Öz Panteonundan Sorumluluğun Gerçekliğine
İnsan varlığını nerede hisseder. Özüm diyerek panteon kurduğu o yere varmak konusundan bir Sisifos çaresizliğine düşmüş halinden neyle ve nasıl çıkacaktır. Dünyaya gelen, tasarımlayan ve sorumlu olan insanın yolu nereye çıkar?
Schopenhaur’un
İsteme ve Tasarım Olarak Dünya eserindeki “Bilme bakımından bütün var
olanlar, -açıkçası tüm dünya- ancak özneyle ilişkisinde, algılayanın algısıyla
ilişkisinde nesnedir, tek sözcükle, tasarımdır. O, (dünya) özne tarafından
koşullanır, yalnızca özne için vardır.” Burada mutlak bir belirlenimsizlik/görecelik
vardır. Sartre’ın “Varoluş özden önce gelir. İyi ama ne demektir bu? Şu
demektir: İlkin insan vardır; yani insan önce dünyaya gelir, var olur, ondan
sonra tanımlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkarır” sözlerini
hatırladığımızda tasarımladığımız şeyler olarak özlere ya da özlerim bir
tasarımı olarak kültürel hayata bakarsak var olacak olanların sorumluluğu insan
olarak üzerimizdedir. Gökten zembille inen bir şey olmayacaktır. Gökle alakalı
olanlarında varoluştaki tezahürü yine insanın tasarrufu olarak zuhura
gelecektir. Dağların yüklenmekten kaçtığı mesuliyet bu olmasın?
Bu
durumu tespit ettikten sonra Schopenhaur’un öz ve fiil alakasına dair sanat
üzerinden ifadeleriyle baktığımızda “Zamanın akışına bağlı olmayan,
dolayısıyla her zaman aynı doğrulukta bilinenle -tek sözcükle idealarla,
kendinde şeyin, istemenin doğrudan, upuygun nesneleşmesiyle- ne tür bilgi
ilgilenmektedir? Bu, sanattır, dehanın işidir. O, saf seyre dalış aracılığı ile
kavranan bengi ideaları, dünyanın bütün görüngülerindeki özsel, yerleşik öğeyi
yineler ya da yeniden yaratır.” İşte insan kültür varlığı olarak
kendiliğini inşa eden o şeyin mensubu ve mesuldür demek tam burada meşru olmaz
mı? Peki bu nasıl olacak, yeniden
Sartre’ye kulan verelim: “İnsan özgür olmaya mahkûmdur, zorunludur.
Zorunludur, çünkü yaratılmamıştır. Özgürdür, çünkü yeryüzüne geldi mi, dünyaya
atıldı mı bir kez, artık bütün yaptıklarından sorumludur.” İnsan dünyaya atılmış
bir çaresiz ve cebri kuralların determinist seline mahkûm bir canlı değildir.
Kuralsız bir serazat hiç değildir. Müstakbelden
mehdici ya da mesihçi tüm beklentilerin işaret edilen mesuliyet ile alakalı
olduğu açıktır. İnsan öz dediği şeye dair olmak için öncelikle tasarımladığı
dünyada özgür ve özgün iradesiyle özün hayatına dair olacağını bilmelidir.
Hiçbir kaynak insanın mesuliyet ile özgür eylemi sonucunda varoluşunu
üstlendiği o yerdeki kendilik varoluşunun yerini tutamaz. Tüm kategorik
hikmetlerin tarihte çiçek açmasının imkanı da bu insanın mümkünüdür.
Kanaatimizce dinler, felsefe ve sanatın insana gerçekçi teklifi de budur. İnsan
için gayret ettiğinden fazlası yoktur gerçeğini bu bağlamda düşünmek kabildir.
