Püsküllü Bela
-Ruzname; Kelime Günlüğü’nden-
Püsküllü bela, TDK’ya göre kendisinden
kurtulunması bir türlü mümkün olmayan, büyük sıkıntı, zarar veren kimse veya
şey.
Kimse veya şey ibaresinin yerine
kondurduğunuz kelimeyle şekil alan bir mânâ…
Püsküllü bela tamlaması, küfürlü
ve yakışıksız konuşmaktan uzak durulduğu zamanlarda daha çok kullanılıyordu.
İllete dönüşmüş kişi veya iş veya olaylar için söylenirdi. Şimdi böylesi
meseleler söz konusu olduğunda argo ya da küfür kelimeleri kullanılıyor. Sebebi
ortada… Medya ve sosyal medya argoyu da küfürlü konuşmayı da her ortamda
meşrulaştırdı.
Özel radyolar ve televizyonlar
ilk açılmaya başladığında, medyanın sivilleşmesinde bazı yanlış anlaşılmalar
oldu. Günlük saat sınırlaması olmadan uygunsuz ses ve görüntü içeriği,
neredeyse her evde bulunan radyo ve televizyonlar aracılığıyla âdeta boca
edildi.
Tek eğlenceyi televizyondan
ibaret sayan dar gelirli vatandaş önce ne yapacağını şaşırdı, sonra bu sınır
tanımaz yayınlara müdahale edilmesini isteyenler, istemeyenler ve medya
cihazlarını tamamen hayatından çıkaranlar şeklinde gruplara ayrıldı.
Bu süreç çocukluk yıllarıma
rastlıyor. Televizyonda her yayınlananı “başımın üstüne” diyerek benimseyenler
vardı. Bizde yasaklanmış kanalları izleyen ve sakıncalı içerikleri umursamayan
evlere bir süre sonra gitmemeye başladık. Bu önemli bir ayrım noktasıydı.
Keza gazeteler bunu nerdeyse
yarım asır yapıyordu ve yine uygunsuz fotoğraf yayımlayan gazeteler, şuurlu
okuyucularca boykot ediliyordu.
Sınırsızlıkla sunulan medya
ürünlerine aile bireylerinin getirdiği şuurlu sınırlama prensibiyle, her
sunulanı mutlak kabul olarak görmeyen, kendi dünya görüşüne, aile terbiyesine
göre seçim yapabileceğini bilen nesiller yetişti.
Elbette işin “ama”sı var…
Köroğlu’nun “Tüfenk icat oldu,
mertlik bozuldu” mısraını akla getiren bozgun internetle başladı.
Her yaştan kişi, kendini
sınırının tahayyülü mümkün olmayan, seçenekleri aklı zorlayan bu sanal alanda
buldu kendini.
Gazete, radyo ve TV kanallarında
üst düzey seçiciliği aşılayan ailevi prensipler, hükmünü ve anlamını yitirdi.
Akıllı telefonlarla birlikte,
devasa medya okyanusunda nereye kulaç attığını kişinin yalnızca kendinin
bilebildiği -yahut öyle sandığı- sihirli bir ekran bağımlılığı başladı. Zira
hiçbir mekân, hiçbir insan, hiçbir tasarı, hiçbir oluşum onun kadar sınırsız ve
özgür hissettirmiyordu artık.
Sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla
birlikte bu sınırsız ve “özgür” takip anlayışı bir alışverişe dönüştü. Edilgen
izleyen rolü, etken izleyen rolüne dönüştü. Etken izleyen de izlediği alanın
diline, şekline, içerik ve iletişim anlayışına uygun hâle bürünerek, o bütünün
parçası olabileceğini fark etti.
Sanal dünyayı doğru, verimli ve
kontrollü kullanma konusunda eğitimden geçmemiş nesiller, çocuklarının
internetle olan ilişkisinin düzeyini kurgulayamıyor, kontrol altına alamıyor,
işin kötüsü kendini de kontrol edemiyor.
Ve şöyle bir denklem oluşuyor:
Ekranıyla daha fazla vakit geçirmek isteyen ebeveyn çocuğunu, nesneleri
tutabildiği ilk anda ekranla ilişkilendiriyor ve ona da en az kendisi kadar
zaman veriyor.
Sonrası mı?
Sonrasını hepimiz biliyoruz.
Toplum bu manzaralarla dolu.
Elbette bir de “ondan” sonrası
var. O da şu:
Ebeveyn daha olgun çağlara
eriştiğinde ekran ona gerçek sohbetin tadını vermemeye başladığında, televizyon
içerikleri anlamsızlaştığında iki çift laf edecek evlat arıyor çevresinde.
Ancak bulamıyor. Çünkü evlat henüz sanal dünyada mahkûmiyet süresini tamamlamış
değil. Üstelik buna daha çok var. Hatta çalışma hayatına atıldığında illa ki
devamlı ekrana bakmasını gerektiren işlerle meşgul.
İnternet kişiyi bağımlı hâle
getiren yönüyle tam bir püsküllü bela.
Çünkü kullanım kotamızı çoktan
aştık.
Çünkü internetin hâkimiyet
hedefi haddini çoktan aştı.
Distopik filmlerdeki yapay zekâ
ile savaşların en sanalını, an be an yaşıyoruz.
Zafer ümidi ile…