer verilen, 1552’de Osmanlılara esir düşüp, üç yıl boyunca Kaptan-ı Derya
Sinan Paşa’nın yanında kalan ve bu süre içinde kölelikten hekimliğe yükselen
İspanyol Pedro’nun kaleme aldığı “Kanuni Devrinde İstanbul” adlı kitaptaki
satırlar bir hayli dikkat çekicidir. Kitapta, Osmanlı’nın temizlik kültürü şu
cümlelerle anlatılıyor; “İspanya’da ömrü
boyunca iki kere yıkanmış hiçbir kadın ve erkek göremezsiniz. Türkler ise sık
sık yıkanırlar. Türk hamamlarında bol su harcanır. Dünyada İstanbul kadar
çeşmesi olan hiçbir şehir yoktur, her sokakta muhakkak bir çeşmeye rastlanır.”
Biri Topkapı Sarayı Müzesi’nde, diğeri de Paris’teki Louvre
Müzesi’nde bulunan ‘Osmanlı koku arşivi’, ecdadın güzel kokuya verdiği önemi
anlatır niteliktedir. Keza, Evliya Çelebi Seyahatname’sinde, Diyarbakır’daki İpariye Camii’nin inşaatı esnasında
minaresinin harcına, koku molekülleri güneşin doğmasıyla birlikte ısıyla
yayılsın diye misk tozu karıştırıldığından bahseder. Bunu yapmaktaki maksat
belki de, her namaz vaktinde minareden okunan ezanla işitme duyumuza, misk
kokusuyla da koklama duyumuza mesaj vermekti. Eskiden Kur’an-ı Kerim yazan kimi
hattatlarımızın, kullandıkları mürekkebi misk ve amberle karıştırıp, Kur’an-ı
Kerim’in güzel kokmasını sağladıklarını da biliyoruz. Ortaçağ’da, psikolojik
rahatsızlığı olanları, ‘içine şeytan girmiş’ diyerek yakarken, ecdadımızın ise
bu türden hastaları şifahanelerde güzel kokularla tedavi etmesi, yine kokunun
kültürümüzdeki yerini anlatır önemli bir gelenektir.
Sarayda Kokuda da Hiyerarşi Vardı Canlıların pek çoğunda bir
iletişim aracı olan kokunun, insanlarda günlük yaşam içerisindeki duyguların
yüzde yetmişine etki ettiği biliniyor. Koku, inanç konusunda da önemli bir yere
sahip. Koku eksperi Bihter Türkân Ergül,
Peygamber Efendimiz’in sünneti olan kokunun, esasında tüm dinlerde önemli bir
yeri olduğunu belirterek, “İnsan,
nefesle direkt Rahman’a bağlı olduğu için ve beynimizin ilkel bölümüne
hükmedebildiğinden dolayı ayrı bir yeri var. Koku bu yönüyle de cezbetti
beni.” diye konuşuyor. Koku hakkında araştırmalar yaparken, Osmanlı’da yaşamanın bir sanat olduğunu öğrendim. Mesela günlük
hayatta kahve fincanlarının yanına küçük zarflar içerisine amber, kakule gibi
rayihalı baharatlar koyarlarmış.” diyor. Doğal gülsuyunun, Osmanlı mutfağında
pek çok yemekte ve tatlıda kullanıldığı- na da işaret eden Ergül, tam bir şifa
kaynağı olması- nın yanı sıra detoks etkisine sahip gülsuyu içildiğinde ertesi
gün vücuttan gül kokusu yayıldığını ifade ediyor. Osmanlı’da şifahanelerde ve
saray mutfağında tonlarca gülsuyu kullanıldığını da ekliyor. Peygamberimizin
(SAV) “Size ikram edilen üç şeyi
reddetmeyiniz; koku, süt, minder.” sözünü hatırlatan Ergül, bu sebeple
Osmanlı’nın günlük hayatında, devlet erkânında, hiyerarşisinde kokunun çok
önemli olduğuna vurgu yapıyor. Hiyerarşiden söz etmişken, sarayda herkesin
istediği kokuyu sürüp süremediğini merak ediyoruz. Koku eksperi, sarayda valide
sultanların, kadın efendilerin, cariyelerin kullandığı kokuların farklı olduğunu ve aynı olması gibi bir durumun söz konusu
olmadığına dikkat çekiyor. “Valide sultanın kullandığı kokuyu, ona hizmet eden
cariyeleri kullanamazdı. Veya bir kadın efendinin kullandığı kokuyu cariyesinin
kullanması, ona karşı bir saygısızlık olarak algılanıyordu. Sarayda bir
koridordan geçerken, burnunuza gelen kokudan, oradan sizden önce kimin
geçtiğini anlardınız. Valide sultanlar şimdiki ölçüye göre haftada 70 ilâ 100
cc koku kullanırken, onlara hizmet eden cariyeler ise 4 ilâ 10 cc koku
kullanırdı. Cariyeler genellikle erguvan gibi sade kokular kullanırdı.” diye
konuşuyor.
Osmanlı sultanları, her Cuma günü at üzerinde, kendisine eşlik eden
bir alayla birlikte selâtin camilerinden birine giderdi. Bu gelenek, Sultan 2.
