Şehir ve bahar
"Ruh-bahş oldı Mesiha-sıfat enfâs-ı bahar
Açdılar didelerin h'ab-ı ademden
ezhar”[1]
Kadim edebiyatımızda baharın çok
mühim bir yeri vardır. Şairler ve edipler için bitip tükenmez bir ilham
kaynağıdır bahar; bazen “cünun eyyamı[2]”
, bazen “hâb-ı adem[3]”den
uyanış zamanı olarak görülür. Bahardan
söz edilerek, tabiatı harekete geçiren dirilişe işaret edildiği gibi, bazen
toprağın sinesine cemre düşmüş gibi, gönlüne düşen aşk şulesiyle yanıp tutuşan
aşığın halleri, bazen, yapraklarla bezenmiş bir çiçekten ilhamla, hüsnünü
kuşanmış sevgilinin endamı, yanağı, ayva
tüyleri ve güzelliği kastedilir. Bazen de çarçabuk gelip geçen ömür bahara
benzetilir. Edebiyatımızda baharın nasıl işlendiğini görmek ve edebi zevkini
geliştirmek isteyenler için kaynaklarımız oldukça zengindir.
Bir
milletin sanat ve edebiyat zevkine ait eserler, çoktan dönmüş bir devranın
tevarüs etmeye bile değer görülmeyen bakiyesi olarak, kütüphanelerde,
arşivlerde ya da ruhsuz akademik çalışmaların nesnesi/malzemesi olarak bekleye
dursun. Onlardan bir nebze haberdar olanların ruhlarına sâri olan huzursuzluk, belki
bir gün bütün topluma sirayet eder de, insanlar yitiğinin farkına varırlar, kim
bilir?
Okuyucu,
sözün gelişinden, geçmiş edebiyatımızdan kopmakla, o edebiyata ait şekil ve
içerik unsurlarını, dil ve mazmunları unutmakla bedbaht olduğumuzu
söyleyeceğimi zannedebilir. “Yitikten” kastımın bunlar olduğunu düşünebilir.
Ancak bana göre asıl yitik bunlar değildir. Ben daha büyük bir felaketten söz
ediyorum. Biz o sanat ve edebiyat zevkini doğuran asıl kaynağı yitirdik;
tabiatı ve onunla mütenasip kurulmuş şehirleri…
Kadim
şehirlerimiz, tabiatla inatlaşan, ona direnen ve onu sınırları dışına tasfiye
etme temayülü olan yerler değildi. Bilakis tabiatla imtizaç halinde olan, onu
tahrip etmeyip tezyin eden bir değersayımla kurulur ve abat olurdu. İnsan,
tabiat ve şehir üçlüsü birbiriyle barışık ve birbirine değer katan unsurlardı.
Klasik edebiyatımızda “şehrengizler”[4]
yazılmış, inci dizer gibi beyitler dizilmiş şehirler işte o şehirlerdi. Ancak o
şehirlerde yaşayan şairler, yaşadığı şehre: ”Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurul ”[5]
diye seslenebilirdi.
Cümle
kapısından avlusuna girilen mahrem evlerin masalsı bahçelerinde, zamanı idrak
eden yürekler ancak, bir imbikten gül yağı damıtır gibi mısralar damıtabilirdi.
Zevk ve zarafetle, taşa ruh verilerek –yapılmış demeyi kifayetsiz bulurum-
işlenmiş kamu yapılarında, taş, ahşap ve
kerpicin ayrı ayrı ya da bir birbiriyle ahenge kavuşmuş, gönül alan güzeller gibi sıra sıra dizilmiş
mütevazı evlerin sedirlerinde, yaratıldığı toprakla ünsiyetini perçinlemiş bir
milletin edipleri ancak “bahariyeler”[6]
yazabilirdi.
Bugün olduğu gibi, toprağın
sırtına bir ur/kambur gibi kurulmamış, onunla
muvafık olarak teşekkül etmiş yapıların mütemmim bir cüzü olan bahçelerin, çimenlikler
ve ağaçların baharla beraber ihtişamlı bir diriliş şölenini icraya koyulmasına
şahit olan şairler : “Her çiçek açmış gözün, dalmış güzellik seyrine/ Reng ü
bû salmış cihana gonce-i hamrâ yine” [7]
der ancak.
Ama biz,
modernleşme sevdasıyla o kadar gözümüzü kararttık ve modernleşmenin doğum yeri
olan Batı’yı taklitte o kadar aşırıya gittik ki, şehirlerimizi topraksız hale
getirdik. Toprağı beton ve asfaltla kaplamakta cinnet derecesinde bir çaba
gösterdik. Sonuç ortada… Toprağa basmadan, ufku seyre koyulmadan, göğe bakmadan,
bahar coşkusunu ruhunda yaşamadan yetişen çocukların ülkesi olduk. Şehirden
tabiatı kovmuş bir toplum, fıtratından gelen bir tahrik ile zaman zaman tabiata
kaçmak/sığınmak istiyor. Ancak bunu yaparken de onu tahrip etmekten,
kirletmekten ve ona, azgınlaşan hazları için kullanıp atacağı bir yosma
muamelesi yapmaktan imtina etmiyor.
