29 Mart 2016

Şehirde Umranlaşan İnsan

Modern zaman Türk aydını, modernitenin etkisi ve ideolojik yönlendirmelerin tesiri ile olgu ve olaya parçalı bakmaya alıştı veya alıştırıldı. Niyet okuması yapmak gayesinde değiliz. Lâkin ideolojik tümeller insanın tikel/tekil vakıaya, ilmi ve metodolojik bakış açısını kısırlaştırır. Mütehassıs nazarlar manzarayı müdrik iken bilginin körü olan bir idrak vakıaya küredeki diğer canlılardan farklı bakamaz. Saniyen modern zamanlarda kadime ve geleneğe dairler okunurken onların var oldukları felsefi ve sosyolojik zemin düşünülmeden sonuçlar üzerinden bilgiççe cevaplar üretmek modern dönem aydınımızın diğer bir saplantısıdır. Meseleye dair esas metinler, dönemsel ve yöntemsel realiteler göz önüne alınmadan yapılacak bakışlar manzaradan ziyâde, görmek istediğimizi görmeye yarar. Nurettin Topçu'nun dediği gibi evrendeki vakıaya uyum yerine vakıayı kendimize uydurmanın bir yolunu arar bölünmüş zihinlerimiz. Kendi varlık kavrayışını yitirmiş, yani hakikat tasavvurundan mahrum bir tahkikle üretilen bilgi nakısalarla malul olmak durumundadır. Zira ne bakılan kendisidir ne de görülen bakılana dairdir artık. Tefekkür ortadan kalkmış, temeddün ufku ıskalanmış, taakkul süzgeci delinmiştir. Elimizde geleneğe dair söylemsel bir tortu ile vakaya uydurulan bir geçmiş parçası dışında kalan pek bir şey de yoktur.

Modernitenin etkisinde inşâ edilen şehirlerde, kırdan kente göçmüş insanlarımızın yarı aydın alacakaranlığında teâmülleri de bu cümleden cârîdir. Yarı aydın, cehalet ile bilgelik arasında yersiz ve yurtsuz kalmıştır. Ne geçmişin ona söyleyecek bir sözü, ne anın ona vereceği bir ilham, ne de gelecek adına bir ışık vardır. Modern kavramların içine paketlenmiş bir söylem buketinden başka sarılacak bir müktesebat da yoktur. Şehrin insanı, insanın da şehri kurduğu bir döngüsel varlık halini unutmuşuzdur. Burada devreden devrandan mülhem dairevi bir şehrin içinde vaki umrandır kast edilen. Zira hadaret denilen şey şehirde olur, lakin kuran akıl hep bir diyalektik olgunlaşmanın, sosyolojik bir tahavvülün neticesidir. Nesiller içerisinde şehrin olgun halleri ibtida zamanlarını unutturur ya da şehrin inkıraz dönemine dek gelenler için şehrin canlı dönemleri bir ütopya, hele asabiyenin canlı olduğu ilk dönemler kutsanası bir mittir. Bu bakımdan şehri umrandan, umranı şehirden ayırmak anlamlı ve açıklanabilir bir durum değildir. Esas olan ne şehirdir, ne umran; ikisinden müteşekkil bir bütünlüktür kast edilen. Örneğin Konstantinopolis bir şehir idi ve içinde Bizans'a dair bir umran vardır. Aynı şehir Fatih eliyle İslambol olduğunda kendi eski umranına yeni bir umran eklendi ya da onun üstüne yeni bir umran oluştu veya onun yerine bir yenisi inşa olundu. Selçuklu Kayserisi, Osmanlı Kayserisi ve Türkiye Cumhuriyeti Kayserisi kendi içinde bazen iç içe bazen kopuk umranları gösterir.

Şehir hep vakidir ama ona mizacını veren bir umran söz konusudur. Farabi'nin fazıl şehri onun felsefî arka planına bakılmadan anlaşılamaz. O, Platon/Aristo mantığının içinde hakikatin dışsal olduğu bir yerden yansıyan gerçekliğin varoluşu kurduğunu düşünüyor ve bu anlayışla şehir bakış açısını İslâmî bir muhteva ile açıklıyordu. Son deha İbn Haldun ise, gerçekliğin zaman dışı verili olanın yansıması fikri yerine, bunun zamanın içine girip tarihi zemine taşındığı bir bakış açısıyla yazıyordu. Gerçeklik Sokrates'in söylediği gibi dışsal bir etki olmaktan tarihsel bir zeminde düşünülmeye başlanmıştır. Bu bakımdan asabiye insanın devlet kurması noktasında bir topluluğu tabiri caizse siyasi bir toplum haline getirmekte aynı süreçte o topluluğu yaşadığı göçebe halinden/bedavet düzeyindeki sosyolojik idrakinden hadari bir düzeye yani şehre yönlendirir. Bu bakımdan umran şehirle ve devletle birlikte biri diğerinden tefrik edilemez bir sûrette formunu bulur. Bu noktada Aristo'nun hakikat bakış açısının dışsallığı durumu diyalektik bir düzeyde sûret form ilişkisine dönüşen bir yaklaşıma dönüşür, adalet dairesinin İbn Haldun'da görülmesi de bu cümleden bir mantık yapısının intikaliyledir. Görüleceği üzere metafiziğini kendi içeriği ile dolduran umranımız şekli olarak kadim uygarlığın yöntemsel diyalektik bakış açısından besleniyordu. Evrensel bir teklifin kurulabilmesi de bu yerel ile genelin terkibi sayesinde söz konusudur. Bu bakımdan İbn Haldun-Farabi düşünce arka planları bir kopuşu değil yaklaşım farklıları içinde bir medeniyetin kendi içindeki dönüşümünü temsil eder.

Erenlerden Hacı Bayram Veli'nin zamanın kadim sonsuzluğunda daha öncede temas edilen: “Çalabım bir şar yaratmış; İki cihan aresinde; Bakıcak didar görünür; Ol şarın kenaresinde; Nagehân ol şara vardım; Ol şarı yapılır gördüm; Ben dahi bile yapıldum; Taşı toprak aresinde; Ol şarda oklar atılur; Gelür ciğere batılur; Arifler sözü satılur; Ol şarın bazaresinde; Şagirdleri taş yonarlar; Yonup üstada sunarlar; Çalabun ismün anarlar; Ol taşun her pâresinde; Bu sözü ârifler anlar; Cahiller bilmeyüp tanlar; Hacı Bayram kendi banlar; Ol şarın menâresinde…” tespitleri şehir-umran alakasını anlamak için değerlidir. Burada hem Farabî'nin fazıl şehrinin içeriğini hem de İbn Haldun'un umranının şehri ve insanı, insanın şehri ve umranı nasıl karşılık kurduğunu gösterir. İnsan da, şehir de bir umrandır. Doğru usulle vusul olur ancak. Selçuklu- Osmanlı çizgisi de bu doğrultuda ortaya çıkan dönüşüm sürecinin parçalarıdır. Lâkin bu başka bir bahis olup ayrıca değerlendirilmelidir. Umranı olmayan şehirlerin hâli pür melâldir vesselam…