30 Ağustos 2022

Öz Panteonundan Sorumluluğun Gerçekliğine

İnsan varlığını nerede hisseder. Özüm diyerek panteon kurduğu o yere varmak konusundan bir Sisifos çaresizliğine düşmüş halinden neyle ve nasıl çıkacaktır. Dünyaya gelen, tasarımlayan ve sorumlu olan insanın yolu nereye çıkar?

Schopenhaur’un İsteme ve Tasarım Olarak Dünya eserindeki “Bilme bakımından bütün var olanlar, -açıkçası tüm dünya- ancak özneyle ilişkisinde, algılayanın algısıyla ilişkisinde nesnedir, tek sözcükle, tasarımdır. O, (dünya) özne tarafından koşullanır, yalnızca özne için vardır.” Burada mutlak bir belirlenimsizlik/görecelik vardır. Sartre’ın “Varoluş özden önce gelir. İyi ama ne demektir bu? Şu demektir: İlkin insan vardır; yani insan önce dünyaya gelir, var olur, ondan sonra tanımlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkarır” sözlerini hatırladığımızda tasarımladığımız şeyler olarak özlere ya da özlerim bir tasarımı olarak kültürel hayata bakarsak var olacak olanların sorumluluğu insan olarak üzerimizdedir. Gökten zembille inen bir şey olmayacaktır. Gökle alakalı olanlarında varoluştaki tezahürü yine insanın tasarrufu olarak zuhura gelecektir. Dağların yüklenmekten kaçtığı mesuliyet bu olmasın?

Bu durumu tespit ettikten sonra Schopenhaur’un öz ve fiil alakasına dair sanat üzerinden ifadeleriyle baktığımızda “Zamanın akışına bağlı olmayan, dolayısıyla her zaman aynı doğrulukta bilinenle -tek sözcükle idealarla, kendinde şeyin, istemenin doğrudan, upuygun nesneleşmesiyle- ne tür bilgi ilgilenmektedir? Bu, sanattır, dehanın işidir. O, saf seyre dalış aracılığı ile kavranan bengi ideaları, dünyanın bütün görüngülerindeki özsel, yerleşik öğeyi yineler ya da yeniden yaratır.” İşte insan kültür varlığı olarak kendiliğini inşa eden o şeyin mensubu ve mesuldür demek tam burada meşru olmaz mı?  Peki bu nasıl olacak, yeniden Sartre’ye kulan verelim: “İnsan özgür olmaya mahkûmdur, zorunludur. Zorunludur, çünkü yaratılmamıştır. Özgürdür, çünkü yeryüzüne geldi mi, dünyaya atıldı mı bir kez, artık bütün yaptıklarından sorumludur.” İnsan dünyaya atılmış bir çaresiz ve cebri kuralların determinist seline mahkûm bir canlı değildir. Kuralsız bir serazat hiç değildir.  Müstakbelden mehdici ya da mesihçi tüm beklentilerin işaret edilen mesuliyet ile alakalı olduğu açıktır. İnsan öz dediği şeye dair olmak için öncelikle tasarımladığı dünyada özgür ve özgün iradesiyle özün hayatına dair olacağını bilmelidir. Hiçbir kaynak insanın mesuliyet ile özgür eylemi sonucunda varoluşunu üstlendiği o yerdeki kendilik varoluşunun yerini tutamaz. Tüm kategorik hikmetlerin tarihte çiçek açmasının imkanı da bu insanın mümkünüdür. Kanaatimizce dinler, felsefe ve sanatın insana gerçekçi teklifi de budur. İnsan için gayret ettiğinden fazlası yoktur gerçeğini bu bağlamda düşünmek kabildir.

