24 Nisan 2018

“Şehirlerimiz çocuklara göre planlanmalıdır”

Geçtiğimiz hafta İBB Kültür Daire Başkanlığı desteğiyle Birlik Vakfı İstanbul Şubesi'nde güzel bir panel gerçekleşti. Panelin konusu “Şehir ve Kültür” idi.

Yalova Üniversitesi Yerel Yönetimler Bölümü'nde görev yapmakta olan Öğretim Görevlisi Dr. Volkan Topçu moderatörlüğünde Panelistler; Prof. Dr. Nazif Gürdoğan “Şehir ve İnsan” temasıyla, Dr. Kamil Uğurlu “Marko Polo ve Galakside Bir Şehir” temasıyla, Mehmet Kamil Berse “Şehir ve Estetik” temasıyla,  Erol Erdoğan ise “Mahallede Komşuluk ve Çocukluk” başlıklarında sunumlarını yaptılar.  Defalarca dinlesen bıkmadığın konuşmalar olur ya bu programda onlardan biri idi.

Bu güzel ve anlamlı panelin konuşmalarını sizlerle paylaşmak istiyorum. Erol Erdoğan ve M.Kamil Berse'nin konuşmalarını bu hafta diğer iki kıymetli ismin konuşmalarını ise önümüzdeki hafta yayınlayacağım inşallah.

Erol Erdoğan

Hayıflanacağımıza  örnek olarak biz yapalım

“Bu panelde yoğunlaştığım iki konu olacak. Birincisi komşuluk, ikincisi ise çocukluk. Son birkaç yıldır komşuluğu daha çok konuşmaya başladık. Mesela 2017 yılında İstanbul Kültür Sanat Bienali'nin başlığı, “komşuluktu.” Son birkaç yıldır komşulukla ilgili feryatlar ve ağıtlar çoğaldı. Bu klasiktir, biz kaybettiğimizi daha çok konuşuyoruz. Oysa birazcık değişiklik yapıp, kaybetmeye yeni yeni başladığımız değerleri konuşmak ya da kaybetmediğimiz, hala bizi inşa ve ihya etmeye devam eden değerlerimizin de geleceğe taşınması noktasında biraz daha fazla konuşmalıyız. Kaybettiğimizi konuşmak biraz ağıt edebiyatımızı artırıyor ama çözüm getirmiyor. Bu, sadece değerlerimiz için değil, insanlarımız için de böyle. Öyle insanlarımız var ki; hayatta iken kapısını dahi tıklamıyoruz. Fakat o kişi öldükten sonra taziyelerin boyutu kütüphaneleri dolduracak kadar çok oluyor. Bu hem değerlerimiz hem de insanımızın değerlerini bilme konusunda farklı bir yaklaşım geliştirmemiz gerektiğini ortaya koyuyor. Komşuluk da bizim çok kıymetli değerlerimizden birisidir. Bir konunun, bir değerin toplumda gerçekten kıymetli olduğunu görmek isterseniz edebiyata bakmanız gerekir. O konuyla ilgili çok sayıda atasözü deyim ortaya çıkmışsa o bahsedilen konu kıymetli bir yerde duruyor demektir. Şimdi zihninizi biraz hareketlendirmek isterim. Komşulukla ilgili çok sayıda atasözünün,  deyimin edebi metinlerdeki tanımları çoktur. En basiti; “Komşu komşunun külüne muhtaçtır”, “kötü komşu insanı ev sahibi yapar”  “ev alma komşu al”, “gülme komşuna gelir başına”. Bu atasözleri de toplumun komşuluk kavramları ile ilişkisinin yoğun olduğunu gösteriyor. Bugünlerde sosyal medyayı çok konuşuyoruz. Bu konu yeni olmasına rağmen toplumda bu konu ile ilgili çok sayıda kavramsallaştırma görüyoruz. Sosyal medya, yapay zeka ve sanal dünya bunların başında gelir. Bu durum toplumun yeni durumla alakalı olan içselleştirme eşiğini ortaya koymaktadır. Geçmişte komşulukla ilgili o kadar atasözü, deyim olmasına, hatta dini metinlerde de birçok kez yer almasına rağmen komşulukla ilgili son dönemlerde ürettiğimiz bir söz var mı?

