23 Haziran 2021

Sahici kimlikler ve samimi niyetler yahut 'Z kuşağına' ikaz

Bir milletin var oluşu o milletin kendini tanımladıklarıyla yakından ilgilidir. Kendi tabii sürecinde lafız-mefhum bütünlüğünü sağlamış bir toplumun millet olması ve cihanşümul değer üretmesi her zaman olasıdır. Bu var oluşa ait tarif bir bilgiye dair bilinç halinin açığa çıkmasıdır. Bir bilinç hali kendinin farkında olmak ve kendini ötekinden ayırt etmek anlamı taşır. Bu öteki icat etmek değil kendini fark etmektir. Kim(lik) ve ben(lik) sorularına medeni cevaplar üretmektir. Böylece o bir varyant olmaktan çıkıp kendisi olmanın kimliğine sahip olur. Bu tercih bir kültürün ve ötesinde bağlı bulunulacak bir medeniyet bağının ilk adımlarını da zımnen taşır. Bu zımni adımların izleri tarihte aranıp, kültürde kodlanır ve aktüelde yaşanmaya devam eder. Tarih içinde bir kültür zemininde toplum-devlet ve şehir üçlüsü bu yolda kendiliğini bulur. Tarih nedir? “Erol Güngör için tarih bir milletin hayatıdır; yani hayat içinde karşılaşılan ve büyük ölçüde başkalarınınkinden farklı olan şartların ve bu şartlara yapılan tepkilerin hikâyesidir; kültür ise bu tepkilerden doğan inanç, norm ve davranış özellikleridir. Avrupalılaşmayı işte imkânsız kılan şey işte budur. Biz her milletin tarih ve kültürünün o millete mahsus olduğunu kabul ettiğimize göre, her milletin modern teknolojiyi benimseme ve kullanma tarzının da kendine mahsus olacağını kabul etmeliyiz.(Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, İstanbul, 1989, s. 25)” İşte bu imkansızların kurulduğu bilince zemin olan en önemli şeylerden birisi tarihtir. Bilinç bir farkında olmak hali ise eğer “Tarih şuuru, tarihin akışı hakkında belli bir görüş sahibi olmak demektir. İnsan tarih olaylarını manalı bir bütün içindeki parçalar hâlinde gördüğü anda “tarih şuuru” kazanmış olur. Millî devletler “millî tarih şuuru” üzerinde kurulur. Millî tarih şuuru millete ait tarihin basit vakalar yığınından ibaret değil de, bugünkü kaderi çizen manalı bir zincirin halkaları hâlinde anlaşılması demektir. Milliyetçilerin savunduğu bir millî tarih şuuru o milletin insanlarını belli bir millî benliğe sahip kimseler hâline getirecek, bu da ortak tarihe sahip insanların yine ortak çalışma ile kuvvetli bir istikbal verebilecekleri fikrini kuvvetlendirecektir. Tarih şuuru sayesinde arkamızda sonsuz bir geçmişin bulunduğunu ve önümüzde sonsuz bir geleceğin bulunabileceğini düşünebiliyor, bu düşüncenin verdiği azim ve metanet içinde hareket edebiliyoruz.(Güngör, Kültür Değişmesi, s. 75.)” Bilgisi ve bilinci ile tarih bizi kendimiz kılar. Bu bakımdan tarih karmaşalarından çıkmak, kurgu tarih tuzaklarına düşmemek fevkalade hayatidir. İşte burada tarihin ve kimliğin esas kaynaklarını tetkik ve tahkik önem taşır. 

