02 Şubat 2021

​Safranbolu Hacılarobası Köyünden Kendine ve Türkistan'a Bakmak

 

Bu vatan dedi dedem öyle bir yerdir ki bir köyünde vatan saklıdır, bir köyü bile bir vatanın rengini, manasını ve ruhunu taşır. İşte o köyler, kasabalar ve şehirler vatanı kurar. Sonra Osman Turan merhum Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi tarihi kitabında “Ankara meliki Muhiddin Mes'ud, 1197'de, Kastamonu vilayetine tabi Dadybra (Zilifre) şehrini fethedince, vergi ödemek suretiyle, kalmak isteyen halkın teklifini red etti. Onların aile ve mallariyle çıkıp gitmelerine müsaade edip yerlerine Türkleri iskân etti”, bilgisini verir bizim oralara dair diyerek devam etti. Türk’ün buralarda görülmeye başlangıcı Selçuklu çağı devrinde böyle böyle başlar bizim buralarda diye anlattı. Kendi kendime yahu dağın başındaki bu köy, kuş uçmaz kervan geçmez Safranbolu Hacılarobası köyü nasıl olur da vatan olur ki diye homurdanırken dedem devam etti.

Bak! dedi, Köyümüzün ilk kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber, Osman hpcanın bahsettiği bu gelişler sürecinde, köyün ilk kurucularının Oğuz Türklerinin Kayı boyunun Karakeçili Aşiretine bağlı bir oba olarak, Horasandan geldikleri söylenmektedir. Hülasa Türkmenler buraları da şenlendirdiler. Daha sonraki zamanlarda da Safranbolu (Taraklıborlu) yöresine yerleşen Hüseyin, Hacı ve Davut adlı 3 kardeşin oluşturduğu oba bölünerek büyük kardeş Hüseyin tarafından Yörük Karyesinin, diğer kardeşlerin ise Hacılarobası ve Davutobası Karyelerini kurdukları, Yörük, Hacılarobası ve Davutobası Köylerinde bilinmekte ve kulaktan kulağa anlatılmaktadır. Köyde anlatılan efsaneye göre; köyün ilk kurucularından Horasan’dan gelen Hüseyin, Hacı ve Davut adlı üç kardeşin yönetimindeki büyük bir Yörük aşireti olduğu, bu aşiretin Kayı Boyu’nun Karakeçili aşiretine mensup oldukları ve ağabeyleri Hüseyin’in başkanlığındaki bu göçebe topluluğun bugünkü Yörük köyü’nün orta bölümünde yer alan, Hafız Pınarı olarak bilinen ve halk arasında nesilden nesile “Çökön” olarak adlandırılan bu alanda çadırlarını kurup ilk olarak burada konakladıkları, yörede zamanla çoğalan aşiretin kendilerinden önce bölgede yerleşmiş, Cenevizli gruplarla savaştıkları ve aşiretin ilk yerleşim yerinde genişlemesi nedeniyle de Hacı ve Davut isimli kardeşlerin obaları ile ayrılarak bugünkü Hacılarobası ve Davutobası köylerini kurdukları söylenmektedir. Bak evlat, dedi; işte vatanı kuran Türk milleti Horasan’dan nasıl burayı Türkiye kıldıysa işte bizim Hacılarobası da onun bir küçük numunesi olarak koca vatana dair bir manayı içerir, dediğinde ben ön yargılarımdan, o küçük köy yeri bakış açısı darlığından, metropol şarhoşluğumdan başka bir manaya doğru evrilmeye başladım. Dedi ki bu toprakların her köyü böyle tohum gibidir evlat, bütünün manası içinde meknuzdur. Yeter ki hatırla ve unutma. Unutursan nerden geldiğini nereye gideceğin meçhul kalır, diyen dedemle dere boyundaki bahçemizden Safranbolu’da görülen ve Balkanalra kadar her yere yayılan Türk evlerinden bir ev olan evimize doğru yürüdük. O evin mimarisi bile bir şahsiyet abidesi gibiydi. Kökenlerini gösteren bir kültür anıtı.