Kadim
şehirlerin dışında kendi tabiiliği içinde serpilen baharın, şehirler de de,
billur avizeler altında güzelliğinin gizleri rengârenk ziya ile aydınlanan bir
“peri-ruhsar”[8] gibi
olduğunu; gözlere ve gönüllere bayram ettirdiğini, kaleme söylettirdiklerinden
ve zamanımıza dek ulaşabilmiş eserlerinden anlıyoruz. Modern şehirler ise kendi
alanında işlediği şenaatle yetinmiyor, sınırlarından taşıyor ve habis bir illet
gibi dağlara, ovalara, kırlara, ırmaklara sirayet ediyor. Nitekim modernleşme
şehirleri azmanlaştırarak meydana getirdiği anaforda köyleri de yok etmiştir.
Artık
şehirlerde, tabiatın kendi enstrümanlarıyla işleyen zaman yok olup gitmiştir.
Şehrin “sakini” baharı idrak etme talihinden yoksun bir bedbaht durumundadır. O
yüzden erdiği her mevsim, onun için, bitmek tükenmek bilmeyen şikâyet ve sızlanma
bahanesidir. Kışın soğuktan, baharda polenden, yazın sıcaktan, sonbaharda
hercai havalardan şikâyet eder durur usanmaksızın. Henüz nisan ayında, cadde
boyunca yürüyen birinin, suni cam aksesuarlı, metal levha kaplamalı zevkiz
beton yapılar ve asfaltta kızgınlaşan havada bunalması, bir sitenin beton ihata
duvarlarından sarkan lavanta çiçeklerini sevinçle koklamaya kalktığında,
ciğerlerine egzoz çekmek durumunda kalması karşısında, içine düşeceği
bedbinliği siz hesap edin. Üstelik caddenin bir yanındaki kaldırımda sıralanan
yetişkin ıhlamur ve akasya ağaçlarının, inşaası bitmek üzere olan binadaki
dükkânların önü açılsın diye, güpegündüz kesilmesine şahit olmuşsa…
İnsanoğlu
tarihi boyunca tabiatla hep uyum içerisinde yaşadı. Onun imkânlarından istifade
etti ama ona rağmen yaşamaya teşebbüs etmedi. Onun sınırlarını, zorluklarını ve
dengelerini gözetmeyi bildi. O yüzden sağlam zeminleri, dağ eteklerini yerleşim
yeri olarak seçti, bitki örtüsünü, ormanı ve su kaynaklarını gözetti. Bereketli
toprakları tarım ve hayvancılık için kullandı. Tecrübelerini kuşaktan kuşağa
olgunlaştırarak aktardı ve tabiata hoyrat davranmadı. Tabiat ise, bu nezaketli
misafirine olanca cömertliğini sergiledi.
Ne zaman ki insan haddi aşıp, değil tabiatı “Tanrıyı” bile alt
edebileceği zehabına kapıldı, işte o zaman denge şaştı ve mizan bozuldu.
Ormanları yağmaladı, su kaynaklarını kirletti, dere yataklarını tahrip etti ve
tarım alanlarına beton ucubeleri dikti. Oysa ona “Göğü Allah yükseltti ve mîzanı (dengeyi) O koydu.” denilmiş, “Mizanda taşmayın.” ve “Vezni ikame edin”[9]
diye emredilmişti.
Tabiatın
dengesini bozan insan, şimdi kendi dengesinin bozulmasına şaşıyor. Yaşadığı
şehirler onun zindanına dönüştü ve ona mevsimler ayrı ayrı lütuflarla değil
birer eza gibi geliyorlar. Ama o yine de betondan ve asfalttan mürekkep
şehirlerde, Mehlika[10]’yı
arayan âşıkları gibi mutluluğu arıyor. Arayış nafile… O halde biz de Nedim’in
mısralarıyla sözü bağlayalım:
“Yok bu şehr içre
senin vasfettiğin dilber Nedîm
Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana”
[1] Bâkî:
Ruh bahşedici oldu Hz. İsa gibi bahar rüzgârları/ Açtılar gözlerini yokluk
uykusundan çiçekler.
[2] Delilik
günleri.
[3] Yokluk
uykusu.
[4] Bir
şehrin güzelliklerini konu alan eserler.
[5] Yahya
Kemâl Beyatlı
[6] Divan
şiirinde bahar tasviri içeren kaside ya da kaside bölümü.
[7] Kenzî:
Her çiçek açmış gözün dalmış güzellik seyrine/ Renk ve koku salmış cihana
kırmızı gonca yine.
[8] Peri
yüzlü
[9] Er-Rahman
7,8 ve 9'dan bir bölüm(mealen).
[10] Kaf
Dağı’nda meskûn masal perisi