Piştê yolu hüzünleri
Köyün girişindeki büyük taşın
üstünde oturuyordu ihtiyar.
Yeşil beyaz kareli desenli
takkesini çıkardı. Terden buhar yükseldi kafasından. Parmağını karşı dağın
ardına doğru uzattı ve; "Müdür Beg, yarın Piştê'ye gideceğiz. Sabah
erkenden hazır ol" dedi. "Eyvallah Kalê” dedi müdür.
Sabah erkenden iki kafadar dağın
yamacında yaşlanmış yürüyorlardı. İhtiyar, seyrelmiş dişlerinin arasından yokuş
çıkmanın verdiği yorgunluk ve ihtiyarlık etkisiyle sessiz ve yavaşça bu
dağlarda yeşeren otların şifa olduğunu anlatıyordu. Bir göze'nin başına
vardıklarında durdular.
İhtiyar, çıkınından çelik bardağı
çıkarıp "müdür beg, su iç" dedi. Müdür, önce sen iç bakışı yapınca
"Sen bugün benim misafirimsin, Ağa da sen paşa da sen" dedi.
Üstelemedi müdür. Tanıyorlardı birbirlerini. Çok çay içmişlikleri vardı, damda
serili yastık üzerinde.
Tandır ekmeğinin arasına tel
peynir koyup uzattı. "Bu senin payın. Bugün sadece bu kadar ekmek peynir
yiyeceğiz" dedi. Müdür güldü. "Apê Musa, sen beni açlıkla mı imtihana
getirdin" dedi. İhtiyar boğuk sesiyle kahkaha attı. "Bugün aç kalmak
yok, ekmek yemek bu kadar " dedi.
Koca dağın en tepesindeydiler
şimdi. "Daha çoook yolumuz var" deyip tütün tabakasına uzandı
ihtiyar. Bir yaprak müdüre, ikincisini kendine sardı. Karayazı'dan Pasinler
ilçesinin dağlarına, oradan Tekman'ın dağ köylerine kadar her yeri gören bir
yerdi bursu, manzara muhteşem.
İzmir'de gurbetçi işçilik
yaparken Bulgar göçmeni iş sahibinden öğrendiği Bulgarca bir sözü mırıldandı.
Müdür, oralı olmadı. Mayıs’ın ortasıydı artık. Dağlar alacalı karlıydı. Hafif
yağmur çiseliyordu. "Korkma, bu yağmur hızlanmaz" dedi dayandığı
asasına yüklenip ayağa kalkarken.
Döndü, bir tarlanın kenarında,
"Bu otu ye, bu şifadır" dedi. “Nedir bunu adı Kalê?"
“Mendik".
Sonra, eline bıçak alıp bir kaba
otu kesti kökünden. “Bu Halıs'tır” dedi, “Cağ'dan çok daha güzel.” Yoldu üst
tarafını, kökünü sap olarak bırakıp, "Sen de topla eve gönderirsin"
dedi.
Yokuş iniyorlardı şimdi. Bir
türkü mırıldandı aşıklardan ihtiyar. Sözleri nasihat içeren ve yavaş yavaş
söylenen. Çok önce sözleşmişlerdi bu yolculuk için. Kışın ortasında, kar yarım
metreye vurduğunda, tipi bacayı zorladığında sobadaki tezeği şişle karıştırken
ihtiyar.
Müdür beg, "ölmez sağ
kalırsak, baharın seninle Piştê'ye gideceğiz" demişti. Müdür de
"inşallah Apê Musa, inşallah" demişti. Hemen her gün bunu
konuşuyorlardı, köyde gün geçmezdi ki yoksa. Camiden çıkarken, otların olduğu
dağdan gelirken karşılaştıklarında.
Bir dağ köyüydü burası. İlçeye 25
km uzakta, en yüksekten bir altta. En yüksekte Gökçe Harman mezrası vardı,
kışın kimsenin olmadığı. Kalabalık bir köy, 170 hane, 1000'e yakın nüfus, 400
öğrenci 12 öğretmen ve müdür.
Nihayet Piştê'ye geldiler.