Çünkü göçler var, gettolar oluştu ve metropoller var, mahalle kültürü dağıldı diyoruz. Dolayısıyla komşuluk anlayışı değişti. Aslında sıklıkla tek bir cümle duyuyoruz o da; “komşuluk kalmadı azizim.” Tek kullandığımız cümle budur. Oysa sosyal medya yeni bir alan olmasına rağmen bu konu ile ilgili türetilmiş onlarca kavram var. Bu aslında bizim komşulukla ilgili sadece ağıt yaktığımızı, komşulukla ilgili yeni bir kavramsallaştırma çabası içine girmediğimizi, aslında komşuluk dediğimiz o kadim değeri dönüştürmeye yönelik bir çabanın içinde olmadığımızı göstermektedir. Komşulukla ilgili bütün makaleleri, metinleri, filmleri gözden geçirin. Bunların muhtevasının %90 ı ağıttır. Yani “nerde o eski komşuluklar” şeklinde kendini tekrar eden cümledir. Yeni durumla alakalı komşuluğu yeniden üretmeye dönük herhangi bir metnin varlığını görmek neredeyse mümkün değildir.  Bu, her alanda böyle mi değil. Mesela yardımlaşma ile ilgili biz Türkiye olarak komşulukta yaptığımız hatayı yapmadık.  Onu yeniden üretme çabasına girdik ve bunun karşılığı olarak da bugün neredeyse dünyanın her yerine yardım götüren derneklere, vakıflara sahibiz. Yeniden üretimin mümkün olduğunu gösteren şeylerden biri de “yardımlaşma” değerimizdir. Yardımlaşma duygumuzu son 5-10 yıldır kamçıladığımızda ortaya çıkan olumlu tabloyu görüyoruz. Oysa komşuluk meselesi dini metinlerde, kültür metinlerimizde de güçlü olan bir değerdir.

Bu metinlerde komşuları 3 kısma ayırmışlar. Sadece bir hakkı olan komşular; gayrimüslim ve akrabamız olmayanlar. İkincisi hakkı olan komşular;  hem müslümanlar hem de komşumuz olanlar. Üçüncüsü de; hem Müslüman, hem akraba hem de komşu olanlar.  Dolayısıyla 3 tane hukuk ortaya çıkmış oluyor. Bunun yanında literatüre komşu türleri olarak yansıyan bir tasvip var. Ev komşusu, işyeri komşusu, arazi,  tarla,  bağ ve  bahçe komşusu gibi... Bu da komşuluğun kültürümüzde ne kadar derin bir yeri olduğunu gösteriyor. Peki, bugün komşuluk hakkında yeni bir tarif yapabiliyor muyuz?  Maalesef. Klasik tanımla komşuluk sağdan soldan 40 evdir. Sağdan soldan sesinizin ulaştığı yerdir. Ama bu tarifler bugünümüzü karşılamıyor. Yani biz komşuluğu canlandırmak istiyorsak önce yeni şehirlere göre komşuluk tarifi yapıp bunun üzerinden komşuluğun ihyasını gerçekleştirmeliyiz. Tarif edemiyor olmamızın gerekçesi nedir? Bir şeyi doğru tarif edemiyorsak aslında yaşamıyoruz demektir. Yani konu hala masallarda kalıyor, yaşamadığımız 7'den 70'e herkes için sahici bir yorum üretemiyoruz demektir. Oysa İnternetle ilgili internetin her alanıyla ilgili tanımlar yapabiliyoruz. Çünkü onu sadece teorik görmüyor, yaşıyoruz. Burada eleştirdiğim ağıt yakma safhasından kendimi kurtararak bu işi nasıl toparlarız konusunda çok net öneriler sunmak istiyorum.  Birincisi; sosyolojik, toplumsal konulara malzeme olan meseleler yaşandığı zaman kendine yeni tanımlar bulacaktır. “Biz komşuluğu yaşamak istiyoruz kardeşim” dediğimiz andan itibaren komşuluk yeniden tarif bulacaktır. Sadece tarif etmekle kalmayacak, en çok şikâyet ettiğimiz şehirleşme, şehir mimarisi gibi konular da bizim komşuluğu yaşama isteğimize bağlı olarak kendini yeniden inşa edecektir. Ama yaşama talebimizi ortaya koymadığımız sürece ne mimarimiz ne estetiğimiz, bilim dünyamız ve mühendisliğimiz bize yardımcı olmayacaktır. Ama ben bunu yaşamak istiyorum dediğimiz andan itibaren coğrafyanın, iklimin,  mimarinin,  edebiyatın bize yardımcı olacağını ve nasıl yeni komşuluk tarifleri yapıyor olduğumuzu ve şehir-konut mimarisinde edebiyatın da nasıl değiştiğini görmüş olacağız.