İnsanın üstlendiği bu sorumluluk ve yoldaki bu yöntem Ölü
Evinden Hatıralar’da Dostoyevski “İnsan özgürlüğü uğrunda neyini vermez
ki! Boğazına ip geçirilmiş hangi milyoner bir soluk hava için milyonlarını feda
etmez?” ifadeleri ile varoluşun bu manada hür bir sorumluluk talep ettiğini
söyler. Karamazov Kardeşler’de de bu durum “Başkasına ihtiyacım
kalmadı ve artık bütün ihtiyaçlarımı karşılamak için kendime yeterliyim”
şeklinde dile getirilir. İnsan bu kendilik içinde bir hal içinde olmazsa ne
olacaktır sorusuna Schopenhauer, Hayatın Anlamı eserinde “Bilinçsizliğin
gecesinden hayata uyandığında irade kendisini sonsuz ve sınırsız bir dünyada,
hepsi mücadele eden, hepsi acı çeken, biteviye yanılıp sükutu hayale uğrayan
sayısız fert arasında bir fert olarak bulur; ve sanki sıkıntılı, eziyet verici
bir rüyaymış gibi derhal gerisin geri eski bilinçsizliğe koşar. Yine de o
zamana kadar arzusu sınırsız, taleplerinin sonu gelmezdir ve her tatmin edilmiş
arzu bir yenisini doğurur. Bu dünyada imkân dahilinde olan hiçbir tatmin onun
şiddetli arzusunu dindirmeye, taleplerinin önüne nihai bir hedef koymaya ve
yüreğinin dipsiz kuyusunu doldurmaya kifayet etmez.”, şeklinde yaklaşır. Yüreğin
dipsiz kuyusunu dolduramayan modern insan kendini ya özü red ya da öze
bilinçsiz bir tapınma ile mukabele ederken aklının ve fikrinin varoluş sebebini
başka bir yere havale ederek kendinin gölgesi haline gelmez mi?
Toprağa düşmeyen hiçbir tohumun bilkuvve gücünün manası
yoktur. Tarihe intisabımız bilinç nesnesi, düşünce ve hareket saiki olmadıkça
bilfiil bir mana oluşturamaz. Bizim
dinimiz var ya bizim dinimiz yahut şanlı ecdadımız var ya gibi söylemler
bilkuvvesi çok değerli, güçlü ve manalı olsa da hayata ve ruha bir katkısı
olmayan safsatadan ibaret bir şey olmanın ötesine geçemez. Sartre’ın özün insan
ile ortaya çıkacağı tespitini ateist bir zırvalama gibi anlamanın ötesinde
insanın kendi sorumluluğunu üstlenmesi olarak görerek kendimize, kendiliğimize
ve her şeye baktığımızda sahip olduklarımızın bilkuvvelerinin yeşerecek bir
toprak aradıklarını bize belki de fısıldayacaklardır. Fazilet zannederek
eylemediklerimizin papağanı olup hayattan ve kendimizden sorumsuzca kaçtığımız
her şey değerleri değersizleştiriyor. Peyami Safa Mahşer Romanında “Türkiye’de
fazilet, bir fedakarlık telakki edildiği için, herkes bundan korkuyor; hatta
namuslu bir adama, “Ne saf mahluk diyoruz!” faziletle belahat, aynı şey
sayılıyor. Bu, bizim ahlak hakkındaki anlayışımızın iptidailiğindendir. Hile,
dalavere, aczin ve safvetin vasıtalarıdır. Zeki ve menfaatini bilen adam,
doğru, açık, hasbi ve cömerttir; böyle olmakla hiçbir şey kaybetmeyeceğini
bilir. Asri fazilet fikri budur. Memlekette herkes saadeti faziletin zıddı sandığı
için, ya namuslu kalmaya karar vererek bir köşeye çekilip oturuyor, miskin,
faidesiz, çekingen yaşıyor yahut namussuzluğu kabul ederek bir taraftan halka
faideli olmaya çalışıyor; öte taraftan çalıp çırpıyor. Yani hizmetle denaeti
telif ediyor. Birçok faal hükumet adamlarının ahlaksızlığı bundandır. Türkiye’
de fazilet fikri tekâmüle muhtaçtır. Bizim cemiyetin bütün ıstırapları bu
hercümerçte kaynıyor.”, derken saplandığımız bir ironik hal üzerinden
fotoğrafımızı çekiyor.
Vesselam