27 Eylül 2016

Sen misin ‘muasır medeniyetler’ seviyesine çıkmak isteyen…

Neden son zamanlarda ekonomi, hak-hukuk, politika, sosyal ve kültürel hayat ile ilişkili Türkiye'ye dönük olumsuz propagandalar dost, müttefik ve de demokrat bildiğimiz ülkelerde birden artmaya başladı?

Neden Batı dünyasında her terör eylemi daha fazla İslam ile ilişkilendiriliyor ve nasıl oluyor da ABD'deki AVM katliamını yapan kişi dahi alıştığımız yaşlarda bir Türk çocuğu çıkıyor?

Neden FETÖ soruşturmaları bir mağduriyet, haksızlık, cadı avı söylemlerinin ablukasına alınıyor ve neden Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ‘at izi it izine karışmış' sözü sözde Erdoğan taraftarı kişilerce dahi haksızlık yapılıyormuş algısı yaratacak şekilde tersinden okunuyor?

Neden Tarık Akan'ın ölümü sonrası bir tarafta hakaret ve küfür ısrarla rutinleştirilirken diğer tarafta cenaze bir şova dönüştürülüp, ilişkisiz sloganlara sahne oluyor?

Neden Moody's kendini dahi yalancı durumuna düşürecek şekilde Türkiye'nin kredi notunu ‘Baa3'ten ‘Ba1'e çekiyor ve not görünümünü ‘durağan' olarak belirliyor?

Kılıçdaroğlu ve önderliğindeki CHP, neden ısrarla 15 Temmuz'un izlerini hafızalardan silmek, FETÖ'cüleri masumlaştırmak, ülkesinin Cumhurbaşkanına ve Başbakanına kuyruğu sıkışan ülkelerin diplomatları gibi sürekli laf sokmak, Yenikapı ruhunun bu ülkenin istiklali için olmazsa olmaz olduğunu unutmak ister görüntü veriyor?

Daha da garip olanı var. Neden toplumda insanların giyim, yaşam, trafik, çevre, seyahat ilişkili şikâyetlerini artıracak şekilde belediye ve mülki idarelerde bir kontrolsüzlük ve başıbozukluk var izlenimi verilmeye çalışılıyor?

Önce bir soru soralım. 15 Temmuz'un bir son olduğunu kim söyledi? Ya da hala 15 Temmuz'u başarısız bir ‘darbe girişimi' olduğunu kim ısrarla dillendiriyor?

Ya da daha eskilere gidelim. Gezi olaylarının, 17-25 Aralık operasyonlarının, 7 Şubat kumpasının, 19 Ocak ihanetinin, 6-8 Ekim kalkışmasının son olduğuna kim inandı?

Yaşanan gerçeklere gözlerini kaparken, ısrarla tehlikeli bir rolü yerine getirmeye çabalayan Cumhuriyet kesiminin o çok sevdiği ‘tehlikenin farkında mısınız' sloganını belki de ilk kez doğru zamanda sorup, kapımızın eşiğinde dolanıp duran ‘tehlike'yi doğru tahlil ve tarif etmek gerekiyor artık.

Bu, sıraladığımız nedenleri anlamak kadar toplumsal duyarlılığı ayakta tutmak, temkini elden bırakmamak veya her an bir başka kanlı veya kansız kanımızı çekme girişimi öncesinde hazırlıklı olmak adına önemli çünkü.

Sonuçta tarihimize her biri atlatılan büyük bir tehlike olarak düşen tarihler, gerekli özeni göstermemek ve temkini elden bırakmaktan dolayı yaşanmadı mı?

Öncelikle acı ama gerçek olan şu ki, ne dün yaşamak zorunda kaldığımız tarihler ne de bugün anlam vermekte zorlandığımız gelişmeler bir ‘rastlantı' ya da bir ‘son' değil.

Cumhurbaşkanı'nın söylemiyle her bir tarih ve bize ‘neden' sorusunu sorduran son gelişmeler, okumak (yaşamak) zorunda olduğumuz uzun ve acılı bir cümlenin arasına virgül konulan kelimeler sadece.

O cümleyi kuranların kendilerince belli bir sona ulaşmadan her bir travmatik duruma ‘son' demek maalesef şimdilik zor görünüyor.

Lakin o sonun üzerinde etkili olmak, sonuçta nokta konulacak uzun ve acılı cümlenin anlamını kendi adımıza sağlıklı, doğru, iyi olarak değiştirebilmek için olup biteni iyi anlamak, tehlikenin farkında olmak gerekiyor.

Peki, neden 15 Temmuz bir son değil ve bunca nedeni bize sorduran gelişmeler ardı ardına yaşanıyor?

Olabildiğince açık ve sade olmak gerekiyor artık. Öncelikle de yanlış bir tarihi algıyı düzelterek...

Türkiye, Mustafa Kemal'in 17 Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresinde yapmış olduğu konuşmadan bu yanan muasır medeniyetler seviyesine ulaşmayı konuştu.

Öyle bir algı oldu ki Türkiye sanki çalışıp, çabaladığında muasır seviyedeki ülkeler (Batı) sürekli ona içten desteklerini sunacak ve olur da ulaştığında bir bayram havasında onu kutlayacaklardı.

Oysa gerçek asla öyle değildi ve bugün Türkiye'nin yaşadığı her bir belanın da felâketin de hainliklerin de sebebi hikmeti, sonunda muasır medeniyetler seviyesine ulaşmış olmakla ilişkili.

Aslına bakılırsa kendilerini dünyanın tamamına demokrat, yardımsever, sosyal ve hukuk devletini dünyaya yaymakla mükellef diye yutturan muasır ülkeler, önümüze muasır medeniyet hedefi koydukları anda dahi onun bizim için gerçekleşmesine izin vermeyecekleri, uydurulmuş bir hayal olduğunu biliyorlardı.

Az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler diye sınıflandırdıkları ülkelere bu hayali kendi kirli amaçları için sürekli pompaladılar. Önüne bu hedefi koymuş her ülkeyi ‘eğer istediklerimizi yapar ve istediğimiz gibi olursanız o seviyeyi bir gün siz de kolayca yakalayabilirsiniz' yalanıyla oyalayıp durdular.

Devam edecek…