23 Temmuz 2016

Oyunun kökleri çok derinlerde

Ramazan Bayramı dolayısı ile Temmuz'un ilk haftası memleketimiz Konya da idik. Her şey normaldi. Bayramımızı yaptık, köydeki etkinliğimizi yaptık. Eş, dost, akraba ziyaretlerimizi gerçekleştirdik. Bizler için her şey normalken, meğerse bayramın hemen ertesini kan gölüne çevirmek için planlar yapan hainler varmış.

15 Temmuz günü Konya da bir akrabamızın evinde misafirdik. Evin genç delikanlısı ile oynamadığımız oyun kalmadı neredeyse. O kadar şen ve mutlu idik.  Akşam yemeğinden hemen sonra sosyal medyada ki paylaşımlarda bir gariplikler olduğunu anladık. Şu ana kadar şahit olmadığımız bir durum vardı. Köprülerin anadoludan avrupaya giden kısımları kapatılmıştı. Önce anlam veremeden bir birimizin yüzüne baktık. Yemeğimizi dışarıda balkonda yemiştik o andan itibaren hepimiz televizyon ekranlarına kilitlenmiştik adeta. Bir taraftan da sosyal medyayı takip ediyorduk. Kısa bir süre sonra Başbakan Binali Yıldırım'ın   “ Kalkışma var” sözüyle anladık hainler tarafından cennet vatanımıza darbe yapılmak istendiğini. Şok olmuştuk adeta. İstanbul'dan uzakta ve misafir durumda olduğumuzu hatırlayarak “ Aman Allahım ne yapacağız şimdi” dediğimi hatırlıyorum. O anda aklımızdan bin türlü şey geçmişti. Psikolojik olarak inanılmaz bir durumun içine düşmüştük. Allahım bir daha böyle acılar yaşatmasın inşallah.

15 Temmuz milletin devletine sahip çıktığı gündür. Destanlaştığı, kahramanlaştığı, okyanus olup coştuğu, tufan olup estiği, miğfer-kale olup geçit vermediği gündür. Yeni bir Çanakkale ve Kurtuluş savaşı verdiği gündür. 15 Temmuz milletimin 12 saatte zafer romanını yazdığı gündür. 15 Temmuz milletimin koro halinde Selçuklu ve Osmanlı ruhunun hala dimdik ayakta durduğunu bütün dünyaya haykırdığı gündür.  15 Temmuz partisi, dini, ırkı ne olursa olsun vatan uğruna meydanların dolduğu gündür.  Ve yine 15 Temmuz, Nene Hatun, Kara Fatma, Gördesli Makbule, Halime Hatun, Nezahat Onbaşını aratmayacak kahramanlıkta yeni bacılarımızın, Mete Han, Kılıç Arslan, Battalgazi, Şahin Bey, Ulubatlı Hasan, Seyit Onbaşı gibi binlerce kahraman yiğidimizin ortaya çıktığı gündür. Türk halkının bu asil çıkışı tarihte yerini almıştır. Ve Türk Milleti  23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos ve 29 Ekimden sonra 15 Temmuz  bayramını da canıyla ve kanıyla  kazanmıştır.

Hepimizi kahreden durum ise, mücadele ettiğimiz ordunun kendi ordumuz olmasıdır. Şu an meydanlarda binlerce insanın nöbeti kendi ordusuna karşı tutması dünyanın en acı olayıdır bence. Bir insan kendi kardeşini öldürecek ruh haline nasıl ulaşabilir? Kurtuluş savaşında yedi düvelin bile el uzatamadığı yüce meclisimize bomba atabilecek noktaya nasıl gelebilinir?

Hainlerin sergilediği vahşiliği televizyondan izlerken gözlerimi kapatmak zorunda kalıyorum.  Meclisimizi bomba altındayken muhabir arkadaşımızın “Aman Allahım” nidalarını ömrüm boyunca unutamam. Cumhurbaşkanımızın dinlendiği otele yapılan baskını, Başbakanımızın konvoyunun hedef alınması, yaverlerin darbenin baş rolünde olması, FETÖ'nün ihanet düzeyinin ve potansiyel tehlikesinin hangi düzeyde olduğunu bizlere çok net bir şekilde göstermiş oldu.

Genceçik Anadolu çocuklarını okullarında, yurtlarında, evlerinde toplayıp sonra onları yavaş yavaş devşirerek milletine çekinmeden silah çekecek duruma getirmek bana yüz yıllar önce yaşamış Hasan Sabbah'ı hatırlattı. Hasan Sabbah'ın hikayesini anlatan kitapları okuyunca yaşanan olayların neredeyse tıpa tıp aynısı olduğuna büyük bir şaşkınlık içinde şahit olacaksınız. Geçen gün gazetede Genel Yayın Yönetmenimiz Kemal Özer abimle   yaptığım sohbette halkın bu grubu daha iyi anlayabilmesi için Hasan Sabbah'ı ve haşhaşileri anlatan  kitabı devletin bedava dağıtması gerektiğini konuşmuştuk.  Yazımın bu bölümünde adından sıkça bahsedilen Hasan Sabbah ve Haşhaşilik hakkında (derleme) bilgiler vermek istiyorum.