İhtiyar halı deseni gibi çiçeklerin ortasında uzanan ovaya bakıp "Bir
zaman firarlar vardı, şu mağarada kalırlardı, korkardı insanlar buralardan
geçerken. Deden çok yiğit bir adamdı müdür beg, korkusuz bir adamdı. Firarlar
da ona hürmet ederdi gerçi. Hocaydı, âlimdi, tabancası belinde, çizmeleri
dizinde at üstünde buralarda çok gezmiştir. Şimdi de sen geziyorsun. Dünya
böyle işte" dedi . Dedesi yeni vefat etmişti müdürün. İhtiyarın gözleri
doldu. "Efendi, çok başka biriydi, benzemezdi başkalarına, erkekti,
yiğitti" dedi.
Sene 2008, günlerden cumartesi,
Mayıs ayının ortasında, ıslak ve nemli çimenlerin içinde iyi yaya yürüdükçe
yürüdüler. Bir dere kenarında durdular. Manzara bu kez çukurdan yukarı bakmalı.
Bir tütün daha sardı, kendine ve müdüre. Su sesini dinlediler bir süre.
Öğle vakti olmuştu. Aşağıda
Karataş köyünde ezan okundu. Abdest aldılar dereden, kıbleyi tayin edip namaza
durdular. Müdür, imam olmak zorunda. Dedesinin konusu az evvel geçti. Âlimdi,
tabancası belinde çizmeleri dizinde at üstünde buralarda çok gezmişti ya,
mirası buydu belki de.
İhtiyar söyledi, müdür topladı.
"Onu ye, şunu poşete koy" diye diye yolu yarı ettiler dağa doğru.
Yağmur biraz daha hızlandı. Göz göze geldiler, gülümsedi "Korkma Müdür
beg, bu yağmur hızlanmaz" dedi. Dağın yamacını bu kez daha bir yorgun
çıkıyorlardı. İkindi çöktü, çökecek.
Dağın tepesine vardıklarında
ikindi vakti olmuştu. Ceketleri serip ikindiyi de kılıp yokuştan süzüldüler.
Adımları daha hızlı. Akşam çökecek yoksa köye varmadan. Köyden bacalar duman
çıkarmaya başladı artık. "Apê Musa, Allah razı olsun, sayende güzel bir
gezi oldu" dedi müdür.
"Sen de sağ ol babam. Bana
arkadaşlık ettin, ihtiyarlık zor iş, kim çeker ihtiyar kahrını". dedi Musa
Dayı. Hava kararmak üzereyken köye vardılar, hatır isteyip ayrıldı müdür,
lojmana doğru yavaş yavaş gidiyordu şimdi.
Sonraki günler gittikleri yolu
anlatıyordu müdür, o da başkaca yerler olduğundan bahsediyor, "meşenin
vakti gelsin hele, senle yaban eriği, hivtirşk, mevuç, şilan toplayacağız"
diyordu. İki arkadaştılar. Biri ihtiyar, diğeri Efendinin torunu.
Birkaç gün sonra hastalandı
ihtiyar.
Hastalığı ağırlaştı günbegün.
Zayıfladı, konuşamayacak hâle geldi. Başında hüzünlü ailesi şimdi. Müdür,
fırsat buldukça yanında. Durumu ağırlaştı haberi gelince koşar adım gitti
evlerine. Müdürü görünce gülümsedi ihtiyar. Sessiz bir şekilde "yasinê
bixwune ser mi da" dedi.
Şimdi yasin okuyordu müdür, Apê Musa
şehadet parmağını kaldırıyor. İşaret etti, kulağını eğdi ağzına doğru doğru
müdür. "Keşke doğmasaydım anamdan" diye başlayan, o yolculukta
okuduğu şiire döndü. Bulgar göçmeni iş sahibinden duyduğu "seray baydo
isfah" diye başlayan kelimelerle.
Gözleri dolu dolu oldu gencin.
İhtiyar gülümsedi. "Meşeye gidemedik, şilan toplayacaktık" dedi.
Birkaç dakika sonra odada gözyaşı sel olmuştu. Müdür, "Inna Lillah We Inna
İleyhi Raciun" deyip ayağa kalktı. "Feryad etmeyin, dua edin"
deyip çıktı. Mezar hazırlığı için.
Camiye doğru anons için giderken
ağzında o şiiri mırıldandı müdür beg. "Keşke doğmasaydım anamdan"...
Müdür bendim, Musa Dayı da
komşumuz, dede dostumuz. Musa Dayının şiirin de bu da vardı. "Geldi gül,
geçti bülbül, ister ağla ister gül ".
Abdullah Can