Peki dede dedim, bu söylediklerini daha önce gören, yazan çizen bu bizim köye gelen olmuş mu, diye sordum. Kafamdaki sisleri iyice dağıtmaya bir köyün nasıl vatan olacağı fikrimi ve bunun tüm Anadolu sathında nasıl olacağını oturtmaya çalışıyordum. Olmamı dedi. Abdülhamid devrinde Riçırd (Richard Leonard) diye bir profesör bizim buralara gelmiş. Richard Leonhard, 19. yüzyılın sonlarında, 20. yüzyılın başlarında, İstanbul'daki Alman Arkeoloji Enstitüsü'nün direktörlüğünü yapmış ve Küçük Asya'ya üç gezi düzenlemiş ki, 1903 yılında gerçekleştirdiği üçüncüsü “Paflagonya” gezisinde yolu bizim buralara düşmüş.  İbrahim Canbulat’ın Seyahatname ve Yazılı Kaynaklarda Safranbolu kitabından aktararak: “Karaşehir ve Hacılarobası’nı geçtikten sonra, kireç taşına oyulmuş derin mağaraların sarmaladığı kanyon benzeri derin vadiye yerleşmiş Soğanlısu’ya doğru sürekli inmeye başladık. Ağzın üzerinde, deniz seviyesinden 335 m. yukarıdaki Soğanlısu’ya ulaştık. Ve dar vadide akan bayağı hırçın suyu 10 kez geçtik. Vadi kumtaşından oluşuyordu; sol kıyısının dik duvarı Karakoyunlu mezar odalarına uzanıyordu; iki katlı kabaca oyulmuş 5 mezar odasında ölülerin yatırıldığı taş sıralar vardı. Bu bilgiler kayalara tırmandıklarını söyleyen köy halkı tarafından sağlandı. Karakoyunlu’da Kafkasyalı insanlar yaşamaktaydı. Başka hiçbir yerde görmediğim kazları yetiştiriliyor olması bende bu kanıyı uyandırdı. Çerkeş onların kullandıkları pazardı, Boyalıpazar ise sadece söylentilere göre biliniyordu. Çay, Güney’e doğru yükselirken, 3 saat mesafede bulunan ve nehrin sağ kıyısında Kıranköy ve sol yakasında orman içindeki Satlar bulunuyordu. Sonra, 4. Bölümde anlatılan kaya mezara yöneldim. Kaya mezar, küçük bir vadinin içinde, seramiklerden anlaşıldığı üzere antik bir yerleşme olan köyün yaklaşık 400 m. güneydoğusunda bulunuyordu. Köyün muhtarı gezide bana eşlik etti. Çayda, deniz seviyesinden 350 m. yükseklikte bulunan eski taş köprü temeline yakın ağaçların altında dinlendim ve sonra ahşap köprünün üzerinden geçip 100 m. yürüyerek sağ kıyıdaki antik kalıntılarına ulaştım. Bununla ilgili raporumu 5., ve 6. Bölümde bulacaksınız. Antik kayalar yoğun çalılıkların arasından yükseliyordu.”, dediğini bana aktardı. Bak evlat dedi işte bu Leonharda benim sana bahsettiğim Türkmen/Yörük aslımıza yani bu toprakların Türkiye olmasını sağlayan milletimize dair oluşumuzu da tespit eder. Nasıl dedim? Bak dedi bizim köye dair neler demiş evlat kendin oku ve karar ver: “Orta yükseklikteki teraslardan batıya doğru uzanarak yeniden güzel ve 100 kadar evi sayılan ve bir Yörük yerleşmesi olan Hacılarobası’na (500 m) döndük. Kadınlar kendilerini saklamıyorlardı ve hiç ezan okunmadı. Hacılarobası’nın sakinleri yıllarca kalmak üzere İstanbul (Konstantinople) gidiyorlardı. Buradaki tüm aileler akrabalardan oluşuyordu. Gözleme ikram ettiler ve devamında bu dünyadan uzak dağ köyünde sunulan sorbe(?) şaşırtıcıydı. Ev sahibim Yıldız Sarayı’ndaki mühimmat fabrikasında çalışıyordu; ağrılı bir kırık için tedavi gördüğü Alman Hastanesi nedeniyle Almanlara sempati duyuyordu.” Gördün mü evlat bizim aslımız neslimiz budur. Bizim insanımızın sofrası açıktır ya, gördüğün gibi fukaralık da göçü çoktan başlatmış bile. Büyük baba sende İstanbul’da fırınını bu gelişmelerin parçası olarak açtındı değil mi? Sukut etti. Bak dedi köyde vatan nasıl saklı görüyor musun? Artık iyice kafamda taşlar yerine oturuyordu.

 

