VF kat sol
VF kat sağ

06 Haziran 2016

Şehri okuyabilmek: Mekânda Umrancılık

Maddi imkân, yani coğrafya ve ona dairler(vatan), yani mekân kategorisi insan ve tarihin vazgeçilmezi ontolojik/öze dair gerçeklerindendir. Evrende insan hayat imkânı ile var olurken mekân kategorisinin şartlarına göre kendi çevresini şekillendirerek, umrana dönüştürerek şehrini, medeniyetini, kendi dünyasını kurar. İnsan-mekân ilişkisi geçmiş, an ve gelecek perspektifinde sarfı nazar edilemez durumlardandır. Mekânın maddi gerçekliğinin ardında ona sosyal ve medeni arka planını veren temeddünî düşünce meknuzdur.

Geçmişin içinde yerleşmiş, mekânda yuvalanmış mana, maddi imkânın kendisi kadar ve ondan öte gören gözlere hakiki sözler fısıldar. Duyan göz, anlayan kulak ve bilen ağız medeniyet kurar. Atalar manası, cetlerin kadim sözü umranda bize bir yönüyle mekân, imkân ve imar üzerinden ulaşır. Kaba taş molozlarında Selimiye görenler maddeden var ettikleri suretin amacını medeniyet manalarından alarak işledikleri zamanın ruhunu geleceğe emanet bırakırlar.  Bu açıdan mekânın estetik içeriğinden manayı soyutlayıp yeniden kurgulamak için bakış açımızı doğrultmamız gerekir. Bu mazi tetkiki mevcut umrana dair teknik tahkikat olacağı gibi yani tarih, sanat tarihi, mimari gibi açılardan şekil ve muhteva analizi şeklinde akademik veçheyle gerçekleşmesi yanında estetik, edebi ve felsefi tahkik suretinde de olabilir.

Bu bakımdan sanat bizi bize anlatan zevk-i selimimizin imar ettiği dünyamıza dair hatırlama ve yenilenme adına ilhamları yüklü olabilir. Yahya Kemal şiiri bu manada hatırlatıcı olmak bakımından bir zirveyi teşkil eder. O, mananın mazmununu muhteşem bir uslüpla anlatan bir sonsuzluk şahididir. Hayal Beste şiirindeki şu mısralar okunduğunda söylenmek istenen aşikâr olacaktır. Gönlüm isterdi ki mâzini dirilten sanat Sana târihini her lâhza hayâl ettirsin. Yahya Kemal şiiri bu manada ölülerin dirilere mana yoldaşlığı yapması noktasında zamanüstü çağdaş bir mekânın kurulduğu zemindir.

Umrandaki mekânı hatırlamak, anlamak ve mazmundaki var edici temayı söküp almak adına enfes bir tefekkür imkânı da sunar. Koca Mustafa Paşa şiirindeki;

Bu geniş ülkede, binlerce lâtif illerde, 

Nice yıl, cedlerimiz kökleşerek bir yerde,

Manevi varlığının resmini çizmiş havaya.

-Ki bugün karşılaşan benzetiyor rü'yaya, mısraları mekanı imar eden umranın ömürleri de nasıl inşa ederek şehri kurduğunun güzel bir temadisi olur.  Kaybolan Şehir şiiri bu manada bir arayışın iniltilerini fısıldar anlayan kulaklara ve duyan gözlere. Firûze kubbelerle bizim şehrimizdi o;Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle biz'di o.  Bu mananın temadisini Koca Mustafa

 

Paşa şiirinde duyarız;

Koca Mustâpaşa! Ücrâ ve fakir İstanbul! 
Ta fetihten beri mü'min, mütevekkil, yoksul, 
Hüznü bir zevk edinenler yaşıyorlar burada. 
Kaldım onlarla bütün gün bu güzel rû'yâda. 
Öyle sinmiş bu vatan semtine milliyetimiz 
Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız biz
Mânevi çerçeve beş yüz senedir hep berrak; 
Yaşayanlar değil Allah'a gidenlerden uzak. 