Aslında yaşamaktan daha iyi bir öğretmen, değiştirici, sosyolog yoktur. Ama buna karar vermemiz gerekiyor. Ağıt yaktığımız kadar komşuluğu yaşamak istiyor muyuz belki de önem vermemiz gereken asıl konu burasıdır. Çok ağıt yakıyoruz komşulukla ilgili ama gerçekten onu istiyor muyuz? Bunu bireysel olarak, belediye başkanları, bilim adamları, sahada görev yapan sivil toplum kuruluşları olarak düşünmemiz gerekiyor.  Mesela şu anda bir sivil toplum kuruluşunun bünyesi içerisindeyiz. Bizim sivil toplum kuruluşlarımızın faaliyet türü aileyi ve komşuluğu destekleyen bir muhteva mı yoksa komşuluğu ve aileyi zayıflatan bir yapıya mı sahip?

Mesela vakıflarımız der ki: “Bayram sabahı benim merkezimde ol.  Din der ki; ailenle, komşunla bayramlaş. Mesela din der ki; zekâtını, fitreni ve sadakanı yakınlarından itibaren ver fakat modern dernekler der ki; bana getir. Bu arada ki fark bir dünya farkıdır.” Din,  ailenin, mahalle kültürünün,  komşuluğun güçlenmesini isterken;  modern dernekler zayıflatma yönünde faaliyet gösterir. Bunu herhangi bir kurumu eleştirmek için söylemiyorum. Bu durumda komşuluğu yaşatmak için bizim değerlerimiz de ısrarcı olmamız gerekir. Selamlaşma komşuluğu yayıyorsa biz ısrarla selamlaşmalıyız. Komşumuzun hakkını ve hukukunu gözetmede ısrar edersek, komşumuzun güneşini, rüzgarını kesmemede, ikramda, cömertlikte ısrar edersek, komşumuzun düğününe, cenazesine gitmeyi sürdürürsek, komşunun mahremiyetine dikkat edersek, sonuçta bu ısrarımız komşuluk anlayışını, mimariyi değiştirecektir.

Medeniyet ve kültür konusu gündeme geldiği zaman ağıt yakma yerine, ben bu işi nasıl toparlarım demek, eleştiri yerine öneri getirmek, umutsuzluk yerine bardağın en azından yarısının dolu olduğunu görmek gerekir.