 

Neden “Haşhaşi” ?

“Haşhaşi” kelimesinin anlamı 19. yy. ‘a kadar tartışma konusu olmuştur. Silvestre de Sacy'in 19 Mayıs 1809 tarihinde yayınladığı Institut de France bildirisinde, ilk kez Haçlı Seferleri'nde kullanılan “suikastçı, kiralık katil” anlamına gelen “assasini, assissini, heyssisini” kelimelerinin Arapça kökeninin “haşhaş” olduğunu dile getirmiştir.

Stacy, tarikatın, Arapça'da “kuru ot” ve “hayvan yemi” anlamına gelen, fakat zamanla uyuşturucu etkisi olan hint keneviriyle özdeşleşmiş olan “haşhaş” alışkanlığı olduğundan değil; haşhaşın farklı amaçlarla (cennet vaadi gibi) kullanıldığı için tarikatın bu ismi aldığını düşündüğünü söylemiştir. Bazı kaynaklar, aslında Haşhaşi tarikatı olarak bilinen tarikatın müritlerine “bekçiler, sır bekçileri” anlamına gelen “Fedayin” de denildiğini söylüyor.

Haşhaşi ya da haşişi görevini üstlenmiş olan kişilere “dai” denir. Bu, İsmaililer'de büyük fedakârlıklar yapan fedailerin ulaşabilecekleri rütbedir. Dailer, fedaileri eğitmekle görevlidirler.

Fedailerin lideri Hasan Sabbah

Hasan Sabbah, 11. yüzyıl ortalarında On İki İmam Şiiliği'nin kalesi olan Kumm kentinde dünyaya gelmiştir. Kendi otobiyografisinde 17 yaşına kadar sürekli bir biçimde bilgiyi araştırdığını ve bir âlim olmak istediğini söyleyen bu zat, dini eğitim alırken İsmailili bir refikle karşılamış ve bu karşılaşma onun hayatını değiştirmiştir. Birçok vakanüs onun keskin zekâsının yanında, astronomi, büyü, aritmetik ve daha birçok alanda bilgili bir kişi olduğunu söyler.

Rivayetlerin hepsinin ortak bir yönü var ise, o da Hasan Sabbah'ın keskin zekâsı ve ileri görüşlülüğüdür. Tam bir hırs adamı olduğundan kendisine yakıştırdığı sıfatlardan “el-muntakim”,“intikam alan” manasına gelmektedir. Kalesine şarabın girmesini dahi yasaklamıştır. Yine rivayetlere göre; iki oğlunu tarikat görüşlerine aykırı davrandıkları için öldürtmüştür.

Alamut Kalesi tarikat bölgesi olarak seçiliyor

Hasan Sabbah, İslam'ı zorla kabul etmeyen, toprakları zor fethedilen, savaşçı ve eski gelenekleri sürdüren yerli bir halkın kontrolünde olan Deylem bölgesine yerleşmiş; burada müritler toplamıştır. Selçuklular'la mücadele ederken rahat edebileceği, ulaşılmaz bir yer aramış ve Elbruz Dağları'ndaki Elemût Kalesi'nde karar kılmıştır.

Kartal Yuvası

Rivayetlere göre kale, Deylem krallarından biri tarafından inşa edilmiştir. Kral, kartalını salmış ve kartalın konduğu yere bir kale yaptırmıştır. Bu nedenle Alamut Kalesi'ne “Kartal Yuvası (Öğretisi)”, bazı kaynaklara göre de “Cezalandırma Yuvası” denilmektedir.

Tarihin ilk siyasi cinayet azmettiricisi

Nizam'ül-Mülk seneler sonra Alamut Kalesi'ni 4 ay kadar kuşatmış ama başarısız olmuştur. Sonrasında Nizam'ül-Mülk'ün, çadırında, bir Alamut fedaisi tarafından öldürüldüğü söylenmiştir. Bunun, Hasan Sabbah'ın emriyle gerçekleşen bir suikast olduğu düşünülmüş ve bu yüzden “Dağın Şeyhi Hasan Sabbah” kitabında, “tarihin ilk siyasi cinayet azmettiricisi” olduğu dile getirilmiştir.

Tarihe “intihar” kelimesinin kazandırılması

Rivayete göre; Hasan Sabbah, kalesini ziyarete misafirlerine hem gösteri olsun diye hem de müritlerinin ona bağlılığını göstermek amacıyla, tepede bulunan fedailerinden 3'üne işaret ederek atlamalarını söylemiş; onlar da tereddüt dahi etmeden atlayınca misafirleri çok etkilenmişlerdir. Tarikatta haşhaş kullanıldığına dair kanıt niteliğinde en çok verilen örneklerden biri budur. Çünkü böyle bir şeyi ayık olan kimsenin yapamayacağı düşünülmüştür.

