04 Aralık 2015

Patron İslamcılık istiyor

1990'lar bu ülkede Müslümanlar için bir hayli çetin geçti. Laiklik tartışmalarının altında ezilen dindar Müslümanların ibadetleri kamusal alan için tahammül edilmez bulunmuş ve bu alanın dışına itilmesi için ne gerekiyorsa yapılmıştı. “Muasır medeniyetler seviyesi”ne ulaşmanın yolu, bir kısım rejim bekçilerine göre İslam'ın görünür olmamasından geçiyordu. Bu bekçiler, görünmeyen ve “kalbin temizliğinde” varlığını devam ettiren bir İslam düşlüyorlardı.

28 Şubat, İslam'ın kamusal alandaki varlığını bitirme anlamında bir kaynama noktası oldu. Zaten var olan yasaklar kat be kat artırılıyor; salt irtica söylemiyle ve başarılarına bakılmaksızın ‘siyasal İslamcı' hükümet iktidardan düşürülüyordu. Başörtüsü yasağı, imam-hatiplerin kapatılması ve siyasi yasaklara bir de bireysel olarak gerçekleştirilen ibadetlerine bakarak, Müslümanların ‘mürteci' diye yaftalanması ekleniyordu.

Yasakların yoğunlaştığı, yaptırımların arttığı, dindarlığın kamusal alanda görülür olmasının engellendiği bu dönemin travmatik ortamı, Müslüman dindar kesimin direnişini perçinliyor, safları sıklaştırıyordu.

Pek çok imkândan uzak olma hali ister istemez bir samimiyeti ve duygu yoğunluğunu da beraberinde getiriyordu. Bu durumun entelektüel niteliği güçlendiren, Müslümanların zihin çerçevelerini ve taleplerini sağlam temeller üzerinde netleştiren bir etkisi olmuştu. Elbette, her anlamda ideal bir konumdan söz etmek çok zordu, ancak zulmün itici bir gücü vardı ve bu itici güç dindar kesimi daha nitelikli ve samimi kılıyordu.

İslami duyarlığı ön plandaki dergilerin 1970'lerden 2000'lerin ortalarına kadarki serüveni bu konu hakkında önemli fikirler edinmemizi sağlıyor. Mücadele alanı daha belli olan İslamcı yazarlar, geniş ufuklar ve ciddi birikimlerin ürünü olan yazılarını zaruri olarak meydana getiriyorlardı. Düşüncenin sancısından kurtulmak zarureti.

Nitelikli yazarların nitelikli dergiler çıkarma niyet, endişe ve gayretleri hayatın doğal ve çetin seyrinin sonucuydu. Maddi olarak hiçbir şekilde tatmin edici olmayan bu muhalif dergicilik, ulvi gayeler adına yapılıyor, yokluk içindeki okur yazar kesimde samimiyet elden ele dolaşıyordu.  

28 Şubat sürecinde milletin belleğinde biriken baskıcı statüko algısı, art arda gelen ekonomik ve siyasal krizlerin de etkisiyle güçlü bir reaksiyona dönüştü. Bu reaksiyon AK Parti'nin iktidara gelişiyle somutlaştı. Yasakların kademe kademe ortadan kaldırılmasıyla da bir sükunet ve istikrar dönemi ortaya çıktı.

Cumhuriyet tarihinde AK Parti dönemi en istikrarlı, en parlak ve en müreffeh dönem olarak tarihe geçti. Zaten üst üste yaşanan seçim başarıları bunu kanıtlıyor. Fakat oluşan refah ortamına paralel olarak bir rehavet sürecine de girilmiş oldu.

Öte yandan iktidar gayesine ulaşan dindar Müslüman toplumun gözünde büyük ve cihanşümul mefkûreler silikleşmeye başladı ve özellikle okur yazar kitle için “dava” küçülerek iç siyasetteki gerilim ve çatışmalara indirgendi.

1990'ların fikir dergilerinin davanın küçülüşüne bağlı olarak ortadan kaybolması veya görünmez olmaları sonucu, nesnel görüntü veren piyasa dergileri yükselişe geçti. Artık büyük sermayelere kayan dergicilik müşteri kaygısıyla kitleselleşmeye yöneldiğinde, aslında dönüşerek seküler dünyanın kültürel iktidarına eklemlenmiş oldu.

Eski iddiasını koruyan dergi ve yazarlar marjinal kabul edilerek piyasa tarafından sessizce dışlanmaya başladılar. Popülerlik-kitlesellik iddiasındaki dergiler ise görünür olabilmek için halihazırda her şeyi yapıyorlar. Eskinin gençlere ideal öğreten, yol gösteren ve düşündüren dergilerinin yerini bugün slogan üreten ve slogan attıran dergiler aldı. Edebiyat ve sanat dergilerinin görünür olma kaygısı ise, yine bu doğrultuda kaymalara neden oldu.

Hikayenin başına dönersek: 1990'larda İslam'ın kamusal alanda görünür olmasına karşı yürütülen mücadele, bugün görünenin tartışmalı olduğu bir dönüşümle sonuçlandı. İmkanlar oldukça fazla. Ancak bugünkü istikrar ve sükunet, eli kalem tutanlarda bir rehavete neden oluyor. Müslüman yazarlar geri dönüp temel sorularımızı, mesela şu “kamusal alan” sorusunu sormak istemiyorlar.

Yoksa İslam'ın kamusal alandaki varlığı, mescidlerin özel üniversitelerin, özel hastanelerin veya çeşitli kurum ve kuruluşların izbe bodrumlarına, kullanılmayan odalarına sıkıştırılmasıyla mı gerçekleşti?