Dedem daha dur evlat daha bitmedi, dedi. Bunlara ilave sana bir son şey daha göstereceğim. Dolaptan bir kâğıt tomarı çıkardı. Bak dedi, Profesör Tuncer Gülensoy yazmış. Yazmışta ne yazmış acaba? Kam Püre Oğlu Bamsı Beyrek, Deli Dumrul, Salur Kazan ve Tepegöz Boylarının Anadolu Varyantları ve Dede Korkut Hikayeleri Coğrafyasının Tespiti Sorunu başlıklı yazıyı bana uzattı ve oku oğul dedi. Okudukça gözlerim açıldı. Dede Korkut hikâyesi diye ocağımızın ışığı ata yadigârının okunup bilahare derlendiği yerlerden birisi de Hacılar obası köyü idi. Bey Börek hikâyesinin iki farklı numunesi Ahmet Baha Gökoğlu tarafından Hatice kadın tarafından anlatıldığı şekliyle derlenmiş ve 1931’de Milli Mecmua’da yayınlanmıştı. Diğeri ise köyümüze çok yakın Kuzyaka-Hacılarobası rivayeti başlığı ile Hacılarobası’ndan Mustafa Efendi’den derlenmiş ve Atsız Mecmua’da 1932’de yayınlanmıştı. Milletin hafızası ve hatırası olan bu büyük metnin hafıza mekânlarından birisi de Hacılarobası köyü idi. Mustafa Efendi aktarımından bir kısmı okuyunca Batı Karadeniz bölgesi ağzının o güzel ifadeleri içinden Bey Börek hikayesi bizimle konuşuyordu. “Emmä qalan orası sınırmış. Gavur qıralunu(n) orada serayı vâmış. Qıral serayından düldüllä baqmuş  kî biraz kişi sınırı geçmüş yatıya. Qıral qalan ferman etmüş; "gidi(n), götü(n) şo adamları, atı(n) zindana" demüş. Qıralın adamları gitmişlää. Orcukta yatan ne qadara kişi vasa hepsünü dutmuşlâ, götümüşlää, atmışla zindana bunla zindanda yedü yıl qalmuşlâ. Bey Böyräk dä bu dutunlâla berâbärä zindanda, yedü yıl qalmuş. Qalan günläädän bi gün Bey Böyräk cebündäkü çaqu bıçağunnan Zindanı(n) duvarunu öşä öşä bi insan gözü göräcäk qadara duvardan bi delük açmuş. Qalan orcuqtan etrafı gözätläämüş. Emmä quş  uçmaya kervan geçmäyomuş.” Horasan’dan ve belki daha gerisinden başlayan göçün bizi getirdiği bu küçük köyde vatan sade vatan mı, bütün bir Türkistan önüme açılmıştı. Oğuzlar İslam ile Türkmen adını alıp Anadolu’da Yörük olduğu bu yerde işte dedemin dediği o mana şimdi şahsımı bir şahsiyete dönüştürerek beni büyük bir tarihin parçası olmanın şuuruna taşıyordu. Bu hikâyelerin Türkiyenin batısından doğusuna pek çok yerden derlendiğini ifade ile yetinip gerisi meraklılarının hocamızın makalesini okumasına bırakıyorum. Dedem dedi ki İbrahim deden işte bu tarihin ve vatanın namusu için taa Yemenlerde savaştı da dönüp yine vatan toprağı nasipmiş aha şu mezarlıkta sonsuzluğu tadıyor, dedi. Ben birkaç saat önce dağ başında kuş uçmaz kervan geçmez dediğim zorla geldiğim bu köye artık koca bir Türkistan nazarı ile bakıyordum.

 

Kendini bil derdi dedem de ne derdi anlamazdım? İşte şimdi bildim dede vatanı ve bana köyüm aslımı faslımı öğretti. Oradan geçen gezinin sözleri ve nihayet Dede Korkut’un sadası ruhumdaki karanlığa ışıklar ulaştırdı. Köklerimi hissettim. Bunun için uzaklardaki ata vatanı bilmek kadar buradaki köyümde de izleri takip etmem o nazari bütünlüğü fiili hale gtiriyordu. Kim bilir daha aransa ne kitaplar, malzeme ve değer çıkardı köyden. Mesela bize Dabaz derler. Neden bu derken, dedem; oğul o bir hastalıktır ve eskiden ocak kadınlar tarafından tedavi edilirdi. Allah bilir ya bizim ailemizde de bu kadınlardan olduğunu düşünürsek bu lakab bize ondan yadigâr olabilir, dedi. Sahiden de az okuyunca bu tedavi ocaklarının Anadolu’nun pek çok yerinde dabaz ve başka hastalıklar için var olduğunu öğrenmiştim.

 

Bu arada köy odasında duran üzerinden kayı damgası olan taş da başka bir mana kazanmıştı. Bir tarladan çıkan o taşın eski hatıraların bir şahidi olması kuvvetle muhtemel idi.

altanyazifoto

Bir köy tamamıyla nasıl vatan olurdu görmüştüm, anlamıştım. Bu ülkenin doğusu batısı kuzeyi güneyi tüm köyleri böyle hatıralar mecmuası idi. İşte buradan çıkan evladı vatan köklerinden aldığı ilhamla şehirlerde alacağı yüksek eğitimle tohumu meyveye götürecekti. Akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i selim ile bir medeniyet insanı olacaktı.

 

Türkistanlılık başlığıyla onca yazı yazmış, laf etmiş birisi olarak dedemin dizi dibinde aldığım ders köydeki vatandan geleceğe doğru bir milletin manasına şahit olmanın verdiği idrak ile zihnime güç oluyordu. Anadolumun Türkiyemin can insanları o kuş uçmaz kervan geçmez köylerde koca bir tarih ve vatanın hatırası ve hafızası saklı yeter ki düşünün ve etrafınıza bakınmaya başlayın.

 

 Vesselam