Şehirlerimiz çocuklara göre planlanmalıdır

Durağan medeniyetimiz de ancak bu şekilde aktif hale gelebilir.  Çocuklukla ilgili çok temel 1-2 yanılgı söylemek ve öneri sunmak istiyorum. Birincisi; içimizde mimari konularda tecrübeli olanlar var,  benim çok uzak olduğum bir alan ama “bir kent, bir şehir hangi insan tipine göre inşa edilmelidir” sorusunun cevabı bende şöyle:  Bugünkü kentler hangi şehir,  hangi mimar,  hangi insan tipine göre inşa ediliyor sorusu biraz karışık. Ama son yıllarda engelli vatandaşlar üzerinden şehirler terbiye ediliyor bu iyi bir şey. Ya da kadınların yaşamsal zorlukları üzerinden terbiye ediliyor. Bunlar iyi bir şey ama bir kentte kadın-erkek, yaşlı-genç, engelli-engelli olmayan gibi farklı insan tiplerini dikkate aldığımızda bütün bu farklı insan türlerine ve tiplerine en maksimum konforu, güveni, sağlık ortamını sağlayacak olan şey çocuktur. Biz kentlerimizi çocuklarımıza  göre inşa edersek bütün farklı insan tiplerine göre de güvenli, konforlu, sağlık noktasında da maksimum seviyeyi yakalamış oluruz. Ben bunu şehirleşmede “çocuğa görelilik ilkesi” şeklinde tanımlıyorum. Edebiyattan uyarladığımız bir ilkedir,  edebiyatta da “çocuğa görelilik ilkesi”  vardır. Çok hoş bir detay vardır orada, çocuğa göre ürettiğiniz metin gerçekten başarılı ise ondan her yaştaki insan keyif alır. Dondurma gibidir. Dondurma çocuklar için üretilmiş olsa da dondurmayı her yaştaki insanımız keyifle yer. Çocuğa göre şehirler bütün insan türleri için ortalama olarak bir keyfiyet sağlamış olur.

İkincisi; Çocuklar neden sokakta oynamıyor? Sokaklar çocuklarımız için güvensiz. Bu doğrudur ama bunun yöntemi çocukları sokaktan çekmek değildir. Sokaktaki güvensizlik,  çocuklarımızı sokaktan çektiğimiz içindir. Biz çocukları sokaktan çektikçe sokaklar güvende olmuyor daha güvensiz hale geliyor. Çok ters bir şey söylüyor olabilirim ama çocuklarımızı sokağa çıkarırsak kent mimarisi, güvenlik politikaları, park bahçe politikaları, trafik politikaları da çocuğu dikkate almak ve ona göre iyi bir konsept oluşturmak zorunda kalır. Dolayısıyla sokaklar güvensiz, parklar tehlikeli, araçlar kötü, kötü insan var diye çocukları sokaktan çekmek yerine tam aksine çocuklarımızı daha fazla sokağa çıkarmak ve çocuklarımızla birlikte daha fazla sokakta olmak zorundayız. Bunu bir yerde başarırsak o kentin daha fazla güvenli hale geldiğini hem mimarisini hem kültürünü hem de trafik gibi bir takım sistemlerin çocukları dikkate almak zorunda kalacağı için hepimiz içinde daha sağlıklı bir ortama dönüşeceğini görmüş olacağız.

Mehmet Kamil Berse

Şehir için estetik çok önemlidir

“Bugün bu paneli düzenleyen kuruma ve arkadaşlara çok teşekkür ediyorum. Şehir ve Kültür önemli bir konu. Bu konuda herkes üzerine düşeni yapmaya gayret ediyor, İnşallah netice alınır. Ama önce teşhis etmek lazım, ondan sonra bu konuda nasıl tedbirler alınacak onları vurgulamak lazım. Geçtiğimiz yıl içinde Kültür Bakanlığı bir kültür şurası,  Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ise şehir şurası oluşturdu. Sayın Cumhurbaşkanımız da bu konuların takipçisi olacağını ve bu konularda komisyon kurduğunu ifade etmişti. Bu aslında önemli bir şeydir. Şehirler ve Kültürler birbirlerinin ayrılmaz parçalarıdır. Medeniyetler ve şehirler, aslında kültür medeniyetlerin alt birimidir. Medeniyetler bir şemsiyedir bu şemsiyenin altında çeşitli kültürleri barındırırlar. Bugün Türkiye içinde veya Türkiye dışında özellikle Türk coğrafyasının geçmişten gelen birikimleriyle kurulmuş birçok şehir vardır. Bugün bu şehirler ve bu medeniyetler yaşamaya devam ediyor. Kültürlerimizde noksanlıklar var. Zamanla bizim her konuda unuttuğumuz hasletlerimiz var bu sadece kültürlerle ilgili değil, biraz da bunu şuna bağlıyoruz; oturduğumuz veya göç ettiğimiz yerlerden buraya getirdiğimiz birikimlere her taraftan bir nakış söz konusu olunca, netice itibariyle biz o kültürlerin geleceğe yansıması için gayret içerisinde oluyoruz ama bunda ne kadar başarılı oluyoruz bilemiyorum.

