05 Ocak 2016

Şahsiyetten umrana Âkif

Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâp olsun

Bir umranı var eden gaye asabiyedir. Asabiye hayat kaidesine dair sahih bilinci ve bilgisi olan sorumluluk sahibi şahsiyetin üstünde yükselir. Bu mesuliyet şuuru avamdan havasa yayılmış müşterek bir gayeyi temsil ettikçe o topluluk belli bir forma evirilmeye ve umranın gerçekleşeceği devletin ve şehrin oluşmasını sağlar. Tarih, bu manada şahsiyetin inşa olunacağı bir imkân alanıyken geçmiş tecrübenin aksettiricisi olmaklığıyla ilham kaynağı da olur. Lakin burada bilinci var edecek olan tarihteki hareketlerin esas zeminindeki özün izlenmesidir. Tarihselleşmiş sözlerle oylanamamak özü idrak madalyonun öteki yüzü.

Zahirin arkasındaki batını idrak ve bu esas üzere zamanın gerçekliği içinde şahsiyeti gerçekleştirmek hayatidir. Şahsiyetleri tarihte okumak ise onların kronolojisini okumak değil manasına müdrik olmaktır. Bu süreçte yapılması icap eden, şahsiyetin inşasında maddi hayatın imkânları ile tarihi tecrübenin güne akseden hatırlarını bilinçte hareketlendirip, şahsiyetin ikamesini sağlayan asabiyenin tarihte zuhuruna yol açan manayı keşfetmektir. Asabiye burada bilinçle buluşur. Bizim o sonsuz âna iştirakimizi sağlar. Mehmet Âkif Ersoy bu manada modern zamanlarda ruh hareketleri ve manasıyla izlenesi nadir simalardan biridir.

Onun, “Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:

Sözüm odun gibi olsun; hakikat olsun tek” mısralarından şahsiyetine dair ilk intibaları edinilir. Âkif'i anlamak bu manada karakterinin katmanlarını idrakle mümkündür. 

Nurettin Topçu, Mehmet Âkif eserinde, “Büyük adam, eseriyle hayatını birleştiren adamdır. Biz onda şu vasıfları arıyoruz: önce ömründe ayni kanaatin, ayni imanın sahibi olan adamdır. Devirlere, zaruretlere, cemiyetlere göre değişmez, muhitine uymaz; muhiti kendine uydurur, uydurmazsa çarpışır. Cemiyetten daha kuvvetlidir; cemiyeti sürükleyicidir. Bu karaktere sahip insanların, yani değer yaratıcısı olanların bir kısmı zekâsıyla, bir kısmı kalbi ve hisleriyle, bir kısmı da iradesiyle başka insanlara ve cemiyete üstündür, yaratıcıdır, sahiptir veya velidir. Bu üstün insanlar arasında ise bazıları her bakımdan, hem zeka, hem duygu, hem de irade kuvveleriyle cemiyetin insanlarına üstün durumdadırlar. Böylelerine muvazeneli karakter sahipleri denir. Filhakika zekâ, duygu ve irade fonksiyonlarından yalnız bir kısmında üstünlüğe sahip olanlarda, alelade olan ruh sahasına doğru açılmış bir yara halinde anormallikler, ruh ve karakter sarsıntıları göze çarpmaktadır. Ancak muvazeneli karakter sahipleri, bu sarsıntılardan korunmuş sağlam ruhlu insanlardır. Bu üç türlü fonksiyonların da ayni seviyede yüksek ve keskin oluşu, insanoğlunu hilkatin harikulade bir eseri yapabiliyor. İşte Âkif yaradılışın bu lutfuna uğramıştı. Ancak onu, iradesinin ateşli tazyikiyle diğer sahalarda muvazenesizlikten koruyan pek mühim bir sebebin var olduğu da unutulmamalıdır: bu sebep, demirden bir iradeyi ahenkdar bir ray üzerinde yürüten İslam terbiyesi ve Allah'a imanıydı. Büyük adamların başka bir vasfı da münzevi oluşlarıdır. Onlar kalabalığın içinde yalnız yaşarlar. Üçüncü bir vasıf olarak, büyük adamların devlet ve ikbal mevkilerinden uzak durduklarını görüyoruz; Talih ve kader onları bu mevkilere getirmiş olsa bile, onların ahlak sanatı, bu mevkilerde kendilerini küçültmeyi, alçalmasını bilmek sanatı oluyor. Onların büyük ruhlarına yakışan yer, büyüklük sandalyaları değil, isyan ve mücadelenin saflarıdır.”

Yıkıp şeriati, bambaşka bir binâ kurduk;

Nebi'ye atf ile, binlerce herze uydurduk!” mısraları onun esasa dair isyan ve mücadelesinin izlerini taşır. Hakikati dar idrakle ölçmeye itiraz eder Âkif.

Sezai Karakoç, “Âkif‟se, eserde müessire, yani imparatorluktan çok, medeniyetin tarihe serpili eser ve kuruluşlar zincirinden çok, bütün o eserleri doğuran İslam'ın kendisine bağlıdır. Bundandır ki, Onu yeni kurulan devletin İstiklal Marşı'nı yazmış olarak da görebiliyoruz.” diyerek onun esasa dair olan şahsiyetini bize bildirir.

Çalış dedikçe din, çalışmadın durdun,

Onun hesabına birçok hurafe uydurdun!” mısralarıyla Müslümanlardan emeğin değerini anlamamanın hesabını sorar adeta. Bir hayat telakkisi Âkif'te öne çıkar.

Sezai Karakoç'a göre Âkif “aktüel”in içinden bakarak, siperler kazan, genç nesillere, içinde bulunulan durumu çizerek yön ve yol göstererek açık bir ödeve çağıran, medeniyetin çağdaki gücünün artışı için, o geçmişi büyüten fikirler, ülküler ve inançların eski gücünü alarak şimdiki zamanda ve gelecekte yaşaması uğruna hayat harcayan bir şahsiyettir. Topçu'ya göre Âkif'in şahsiyetinin manası şudur: “Onun ruhunun, bedeni ile çehresine akseden manasını vasıflandırmak isterken şu portreyi çizmemiz lazım geliyor: Vekar dolu bir alın, hayâ dolu bir çehre; şiddet dolu bir bakış, iman dolu bir sine”.

Âkif bize, “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem; Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım! ... -Boğamazsın ki! -Hiç olmazsa yanımdan kovarım. Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam; Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.” muhtevasındaki namuslu bir şahsiyet duruşunu öğreten adamdır. Münzevidir, ikbal gibi bir derdi yoktur; eseri hayatıyla birleşip sonsuza sunulmuş bir Millet Mistiğidir o. Zulmü alkışlamama, “gelen”lerin “keyif” koltuğunda konformist bir zağarlık soysuzluğuna karşı bir isyanın adamıdır Âkif. 

Ne hüsrandır ki: Şark'ın ben vefâsız, kansız evlâdı,

Serâpâ Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!

 

Şahsiyetinin izinden gidildiğinde yolu umrana çıkan “asabiye adamlar” millet ruhunun ikamesinde sarfı nazar edilmemesi gereken büyük şahsiyetlerdir. BU ÜLKE'de zaman ve mekân ruhunun hareketlerini şahsiyetinde izleyenlerin yolunda umrana varacaktır vesselam…