Sır Peşinde

Ömürde eksik kalmış;

Bir an... Bir kısım... Bir insan... Bir hayat.

Bir sebep... Bir nihayet... Bir sorun... Bir çözüm.

Bir var, bir yok.

Yıl sonu bilançolarında çıkmayan, elekten düşmeyen, muhtevası bilinmeden çöp sepetine atılanlar.

Azalmış artışlar...  Çoğalmış eksilişler.

Gelişleri, gidişleri sır kalanlar.

Bütün gizler gözlerin perdesine, kulağın uğultusuna, zırhımıza yapışıyorlar. Her gün en az bir defa bir mevcutta peyda oluyorlar.

Tüm bu ısrarına rağmen, ömürde belki de sadece bir kere “sır” gün yüzü görüyor. Ya bir düşünceyi uyandırıyor ya da nafile bir eylem planı daha telef oluyor.

Ve doğuştan kâşif olan insan... Etrafında dönüp duran bu izafî devinimleri, hakikatin varlığını görmezden gelmeyecektir.

Çünkü tüm dünyayı, her gün içini aydınlatan ve her geçen gün yeni bir ivme kazanan fark etme yetisiyle tanıdı. İhtiyacına cevap verecek her hissi ve her nesneyi seçebildi.

Umursamazlık rolleri, meraksızlık ve itimatsızlık ise keşfetmeye mâni.

En iyisi hiç büyümeyecek olmak. “Küçük” kalmak, yoğun öğrenme telaşını artıran “bilme” zannından uzak, samimi tevazuu geri çağırmak için birebir de ondan.

Yolculuğun her merhalesindeki tamamlayıcıları keşfetmek onuruna... “Yaşamak” fırsatını kaçırmamak için... Her geçip gidene dönüp bakmayı ihmal etmemek gerek.

İçinde olduğumuz her halin, nedenini ve ötesini düşünmeden, türlü yanılsamaların muhasebesini yapmadan yaşanan birkaç yıldır çocukluğumuz.

O zaman tüm mutluluklar pembe bir pamuk şekerdir, yediğimiz anda tadı ağızda yok olan, yemekten çok seyretmekten hoşlandığımız.

Dünya bir bahçedir, bizi büyütmeleri için vesile olmuşların ellerimizden tutup eşlik ettiği ve milyonlarca sorumuzu yanıtladığı, gördüğümüz her şeyi iyi sandığımız, henüz lekelenmemiş bir gökyüzünün altındaki.

Bir gün gelir eksiklik ya da fazlalıkların muhasebesini yaptığımızda, o günlerin bahar tazeliğindeki dokunuşlarının yerini, alacak verecek listesi alır.

Böylece o bahçe kaybolur. Belki de zamanla kalabalıklaşarak, istenmeyen, beklenmeyen misafirlerin işgal ettiği bugünümüze dönüşmüştür.

Biz büyürken dünyada mı büyüyordu? Elbette büyüyordu. Her çocuk büyüyünceye kadar dünya da büyüdü. Yaşlandıkça eskimeye başlayacak.

Altında olmadığımız her mavi gök sevilesi, küçüklüğümüzde her şey yeni, içinde oluşumuzla her şey bıktırasıya alışıldık ve yaş aldıkça her şey eskir.

Oysa güneş olmadığında tüm dünya ne kadar renksizdir. Karanlık renkleri alır götürür. Renklerin peşi sıra şekiller de sürüklenirler. Karanlıkta elimizde koca bir siyahtan başka hiçbir şey kalmaz. Gözlerimizin bir işe yaramasına vesiledir güneş.

Asıl bildiklerimiz onunla serilir önümüze. O aydınlığını artırdıkça, elmalar daha kırmızı, deniz daha ışıltılı, toprak daha verimli, ellerimiz yüzümüz daha belirgin, daha güzel, insanoğlunun emeği her eser daha gerçektir.  O aydınlattıkça etrafımız daha kalabalık olur, biz de daha az yalnız.

Hayatın nimeti olan ruhumuz bir mekânda var olmadıkça ne kadar güzel olacaktır orası bizim için? Anlatılan, resmedilen, şiirlerin betimlediği, seyahatnamelerin tasvirleri, rivayet olunan kadar...

Bir bakarsınız gerçeğinden çok ya da az olmuştur. Elden ele kulaktan kulağa devredilirken, bir tarafı yenmiş, azalmış, yok edilmiştir. 

Bu yüzden...

Orada olmadığımız resim bize yabancıdır. Hakikatine tanıklığımız eksiktir.

Suretinin, suretinin, suretidir sadece. 

Keşfedilememiştir ve bir yansımadır.

Kalbin vazifesi ancak bir yansıtıcı ve bir ayna olmak. Çünkü tüm hakikat, kişinin kalbinin rengine bürünerek yansır kaderinde. Tıpkı güneş ışığının renkli camdan farklı renklerde aksedeceği gibi...

İşte okuyanın da asıl işi, bu rengârenk kalplerden yansıyan hakikatin izini sürebilmek ve asıl kaynağa eriştirebilecek aracıları fark edebilmek.

Okuyan da kendi kalbinin rengiyle yorumluyor diğer renkleri. Ortaya çıkan bu rengârenk döngü, fark ettirebilmek ve fark edebilmek kaygısıyla besleniyor ve gelişiyor.