“Şehir ve Estetik”  çok önemli bir konudur. Estetik, bildiğiniz gibi güzellik demektir. Herkesin bakış açısı farklıdır derler ya herkesin güzeli tanımlama anlayışı farklıdır. Güzellik görecelidir derler… Ama şehirlerde bu böyle olmamalı aklın yolu birdir. Güzel olan, estetik olan bir şey varsa bunu mutlaka tespit edip eksik taraflar tamamlanmalı ve geleceğe böyle aktarılmalıdır. Estetik anlayışını tek bir hasletle yani bir mimarideki estetikle tespit edemeyiz. Sadece mimaride değil yaşayan insanların bakış açısıyla beraber mimaride, hayat tarzında ve giyim kuşam da olabilir. Estetik bir bütündür,  bu bütün bir araya geldiği zaman asıl bize hitap edecek olan estetik şehir anlayışı budur.

İnsanların da bunu bu şekilde uygulaması gerekir. Yıllar önce, savaşın başlamadığı dönemde Şam ve Halep'e gitmiştim. Halep ve Şam'da gördüm. Çocuklar el arabalarında gül yaprağı satıyorlar. O manzara bana şunu hatırlattı, hani gül alırlar gül satarlar,  gülden terazi tutarlar, çarşı pazar güldür gül… Gül alıp gül satan bir şehirdi Halep şehri… Ama Halepliler bugün bu gülü satamıyor. O estetikten yoksun bir şehir, savaşta yıkılmış bir şehir… Onlar bizim içimizde kaldı. Güzelliği en geniş anlamıyla hem tabiatta hem sanatta ahenkle ifadenin mükemmel buluşması şeklinde tanımlıyoruz. Estetik anlayışı, mükemmel ile buluşturan bizim içimizdeki diğer duygulardır. Bir yerde kişinin veya kişilerin kendi gelişmişliği veya kültürel bilimsel birikimi diyebiliriz.

İbn-ül Arabi'nin Fususu'l Hikem kitabının son babında Hazreti Peygamber S.A.V ‘in hasletlerinden 2 şeyin; kadın sevgisi ve güzellik sevgisinin çok önemli olduğundan bahsediyor. Dolayısıyla güzellik sevgisinin de bir Peygamber sevgisi olduğunu düşünmemiz gerekir. Hani Peygamberimiz diyor ya Allah güzeldir, güzeli sever. Dolayısıyla yaptığımız her işin güzel olması gerektiğini düşünmeliyiz. Bu şuurla çalışmalıyız. Yaptığımız her iş, her konuşma, her yürüyüş, her giyiniş güzel olmalı. Bunu önce kendimiz için sonra karşımızdakiler için sonra yaşadığımız şehir için yapmak zorundayız. Çağlar boyunca şehirlerde estetiği belirleyen unsurlar,  yaşanan kültürel değişmeler,  estetiği belirleyen unsurlardan birisi, ikincisi nüfus hareketleri, üçüncüsü de yaşadığınız coğrafya, yaşanan kültürel değişmelerdir. Her dönemde kültürel değişmeler yaşıyoruz, bu nasıl oluyor? Dünya değiştikçe dünyada bazı düşünce akımları, fikirler değiştikçe bunların yansımaları bize de geliyor. Bizde de bu farklı bir şekilde algılanıyor ve güzellik anlayışı her dönem değişiyor veya bir mimari anlayış dönem dönem değişiyor. 100 yıl önceki binaya bakıyorsunuz farklı bir mimari yapı karşımızda bugün yaptığımız binalarda geometrik şekillerde binalar görüyorsunuz dolayısıyla bu kültürel değişimler şehirlerin estetik yapısını etkileyen değişimlerdir.