            İnsanın üstlendiği bu sorumluluk ve yoldaki bu yöntem Ölü Evinden Hatıralar’da Dostoyevski “İnsan özgürlüğü uğrunda neyini vermez ki! Boğazına ip geçirilmiş hangi milyoner bir soluk hava için milyonlarını feda etmez?” ifadeleri ile varoluşun bu manada hür bir sorumluluk talep ettiğini söyler. Karamazov Kardeşler’de de bu durum “Başkasına ihtiyacım kalmadı ve artık bütün ihtiyaçlarımı karşılamak için kendime yeterliyim” şeklinde dile getirilir. İnsan bu kendilik içinde bir hal içinde olmazsa ne olacaktır sorusuna Schopenhauer, Hayatın Anlamı eserinde “Bilinçsizliğin gecesinden hayata uyandığında irade kendisini sonsuz ve sınırsız bir dünyada, hepsi mücadele eden, hepsi acı çeken, biteviye yanılıp sükutu hayale uğrayan sayısız fert arasında bir fert olarak bulur; ve sanki sıkıntılı, eziyet verici bir rüyaymış gibi derhal gerisin geri eski bilinçsizliğe koşar. Yine de o zamana kadar arzusu sınırsız, taleplerinin sonu gelmezdir ve her tatmin edilmiş arzu bir yenisini doğurur. Bu dünyada imkân dahilinde olan hiçbir tatmin onun şiddetli arzusunu dindirmeye, taleplerinin önüne nihai bir hedef koymaya ve yüreğinin dipsiz kuyusunu doldurmaya kifayet etmez.”, şeklinde yaklaşır. Yüreğin dipsiz kuyusunu dolduramayan modern insan kendini ya özü red ya da öze bilinçsiz bir tapınma ile mukabele ederken aklının ve fikrinin varoluş sebebini başka bir yere havale ederek kendinin gölgesi haline gelmez mi?

            Toprağa düşmeyen hiçbir tohumun bilkuvve gücünün manası yoktur. Tarihe intisabımız bilinç nesnesi, düşünce ve hareket saiki olmadıkça bilfiil bir mana oluşturamaz.  Bizim dinimiz var ya bizim dinimiz yahut şanlı ecdadımız var ya gibi söylemler bilkuvvesi çok değerli, güçlü ve manalı olsa da hayata ve ruha bir katkısı olmayan safsatadan ibaret bir şey olmanın ötesine geçemez. Sartre’ın özün insan ile ortaya çıkacağı tespitini ateist bir zırvalama gibi anlamanın ötesinde insanın kendi sorumluluğunu üstlenmesi olarak görerek kendimize, kendiliğimize ve her şeye baktığımızda sahip olduklarımızın bilkuvvelerinin yeşerecek bir toprak aradıklarını bize belki de fısıldayacaklardır. Fazilet zannederek eylemediklerimizin papağanı olup hayattan ve kendimizden sorumsuzca kaçtığımız her şey değerleri değersizleştiriyor. Peyami Safa Mahşer Romanında “Türkiye’de fazilet, bir fedakarlık telakki edildiği için, herkes bundan korkuyor; hatta namuslu bir adama, “Ne saf mahluk diyoruz!” faziletle belahat, aynı şey sayılıyor. Bu, bizim ahlak hakkındaki anlayışımızın iptidailiğindendir. Hile, dalavere, aczin ve safvetin vasıtalarıdır. Zeki ve menfaatini bilen adam, doğru, açık, hasbi ve cömerttir; böyle olmakla hiçbir şey kaybetmeyeceğini bilir. Asri fazilet fikri budur. Memlekette herkes saadeti faziletin zıddı sandığı için, ya namuslu kalmaya karar vererek bir köşeye çekilip oturuyor, miskin, faidesiz, çekingen yaşıyor yahut namussuzluğu kabul ederek bir taraftan halka faideli olmaya çalışıyor; öte taraftan çalıp çırpıyor. Yani hizmetle denaeti telif ediyor. Birçok faal hükumet adamlarının ahlaksızlığı bundandır. Türkiye’ de fazilet fikri tekâmüle muhtaçtır. Bizim cemiyetin bütün ıstırapları bu hercümerçte kaynıyor.”, derken saplandığımız bir ironik hal üzerinden fotoğrafımızı çekiyor.

 

Vesselam