​Sanatkâr -1: Bir Amaca Uygunluk

 -Ruzname; Kelime Günlüğü’nden-

Her çağın gölgesini andıran izler, adımlar ve cümlelerle dolu sokaklar. İzahı en zor yapılan zamanlardayız. Yakın geçmişi tam tekmil aydınlatmayı tam başaramamışlığımızdan mı, bir doğruda buluşamadığımızdan mı bilinmez, kıssadaki hissemize de yabancı sayılırız. Geçmişin birkaç meselesinden bugünün bir meselesini anlama denklemi yüzünden fazladan çabalamak gerekiyor ama ya bu reçetede şifa yoksa kaygısı yaşıyoruz.

Fert kendi durumuna odaklanır en çok. Yaradılışı böyle. Manzaralara da kendi penceresinden görür. İçinde olduğu manzaranın selametiyle yakından ilgilidir, zira o manzaradaki selametten payını alacaktır. Fakat kendi penceresinden görünen kesit tamamı anlamaya yeter mi yetmez mi diye düşünmek, kendi selametine daha fazla odaklananın harcı değil. İçinde bulunduğu toplumla etkileşime geçmek, alışverişte bulunmak, gerektiğinde fedakârlık yapmak, kısacası toplumun selameti için çabalamak da herkesin harcı değil. Bu çabanın da sadra şifa olsun diye bir ölçüsü var. Selamete götüren araçlar, amaçlara dönüşünce uğruna nefes alıp verilen kupkuru bir dünya hırsına, güç kavgasına, hınca ve yol açabiliyor. Üstelik bu raddeye geldi mi, kavga, kahır ve kederden başka bir şey vadedemiyor.

Bahaeddin Özkişi’nin devrin değişikliğini, yitirilenleri ve değişimin gölgesindeki inancı sorguladığı Sokakta adlı romanının son sayfalarından birinde şöyle bir cümle vardır: “Dine aç topluluklar yalancı memeler gibi ideolojilere dayadılar dudaklarını. Bir fikrin doğruluğu akla uygunluğu ile ölçülür oldu.”

Özkişi bir gönül adamıydı ve siyasi dilden epey uzaktı. Yine de siyasi tutumlardan yola çıkan ya da yolu oraya varan toplum mühendisliğine söyleyecek sözü vardı. Sokak temsili üzerinden yargılıyordu onları. Dışında kaldığı bir dünyanın getirdiği sıkıntılara yabancılaşmıyordu. O yüzden “uzak” olmanın getirdiği bir zıtlaşmadan söz edilemez. Çağlara yayılan bir inanç bunalımlarına dair mesajı, satır arasında görünür bir yerde. Kendine inanç sistemi uyduran insanoğluna net bir tenkit.

Bu aşamada uydurulan akıl, yordam ve tutamaklardan doğan her tür fikrin, sanatı ve dolayısıyla edebiyatı ne kadar beslediğini veya yenilediğini sorguluyorum. Tartışmasız sanat ve sanatın yazın arşivi edebiyat, ideolojisi aşikâr metinleri veya şiirleri hayatımıza dâhil etmede en etkin aracı oldu. Oysa her edebî hareket, kusursuz anlatım arayışlarının pratiğidir. Sanatkârın (şairin-yazarın) hayatı ve dimağı zahirle son derece yoğun bir ilişkidedir. Bu yoğunluğu en “güzel” hâliyle ifade edebilmenin savaşını verir kendiyle. Hafızasından, özünden, zamanından, gücünden sarf edebildiği ne varsa hayalini kurduğu güzellik için harcar. Anlatmak için dünyada olup bitenlerden, eski söylenmişlerden veya hiç söylenmemişlerden hangisini seçerse seçsin her defasında yeni bir dilin peşine düşer ve dış etkiler iç dünyasında “ehlileşerek” son merhaleyi belirler. Yani somut olarak hangi biçimde ifade bulacaksa onu…

Bunca çaba kimi zaman sanatkârın delirmemesine hizmet ettiği gibi, bir hakikat seyrine de dönüşebilir. Çünkü sadece soruları aklıyla cevaplandırmak ona yetmeyecektir. Tüm kalbî deneyimlerini de eserinin, dolayısıyla toplumun hizmetine sunar.

Evet, toplumun hizmetine sunar. Çünkü bir yazar sadece kendisinin okuyabileceği metinleri yazmak bunalımına uzun süre katlanamaz. Bu sunuşu, 19. yüzyıl Avrupa’sındaki Victoria dönemi burjuvazisinin çıkarına hizmet eden romantik edebî akımla karıştırmamak yerinde olur. Ruhun gerçekliğini ortaya koyan ve bedene maddî dünyanın manevî değerlerini hatırlatarak bu noktadaki açlığını sezdiren sanat, modern yaşamın çıkarcılığından epeyce uzaktadır ve ideolojilerin katı çerçevelerinde sanat iddiasını yitirmeye başlar. Bu durumda “Sanat sanat içindir” demek de zaten tüketim kültürünün karşısında kanatları çabuk yırtılan romantik ve zayıf bir duruş olmaktan öteye gidemez.