Nüfus hareketleri var,  nüfus hareketleri deyince göçlerden bahsediyoruz tabi ki. Bu göçler yani özellikle büyük şehirlere olan göçlerde çeşitli kasabalardan,  köylerden bu şehirlere göç eden insanların bulundukları yörelerde bir yaşayış tarzları var,  töreleri ve adetleri var, bu adetleri ile beraber buraya göç ediyorlar. Hatta bulundukları yer,  göç ettikleri yer,  çoğunlukla daha önce kendi yakınlarının göç edip ikamet ettiği bölgeler oluyor. Orada kendi kültürlerinin,  kendi şehir modellerinin bir gettosunu oluşturuyorlar. Bu sefer aynı şehirde farklı şehir estetiği anlayışları meydana çıkıyor. Böyle olunca da o şehir bir kaotik ortama dönüyor. Böyle bir şehrin idarecisi olmak da çok zor bir durumdur. Bunu da aslında anlamamız gereklidir.

Ben Fatih'te oturuyorum. Hamd olsun, Fatih'te oturduğum için çok mutluyum, her ne kadar bugün orası Birleşmiş Milletler gibi olsa da Türkiye'nin veya İstanbul'un bir şehir mozaiğinde, bir estetik anlayışında farklı bir tarz oluşmaya başladı. Mesela Türkçe kullanmaktan veya tabelaların Türkçe olması için çok mücadele vermiş bir insanım, tabelalarımız Türkçe olsun, Neden? Çünkü  İngilizce veya Fransızca ibareler var. Bu beni rahatsız ediyor, biz müstemleke ülkesi değiliz. Ama şimdi bakıyorum, Türkçe dışında her dil var. Şimdi bunu ne yapacağız; bir Fransızca olsun, Arapça olsun, altına bir de Türkçesi olsun. Böyle bir şey yok ama herkes kendi hayatını burada yaşıyor ve yaşamaya devam ediyor. Çok çabuk bir değişime de uğradık. Zaman içinde kültürler, kültürel değişimler,  etkilenmeler bu coğrafyadaki şehirlerdeki estetik duyguların etkisiyle, biz bu konuda çok hızlı hareket ediyoruz.

Belki de dünyanın en hızlı etkilenen ülkesiyiz veya şehriyiz, milletiyiz. Birçok ülkeyi ve şehri dolaştım. Mesela Nürnberg'e gitmiştim, Nürnberg'i bilirsiniz, eski bir Alman şehridir. Üstelik o kadar savaş geçirmiş bir şehir ama bu yapılar, eski kimliğine kavuşmuş ve kavuştuktan sonra da yeni bir kültürel değişikliğe uğramamış. Savaş bitmiş, kırık dökük olan yerler tamir edilmiş, şehir bir nizama intizama girmiş. Fakat Almanya şehrinde tabelalarda farklı bir dil yok. Üstelik bizim Türkler de var orada, ancak tabelalarda Türkçe yazmıyor, Almanca  yazıyor,  bizimkiler çok çabuk adapte oluyor. Mesela İngiltere de Edinburgh şehri,  bin yıllık bir şehir,  bin yıl önce kurulmuş ama bin yıl önceki bütün vasıflarını taşıyan bir şehir her şeyiyle;  binasıyla, yoluyla.

Rahmetli Turgut Cansever; “ Tarih bilinci, düzlükte bitmiş şehirlerden daha kıymetlidir” diyor yine Turgut hoca,  “düzlükte bitmiş şehirler” derken yeni yetme şehirlerin tarih bilincinden yoksun olduğunu söylüyor veya yoksun olarak yapıldığını düşündüğü şehirlerin kıymeti olmadığını ifade ediyor.

Türkiye'de şehirlerdeki en büyük kaygı ki birçok ülkede bu yok, bizim Türkiye'mizin tarihi boyunca çok hareketli bir coğrafya olmasıdır. Biraz önce de bahsettik, Edinburgh'tan Nürnberg'den ama oradaki insanlar belki bin yıldır orada oturuyorlar. Bizim Anadolu'ya gelmemiz  bin yıl oluyor ama bizden önce burada yaşayan bir sürü kavim vardı. 20 medeniyet yaşamış Anadolu topraklarında, sadece İstanbul'da 3 medeniyet üst üste yaşamış. Bu 20 medeniyetin yaşadığı bir toprakta her türlü kültürün bir parçası var ve biz o kültürleri de yaşatmaya çalışıyoruz ki yaşatmak zorundayız. İstanbul'un tarihini 2.500 yıl biliyorduk, 8.500 yıla çıktı…  Dolayısıyla böyle güçlü bir şehir, güçlü geçmiş birikimleri olan bir şehir elbette ki estetik açıdan da geçmişi geleceğe bağlayan bir yapılar birikimi  düşüncesi olması gereklidir.