Bu şehirde yaşayan ve uzak kalanlar için o umran bir rüyadır. Ancak rüya doğru tabir edilirse müstakbele yol da açabilir, karanlık da kılabilir. Kaybolan Şehir şiiri biterken Yahya Kemal bize Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene, Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene. Bizi bize getirecek, bizi bize düşündürecek o şehirlerde olmasak da onların bizdeki tefekkür ufku gelecek adına umranımızın formundaki ontolojik özü bizim için hatırlatıcı olacaktır. Yahya Kemal kopuşla başlayan öksüzlüğümüze ve özsüzlüğümüze umranımız ve şehir üzerinden Koca Mustafa Paşa şiirinde şöyle seslenir:

Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan. 
Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan; 
Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük
Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük. 
Sızlatır bâzı saatler dayanılmaz bir acı, 
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı. 
Rûh arar başka tesellî her esen rüzgârda. 
Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!

Kâbe'ye her varış nasıl Allah'ın sonsuz çağrısını hatırlama ve onunla yenilenme ve oradaki Resullulah ile buluşarak öze dönüş ise, umranımızdaki şehirler ve onların sönükleşmiş akisleri olarak Safranbolu, Amasya, Üsküp, Saraybosna gibi mekânlarda ölülerle dirilerin birleştiği bir zaman cümbüşü husule gelir. Ve Süleymaniye'de Bir Bayram Sabahı umranımız uyanıverir gönlünde Yahya Kemal'in:

Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati, 
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi 
Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan, 
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan
Gecenin bitmeye yüz tuttuğu andan beridir, 
Duyulan gökte kanat, yerde ayak sesleridir. 
Bir geliş var!.. Ne mübârek, ne garîb âlem bu!.. 

Bu zaman perdesi ardında kendisini gösteren alem anlaşılmak için şairimizle konuşur ve müteakip mısralar dökülür:

Ulu mâbed! Seni ancak bu sabah anlıyorum
Ben de bir vârisin olmakla bugün mağrûrum; 
Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi; 
Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi, 
Senelerden beri rüyâda görüp özlediğim 
Cedlerin mağfiret iklîmine girmiş gibiyim. 
Dili bir, gönlü bir, îmânî bir insan yığını 
Görüyor varlığının bir yere toplandığını; 
Büyük Allah'ı anarken bir ağızdan herkes 
Nice bin dalgalı Tekbîr oluyor tek bir ses
Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi, 
Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi! 

Şehir anlaşıldığımız ve anladıkça var olduğumuz bir iklimin adı olarak ortaya çıkıyor. Mûsıkîsinde bir taraftan dîn, Bir taraftan bütün hayât akmış; dediği Itrî şiirinde umranımızda seslerle kurulan, çinilerle bezenen estetik duyuşun arkasındaki manayı sezmek için önce anlayan bir kulak, duyan bir göz gerekir. Ben kaldım, uzaklarda günün sesleri dindi, 
Gönlümle, hayalet gibi, ben kaldım o yerde mısralarıyla özleyen Yahya Kemal bize şehrimizin ruhunu fısıldar durur. Mesele düz akılla şiir okumak değil şiiri bir yöntemle umrana çevirmek gerek. “Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter” şehirlerimizde insan-mekân ile umranlaşır, şehir suretini bulur.

Kitap okuryazarıyız da mekân okuryazarlığımız ne halde? Soru da, sorun da bu. Kendimizi nerede arıyoruz? Kendi gök kubbemizde miyiz? Kulaklarımızın anladığı gözümüzün duyduğu o yer neresi? Gönül umranının insanlarını yaşatan renkler, var eden sesler ve müşterekleştiren bedii zevkler nerede? Nice yıl cedlerimiz kökleşerek bir yerde, denen o yer neresi? Kökler nerede, millet nerede? Hafıza mekânlarda sonsuza yürüyen millet ruhu kimin? Kendimizi izlediğimiz, hatırladığımız mekânlar bir hafta sonu fantastik bir Safranbolu gezisi kadar mı? Nasibimiz orayı gezen bir Japon turist kadar bile değilken hangi şehirle dirileceğiz? Mekânı tabulaştırmak değil mesele mekânı yaşatan ruhu kavramak. Yahya Kemalce dersek “Tarih yekpâre görülecek, topyekun sevilecek, yahut da nefret edilecek bir şey değildir; bilakis tetkîk ve muhakeme edilecek bir manzara”dır. Mekândaki hayatı tarihe, oradaki esası da şuura dönüştürerek şahsiyeti tahkim etmek gereklidir. Süreklilik ve düzen ancak bu mefkûrenin umranlaştığı bir şahsiyetle söz konusu olabilecektir.

Vesselam….