Bu yolda kronolojik bir sıra takibiyle burada evvela Kutadgu Bilig ile başlamak isabetli olacaktır. Zira Türklerin İslâm Medeniyeti dairesine girişlerinin şafağında yazılan bu eserin evvelindeki bilgiler son derece ehemmiyetlidir. Yusuf Has Hacib, milliyetçilik kavramına sağdan-soldan farklı dinamiklere dayanmakla birlikte, lafızda birleşen bir kesimlerin müttefik ötekileştirme kavramı olan ve aslında sorunların arkasındaki iç sıkıntıları ve emperyalist gerçekleri yahut bağları maskelemeye, örtmeye yarayan ve mahut mağduriyetlerden beslenen bazı mihrakların millilik! söyleminin karşısına koyduğu Kemalist bir icat gibi bakan kafanın zannının aksine, ideolojik bağları olmayan, Fransız ihtilalinden habersiz, milliyetçilik kelimesini dahi duymadan, Türkçülük kelimesinin lügatlerde yer almadığı bir devirde, İslamcılıkla alâkalı herhangi bir ezilmişlik ve geri kalmışlık psikozuna girmeden hülasa bizim modern travmalarımızdan azade olarak şunları yazar: “Her şeyden önce kâdir ve bilen ve bir olan Tanrı gelir, sonsuz hamd ve senâ da ancak ona layıktır… O seçkin Resûle salât ve selam, yine arkadaşlarına selam ve ihtirâm. Muhammed peygamber mahlukların başıdır, o bütün bunların göz üstünde kaşıdır… Yine bu kitap çok aziz bir kitaptır; bilen için bilgi denizidir. Değerli bilgiler ile süslenmiştir; artık sen şükret ve kanaatkâr ol. Bunların her birine bir çok hakîmlerin sözlerini inciler dizer gibi sıralamıştır. Meşrik hükümdarı, maçinliler beyi, bilgili, anlayışlı dünyanın ileri gelenleri, Hepsi bu kitabı benimsemişler ve hazinelerine koyup saklamışlardır. Birinden birine miras olarak kalır, bunlar da kendilerine alıp, başkalarına vermezlermiş. Bu faydalı bir kitaptır ve hiçbir zararı yoktur; fakat birçok Türkler bunun manasını anlamazlar. Her okuyan, yazan bunu anlayamaz; bunu ancak kitabın izahını duyan bilir. Bu kitabın sözleri insana yardın eder ve yol gösterir; her iki dünyadaki işleri düzenler… Müellif bunu Buğra Han zamanında ve HAN DİLİ ile söylemiştir… Her memleket, şehir ve sarayda bu kitaba ayrı-ayrı adlar verilmiştir. Her memleketin  hakimleri, o diyarın usûlüne göre, buna ayrı-ayrı adlar takmışlardır. Çinliler ona Edebü’l-Mülûk derler, maçinliler onu Enisü’l-Memâlik diye adlandırırlar. Bu maşrik ilinin büyükleri buna doğruca Zinetü’l-Ümerâ derler. İranlılar buna Şehnâme derler, Turanlılar KUTADGU BİLİG diye anarlar. Bak, muhtelif memleketlerin çeşitli dillerinde bunun için ne türlü adlar kullanılmıştır. Bu kitaba ad koymuş olan o büyük ve iyi kulları Tanrı yarlıgasın. Ey bu kitabı makbul bulan ve bu TÜRKÇE esere hayretle bakan kimse, Yine bil ki bu kitap herkese yarar, fakat memleket ve şehirleri idare için, hükümdarlara daha çok faydalı olur… Arapça ve Farsça kitaplar çoktur; BİZİM DİLİMİZDE bütün hikmetleri toplayan yalnızca budur. Bunun kadrini ancak bilgili bilir; bilgi kıymetini de ancak anlayışlı takdir eder. Bu TÜRKÇE beyitleri senin için tanzim ettim; ey okuyucu, okurken unutma bana dua et (Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, (Ter. Reşit Rahmeti Arat), Ankara, 1998, s. 3–7.)” Kimlik tarifimizin organik kökenlerini Fransız ihtilali paranoyasında aramak yerine kendi tabii seyrinde ortaya konulmuş olanları görerek geleceğe bakmak da küreselleşmeci kıskacın iyice daraldığı bu çağda şiddetle fayda yok mudur? Turan, Türk ve Türkçe gibi lafızlar doğal mefhumları ile suni ve rejim icadı olmaktan çok milletimizin hayatı içindeki gerçekleri, akıp giden süreçteki esasları olarak ortada değil midir? Bunu nev-zuhur modernlik ve ilericilik yahut maneviyat-severlik uğruna yok saymak bizi milletlere ayıran hikmete saygısızlık değil midir? 