Sağ olsun hükümetimiz çok aktif çalışıyor ve bütün tarihi yapıları onarıyor. Hakikaten çok güzel işler yapıyorlar ve bunu da takdirle karşılıyoruz. Bir de biz Cumhuriyet'ten itibaren biraz sıkıntılı dönem yaşadık. Özellikle de şehirlerimiz konusunda, çünkü yeni bir devlet kurduk. Eskiden  devletimiz gitti, yok oldu, uçtu, buharlaştı ve yeni devletimizin mimarisi de yeni olmalıdır! Ya da yeni devletimizin şehirleri de yeni olmalı, bunun için bizim mimarlarımız veya şehir plancılarımız yok! O halde Fransa'dan,  İtalya'dan şehir plancıları getirdik. Henry Prost denen bir şehir plancısına Ankara'yı ve  İstanbul'u planlattık. Henry Prost İstanbul'a geldiğinde, yaptığı planlama çalışmaları zamanla burada gerçekleşti. Alanlar yaptı, oysa bizim Müslüman Şehircilik anlayışında şehir planları farklıdır. Cami merkezli bir şehir planı vardır. Ama batılı anlayışta biraz önce bahsettiğim Napolyon'un anlayışı gibi büyük meydanlar ve bu meydanlara bağlanan büyük bulvarlar vardır. Henry Prost da buna benzer planlar  yapmış, mesela büyük bulvarlar yapmış. O dönemde böyle bir şey yoktu ama bu bulvarların uygulanması da Menderes dönemine rastlar. Vatan Caddesi, Millet Caddesi, Atatürk Bulvarı gibi…  Taksim meydanının eski halinin fotoğraflarını gören var mı bilmiyorum ama Taksim meydanı da Çamlıca gibidir… Orası İstanbul'un en yüksek tepelerinden biridir.  Atatürk Kültür Merkezi'nin sırasındaki binaların  yapımına izin verilmeseydi ki orada toplasanız 20 tane bina ancak vardır, o binaların olduğu yerden oturup kahvenizi içerken boğazı seyredecektiniz. Ama öyle olmadı, oraya o binaları yaptılar, oradaki topçu kışlasını yıktılar. Bunlar tarihimize vurulmuş önemli darbelerdir. Şehircilik tarihimize değinelim; Bugün şehirlerimizde estetik kurumlarımız var. Bu estetik yapılarımız mimari yapının projesinde söz sahibi çok şükür. Çünkü ortaya çıkan yapılar bazen estetik olmuyor ama o kurulun dediği dışına çıkılmıyor.” Estetik, bir güzelleştirme eylemi ya da makyaj yapmak değildir” diyor üstatlar,  güzellik salonları falan var, gayemiz şehri de böyle bir salonda güzelleştirmek olmamalıdır. Son zamanlarda o da yapılmaya başlandı, eski binaları mantolama yapıyoruz diye üstüne birkaç tane de strafor bir figür koyarak sizi klasik bir yapı modeliymiş gibi kandırmaya çalışıyorlar. Bu ne kadar gider onu da bilmiyorum. Modern dünyadaki karmaşık yapı içinde sağlıklı süreçler yaşandığı zaman şehir estetiği de kendiliğinden sağlıklı bir şekilde değişecektir, buna inanıyoruz.. Günümüz dünyasında belli bir entelektüel seviyeye sahip olmadan bu konuda gerçek anlamda bütünleşmekten söz edemeyiz.  Çünkü bizim kendi bakış açımız değişmeli;  biz estetik bakmalıyız, estetik görmeliyiz, güzel yapmalıyız, güzel etmeliyiz ve güzel konuşmalıyız.”