Cennete gidip geldiğini sanan fedailer

“Haşhaşiler” dendiğinde akla ilk gelen “cennet vaadi” olur. Birçok cemaat ya da tarikat, üyelerini “bizimle olursan, öldükten sonra cennete gideceksin” vaatleriyle yoğursa da, rivayetlere göre Haşhaşiler'de bu durum “dünyada” da gerçekleşmiş durumda.

Şöyle ki; fedailer haşhaşla mayıştırılıyor. Daha sonra upuzun taş bir yolda (yolun her iki tarafı sütle basılmış ve kurutulmuş haşhaş tütsüleri ile bezenmiş bir hâlde) ilerliyorlar. Bu yolculuk sayesinde, hem psikolojik hem nörolojik açıdan birazdan göreceklerine hazırlanıyorlar. Gözlerini açtıklarında kendilerini, her çeşit güzel kızların, rengârenk çiçeklerin, dünyanın dört bir yanından getirilmiş hayvanların ve mis gibi kokuların olduğu bir yerde açıyorlar. Burayı “cennet” sanıyorlar. Tekrar haşhaşla uyutularak odalarına götürülüyorlar. Ve tekrar o ”cennet”e gidebilmek için Hasan Sabbah ne derse, ne isterse yapmaya hazır oluyorlar. Fakat o cennet, aslında çok yakınlarında, sadece Alamut'un arka bahçesindedir!

“Ben istemez miydim ki o hançer sert taşa değil de, sultanın yumuşacık göğsüne saplansın!”

Melikşah'ın ölümünden sonra tahta geçen Sultan Sungur, İsmaililer'in üzerine ordu göndermeye hazırlandığı sırada, bir sabah yastığının başında saplanmış bir hançer bulur. Ertesi gün saraya gelen elçi Sungur'a bir mesaj verir. Mesajda şu yazmaktadır: “Ben istemez miydim ki o hançer sert taşa değil de, sultanın yumuşacık göğsüne saplansın! Bizimle uğraşmaktan vazgeç.” Hançeri saplayan, Hasan Sabbah'ın yetiştirip saraylara sattığı cariyelerden biridir. Hasan Sabbah'ın güzel kadınları, bir yandan saraylarda cariyelik yaparken, bir yandan da şeyhlerine hizmet ediyorlar, emirlerini uyguluyorlardı. Sultan Sungur, Hasan Sabbah'la baş edemeyeceğini anlayınca kendini geri çekiyor.

Yenilmez savaşçılar

Müritler, yalnızca sadakatleri ile değil; aynı zamanda güçlü fedailer olmalarıyla da ün salmışlardır. Hasan Sabbah'ın da çok güçlü bir savaşçı olmasının yanında, müritleri de çok ağır eğitimlerden geçiyorlardı. Ancak o şekilde fedai olabiliyorlardı. Savaş taktikleri dışında İslam, güzel sanatlar, tarih, coğrafya gibi alanlarda da eğitimler gören fedailer, rivayete göre; Hasan Sabbah'ın emriyle, nefeslerini, bilinçlerini kaybedinceye dek tutarak dayanıklılıklarını güçlendirmiş, bedenlerine hakim olmayı öğrenmiş ve kapısına dayanan Büyük Selçuklu'yu savaşmadan dahi gönderebilecek bir seviyeye gelmiştir.

Sahte düzeneklerle yeni müritleri hayran bırakma

Rivayete göre; Hasan Sabbah'ın kabul odasının zemininde dar ve derin bir kuyu vardır. Fedailerden biri, yalnızca boynu ve başı gözükecek şekilde oraya dikilir ve inandırıcı olması için üstüne kan dökülürdü. Acemi mürit, odaya girdiğinde kesik gözüken baş dile gelir, “cennet”e gittiğini ve oranın güzelliklerini anlatır ve sonrasında fedainin başı gerçekten kesilirdi. Aslında onun öncesinde de ölü olduğu, istediklerinde onu canlandırabildiklerini söylerler ve yeni müritler hayretler içerisinde kalır, bir an önce Haşhaşi fedailerinden biri olabilmek için can atarlardı.

Aradan yüzyıllar geçmesine rağmen Hasan Sabbah'ın taktiği hala kılık değiştirerek de olsa dimdik ayaktadır. Bunun için uyanık olmamız olayları analiz ederken çokça düşünmemiz gereklidir.

Farenin gemiyi kemirdiğini görmemize rağmen, “Banane benim tarafımı kemirmiyor o taraf düşünsün” demeyelim. Hepimiz şunu da iyi biliyoruz ki gemi batarsa sadece o taraf değil hepimiz batarız..