11. yüzyılda seyrimize devam edersek Kaşgarlı Mahmud’un bizi karşıladığını görürüz. Kendisi Arapça kaleme aldığı, Türk dili kâmusu olan Divan’ının girişinden hemen şu sözlerle işe girişir: “Esirgeyen, Koruyan Tanrının adıyla. Her türlü öğüş, büyük iyilikler, güzel işler sahibi olan Tanrı adı içindir. Halkın en uzun dillisi bitkin, en sağlamı çürük olduğu bir zamanda Tanrı, Cebrail’i açık anlatış ve her yönüyle bildiriş ile Muhammed’e (sav) –içerisinde haramı, helali anlatan – Kur’an’ı gönderdi; böylelikle öz yolu belli etti; belge ve kılavuz koydu. Tanrının yarlığaması onun ve onun yararlıklı çoluğu çocuğu üzerine olsun; büyük esenlikler versin. İmdi, bundan sonra Muhammed oğlu Hüseyin, Hüseyin oğlu Mahmud der ki: “Tanrının devlet güneşini TÜRK burçlarında doğdurmuş olduğunu ve onların mülkleri üzerinde göklerin bütün teğrelerini döndürmüş bulunduğunu gördüm. (O çağın güneş batmaz imparatorluğu demektir). Tanrı onlara TÜRK adını verdi ve onları yeryüzüne ilbay kıldı. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı; dünya milletlerinin idare yularını onların ellerine verdi; onları herkese üstün eyledi; kendilerini hak üzerinde kuvvetlendirdi. Onlarla birlikte çalışanı, onlardan yana olanı aziz kıldı ve Türkler yüzünden onları her dileklerine eriştirdi; bu kimseleri kötülerin –ayak takımının- şerrinden korudu. Okları dokunmaktan korunabilmek için, aklı olana düşen şey, bu adamların tuttuğu yolu tutmak oldu. Derdini dinletebilmek ve Türklerin gönlünü almak için onların dilleriyle konuşmaktan başka çare yoktur. Bir kimse kendi takımından ayrılıp ta onlara sığınacak olursa o takımın korkusundan kurtulur; bu adamla birlikte başkaları da sığınabilirler.(Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lügat-it-Türk Tercümesi, (Çev. Besim Atalay), c.1, Ankara, 1985, s. 3–4.)” Bu bakış açıları Karahanlı, Selçuklu gibi devletlerin zeminindeki kültürü oluşturdu. Osmanlıya giden yolun taşları Türkistan’dan gelen akışla burada kuruldu. Kendimizle dövüşmeyi bırakıp anlamaya çalışmak zamanı değil midir? 

20. Asrın sonlarında Türkistan siyasi bakımdan hür ve müstakil devletlere sahip oldu. Bir gün kültürel ve ekonomik istiklali alacağı da mukadderdir. Türkistanlılık düşüncesi ile toplum-devlet-şehir üçlüsünde gördüğümüz okyay teorimizle izaha çalıştığımız o medeniyet bütünlüğü oluşacaktır. Türklerin asırlara yayılan devlet töresince sadece onlar için değil belki de onlardan çok onlarla yaşayan tüm toplumlar için de söz konusu olacak bir yapıya zamanın hamile olduğunu görmek pek çok mahfilde endişe uyandırmaktadır. 21. Asra dair büyülü sözler etmek kolaydır, havaya slogan fırlatmak da lakin buna zemin olacak fikir, kültür, eğitim ve insanı doğuracak bütünlüğü söz konusu etmek geleceğimizin esaslı meselesidir. 

Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir, ferasetine etnik, dini yahut mezhebi travmalarla yaklaşıp siyasilerin süreç hatalarını gündelik kazançlar uğruna heba etmek tarihe hesabı verilmesi zor bir vebal olmaz mı? Kemalist ve benzeri lafızlar üzerinden taraf ve karşıtlık ilişkisinde saflaştırılarak bölünme imkânının geleceğimizi sabote etmek ve vesayet altına almak isteyenlerin elinden alınması elzem değil midir? Tanzimat’tan bu yana süren bu travmatik ama kolaycı bölünmelerin ötesinde kavramlarla geleceğe bakmak gerekmiyor mu? Sen necisin diyen olursa bizim derdimiz kimseye parmak sallamak değil sıkılı yumrukları aklı selime davettir. Toplum bütünlüğümüz sarsılıp, devletimizi ele geçirme yahut ona karşı kamplar oluşturarak siyasi varlık ve dayatma oluşturma, maduriyetleri köpürtüp sosyolojik öbekler icat etme gayretleri ne yazık ki beklenen medeniyet umutlarını mümkün kılmadı, kılmayacaktır. Milletimizin acılarını birlikte dayanışma, yardımlaşma sevgiyle iyi etmemiz mesuliyetimiz değil midir? Bunların istismarı ise sadece varlığımızı dinamitlemek ve küreselci planların değirmenine su taşımak olacaktır. Bu millet vatan sağolsun dediğinde ne diyor diye anlayamayan yabancılaşmış kafaların idrakleri elbette acıyı bal eylemek ne demek bunu hiçbir zaman bilemeyecektir. Sahici kimlikler ve samimi niyetler geleceğimizin en ciddi teminatıdır. İşte “z kuşağı” diyerek anlamsız bir tanıma hapsedilen evladı vatanın gelecek mesuliyeti içerisinde kimlik ve hayat düzleminde pergelin sabitesi ile hareketli ayağı arasındaki dengeyi nasıl kuracağı konusu müstakbelin en hayati konusudur.

Vesselam.