Şiddet ve Öfke Salgını

Bindiğimiz şehiriçi hatları otobüsünde konuşuluyor: Geçen ay, otobüs kendi durağına yanaştığı için aracını park edemediğinden şikâyet eden bir otomobil şoförü, otobüs şoförünü tabancasıyla yaraladı, deniyor. Bir aydır hastanede tedavi görüyormuş, ne zaman çıkacağı belli değilmiş.

Böyle bir olayın hazmı, idraki kadar güç. İdrake yetersiz kalanların sayısını bilmiyorum. Çünkü her gün keşmekeşe dönen şehir trafiği içinde, hem hukuk hem de insanlık kurallarını çiğnediği hâlde kendini haklı görebilenlerin sayısı da artıyor.

Hem suçlu hem güçlü olabilmek, “öfke hakkı” veya şehrin keşmekeşi ile açıklanabilir mi?

Şoförün yaralanma hadisesini, genç araştırma görevlisinin öldürülüşünden bir gün sonra işittim.

Hem evliliğinin, hem meslek hayatının hem de hayatının baharında genç hukukçu bir hanımefendi, kurallara uygun hareket ettiğinden ötürü, öğrencisi tarafından önce şiddete maruz kalmış, sonra da silahla vurulmuştu. Diğer detayları burada dillendiremiyorum, zira muhtelif medya organlarında da mevcut.

Bütün bu olan biten hayatımızın şiddet içeren sayfalarından ikisi yalnızca…

İçinde biz olmayabiliriz, ama içinde olduğumuz toplumdan gerçek hadiseler...

Bir vakitler -şiddetin muhtevasına göre belki bundan 10 ya da 20 ya da 30 yıl önce- Batı'da olup da türlü dehşet hikâyeleri içeren şiddet hadiselerini duyduğumuzda, böyle bir toplum olmadığımız için şükrediliyordu. Yaşananlar, terör bahanesiyle ilişkilendirilemeyecek kadar tekildi. Aklımızın almadığı tek başına, çocuk denebilecek kadar genç insanların nasıl birer katile dönüşebildikleriydi.

 Akıl sağlığı, yetişmedeki çarpıklıklar, çocukluk travmaları ve daha birçok mesele, tehlikeli saldırganlığa, işkenceyle işlenen cinayetlere, seri katillere dair bir arka plan sayılabiliyor ki bunun sağlaması da genelde doğru çıkıyor. Fakat dünya medyasının şiddet teşhiri konusundaki sorumsuzluğunun, kontrolsüz internetin ve sosyal medya kullanımındaki bilinçsizliğin ve “yasal” bilgisayar oyunlarının yol açtığı şiddet patlaması ve öfke salgınının, aile içi travmalar ya psikolojik rahatsızlıklar kadar ciddiye alınmadığı yapılan düzenlemelerden de anlaşılıyor.

Bir taraftan herkes kendi üzerinden bir durum okuması yapıyor. Ben de sosyal medya kullanıyorum, ben de şiddet içeren görüntüler izliyorum, ben de kan revan içindeki bilgisayar oyunlarından oynadım, ben de travma yaşadım ama neden katil olmadım, diyerek konuya yaklaşanlar da var.

Eğitimciler ve ailelerle dijital dünya ve onunla olan ilişkimiz bahsi gündeme geldiğinde şahsi gözlemim; herkesin kendini bir parça çaresiz hissettiği…

Oysa öfke kontrolsüzlüğünün ve şiddetin bu derece yaygınlaşması, en vahim durumların bile kitleler nezdinde bir günlük hadiseye dönüşmesi üzerinden okunursa artık normalleşme evresinde.

Güvenlik ve asayiş bendini, dışarıdaki etkilere karşı bir koruma aracı olarak görebilirsiniz. Ama bu bendin içindekiler, dışlardakileri aratmayacak kadar tehlikeli ve kontrolsüz olduğunda bendi nereye inşa etmek gerekir?

Bu ise, kitlesel bir öfke salgınına olduğu kadar, paronayayı da besleyen bir durum.

Her gün kalabalığına karıştığımız şehirde yanından yürüdüğümüz kişinin yaşadıklarından ve aklından geçenlerden habersiziz. Günü bitirdiğimizde ve sağ salim eve gidebildiğimizde büyük bir iş mi başarmış oluyoruz? Ya da ev ne kadar güvenli?

Bütün bu sorular şehirde yaşanları uzun süredir endişelendiriyor. Artık öfke salgınının ve şiddetin yalnızca büyük şehirlerde olmadığını gösteren birçok olayla karşılaşıyoruz. Demek ki bu salgın, yalnızca kent buhranlarıyla ya da kent kimliliğinin stres dozuyla ilişkilendirilmemeli.

Ölümcül şiddeti ve öfke salgınını yanlıca cinsiyetçiliğe indirgemek, bugünün bize söylediği yeni şiddet kroniklerini ve kaynaklarını görmezden gelmek demek. Saldırgan fikirleri kışkırtan, ayyuka çıkaran dijital ortamlar konusunda herkesin kendini bir miktar çaresiz hissetmesi, yol açtıkları üzerine düşünmeyi de sekteye uğratıyor aslında…

Dünyayı yaşanabilir kılmak, yeni yetişen nesilleri aslî yaradılışından kopmadan ve onu hatırlatacak vicdanla yetiştirmek düsturunun kendini hatırlattığı hadiseler bunlar.

Bu çözülüş ve bozuluş içinde tutunabileceklerimizin imleri yok olmadığına göre, bu tip cinayetlerin ardından “kısım kesim” kavgasına tutuşacağımıza, sorumlu olduğumuz kişileri önceleyerek toplumun iyileşmesi için ontolojik düsturlar üzerinden yol bulmayı denemekten başka çaremiz yok…