Abdülhamit dönemine kadar devam eder. 2. Abdülhamit Han’ın, 1876 yılında Cuma
Selamlığı'na at arabasıyla çıkmasından itibaren, bu törenler için saltanat
arabaları kullanılmaya başlar. Abdülhamit Han’dan söz etmişken, Osmanlı
Devleti’ne 33 yıl hükmetmiş cennet mekân padişahın, vefat ettiğinde
gusüllenirken etrafında buhurdanlar tutan ağaların bulunduğunu yeniden
hatırlatalım. Koku Eksperi Bihter Türkân Ergül, Cuma Selamlığı kokusunun
kendisi için çok özel olduğunu söylüyor ve hemen bize de koklatmak istiyor. “2.
Abdülhamit’in Cuma Selamlığı’na giderken avuç içerisine sürdüğü koku.” dediği
koku, tanıdık hiçbir parfüm kokusuna benzemiyor. Bile- şiminde oudh ve gül
olduğunu söylüyor Ergül. Önce hafif bir gül kokusu çalınıyor burnumuza,
arkasından amber… Kokunun, koklayana göre değişen notaları olduğunu öğ-
reniyoruz, zira aynı koku bir başkasına farklı çağrışımlar yapabiliyormuş.
Ergül, Abdülhamit Han’ın bu kokuyu avuç içine sürmesinin, Peygamber
Efendimiz’in (SAV) sünneti olduğunu hatırlatarak, “Peygamberimiz, kullandığı
koyu fıtratlı dediğimiz oudh, amber, misk kokularını önce avuç içine, sonra
sırayla sakalına, saçına, şapkasına sürermiş. Sünnet olduğu için, Osmanlı
padişahları da bu şekilde uygulamış Cuma Selamlığı kokusunu.” diye konuşuyor.
Yaklaşık iki buçuk yıl önce hazırladığı bu kokuyu hanedan ailesine atfettiğini
de ifade ediyor. “Abdülhamit Han’ın torunlarıyla bir yol birliğimiz yoktu daha
önce.
Asr-ı Saadet’in, Ramazan ayında Hırka-i Saadet’teki Mukaddes
Emanetler’in bulunduğu kutsal mekânda duvarların silinmesinde kullanılan koku
formu olduğunu belirten Ergül, yazılı kaynaklardan edindiği bilgiler ışığında
hazırladığı kokunun formülünü sorduğumuzda da, “Osmanlı arşivinden çıkarılan
belgede yer alan bilgiler ışığında oudh,
amber, misk, sedir, sandal, gül yağı ve gül sularının formüle edilmesiyle
hazırlandı.” diye konuşuyor.. Osmanlı arşivlerinden yararlanarak, tarihe yön
veren kişilerin karakterini yansıtan kokuları da hazırladığını öğ- reniyoruz
koku eksperinden. Yazılı kaynaklarda varsa kokunun birebir aynı yapmasının
mümkün olduğunu, ancak kaynaklarda net bir formül bulunmuyorsa, o tarihi
şahsiyetin karakterine, beslenme alışkanlıklarına dair bilgiler ışığında
tasarım kokular hazırladığını vurguluyor. “Sözgelimi Fatih Sultan Mehmet,
Kanuni Sultan Süleyman, Hürrem Sultan ve Nurbanu Sultan’ın kokularını yaptık ve
tescilledik. Ama bu kokuların, kesinlikle o tarihi şahsiyetlerin kullandığı
kokular olduğunu söyleyemeyiz. Mesela Hürrem Sultan, ıhlamur da kullanmış,
yasemin de, karanfil de, gül de... Ama bunları tek tek kullanmış,
karıştırdığına dair bir bilgi yok.” diyor.
Fatih
Misk ve Amberi, Abdülhamid Mimozayı Severdi Osmanlı hanedanları arasında Fatih
Sultan Mehmet’in gül, oudh, misk ve amber kokularını, Kanuni Sultan Süleyman’ın
çiçeksi kokuların yanı sıra odunsu kokuları, 2. Abdülhamit Han’ın ise oudh ve
mimozayı kullandı- ğını öğreniyoruz koku eksperi Bihter Türkân Ergül’den. Mimozanın,
kimilerine göre feminen bir koku çağrışımı yaptığını, ancak gerçekte kokunun
cinsiyeti olmadığı- nı ifade ediyor Ergül. Abdülhamid Han’ın, bu topraklara kolonyayı
ilk kez getiren Ahmet Faruki markasına destek verdiği bilgisini de veriyor
bize. “Ahmet Faruki, Almanya’dan getirdiği kolonyayı Cihangir tarafında açtığı
ilk mağazada satıyor. O güne kadar hep kokulu yağlar vardı Osmanlı
topraklarında. Limon kolonyasını Abdülhamit de kullanırdı.” diye konuşuyor. Biz
yine kendisinin ürettiği kokulara dönelim ve kokuyu hazırlama sürecine
bahsedelim istiyoruz. Osmanlı’da Kutsal Emanetler’in bulunduğu bölümün
duvarlarının silinmesinde kullanılan kokunun belli bir ritüelle hazırladığını
söylüyor. O dönem Ramazan ayında oruçlu ve abdestli olarak 12 kişi tarafından
hazırlandığını belirterek, kendisinin de bu ritüele bağlı kalmaya gayret
ettiğini ifade ediyor. “O zaman nasıl yapılıyorsa, ben de buna dikkat etmeye
çalıştım Asr-ı Saadet’i hazırlarken. Ayrıca bir tasavvuf kitabında okumuştum;
bir işe hazırlanırken, bir arınma olması gerekiyor. Ayrıca oudhun başka bir dili,
miskin başka, amberin başka…