Siyonist Emperyalizminin Orta-Doğu’da Planlı Tahrîbâtı (Ben Guryon / Yinon Planları) -1-

Bütün Orta-Doğu, hattâ Libya'dan Afganistan'a kadar bütün Yakın-Doğu, büyük bir felâket devresinden geçiyor. Senelerdir, neredeyse her beldemiz bir yangın yeri… Yakıp yıkan, gerisinde sâdece yürek dağlayan harâbeler, mezâlim şâhidi kabirler ve gözyaşı seli bırakan bu dehşetengîz yangına doğrudan mârûz kalmıyan beldeler de, büyük yıkımın dalga dalga yayılan maddî-mânevî muhtelif têsîrleriyle çalkalanmakta…  

Bu felâkette, her yaştan, her cinsten milyonlarca insanımız pek fecî sûrette can verdi ve vermeye devâm ediyor… Bedenen veyâ rûhen sakatlananlarımızın haddi hesâbı yok… Binlerce senelik âbideleriyle o güzelim şehirlerimiz artık birer vîrâne… Milyonlarca kardeşimiz oradan oraya savrulmakta… Muhâceret yolları, ilticâ kampları onlarla dolup taşıyor… Bin bir mahrûmiyet ve sıkıntı içinde ayakta kalmaya çalışıyorlar… Yanılıp da Avrupa'ya sığınmaya kalkanlar, bir şamar da Avrupalı zâlimlerden yiyorlar… Yarının ne olacağı meçhûl… Yangının her ân bizim yuvamızı da sarabileceği endîşesiyle uykularımız kaçıyor…

İlim, sanâyi ve iktisâdî gelişmişlik bakımından Avrupa ve Amerika'nın zâten çok gerisindeydik. Ancak topyekûn seferber olarak, huzûr içinde, canla başla ve planlı çalışarak onlara yetişebilirdik. Hâlbuki başımıza musallat edilen büyük belâ, bütün bir Yakın-Doğu olarak, bizi çok daha geri saflara düşürdü.

Ne idik, ne olduk?

Bir türlü anlıyamıyoruz: Ne oldu bize? Biz ki Osmanlı İdâresi altında asırlarca hep bir arada yaşamıştık… Münâsebetlerimiz her zamân kardeşçe olmasa dahi, en azından hep berâber sûlh, sükûn, huzûr içindeydik. En azından birbirimize diş bilemiyorduk. En azından birbirimizin kanını dökmeye bu kadar hevesli değildik. Farklı bir mezhebin câmi cemâatine dahi bombayla saldıracak, câmileri mezbahaya çevirecek kadar insanlıktan çıkmamıştık. Biz ki İslâmın bütün mahlûkata karşı şefkat telkîniyle terbiye ettiği ve Allâh'ın Müslim veyâ Gayr-i Müslim herkesin mâbedini himâye etmekle vazîfelendirdiği pek yufka yürekli kullardık. Silâhı elimize sâdece nefs müdâfaası için alırdık. Kan dökmekten tiksinirdik. Tecâvüzü savuşturunca, haddi aşmaz, hattâ düşmanımızın dahi yaralarını sarardık. Kendimizi bir canlı bomba hâline getirip kalabalığa saldırmak, kendi hâlindeki mâsûm insanları topluca katletmek, kulağımızı tırmalayan feryâd-ü-fîganlarla mesrûr olmak, insanlara verdiğimiz zarârla iftihâr etmek gibi bir canavarlık aklımızın ucundan dahi geçmez, insanoğlunun böylesine bir vahşete tevessül edebileceğine inanmazdık. Cihâd ederken, Kur'ân-ı Kerîm'e ve Kur'ânî Hadîslere müstenid harb hukukumuzun, bize yönelik tecâvüzde dahli olmıyan herkesi esirgemeyi emrettiğinin şuûruyla davranırdık. Bize göre, tedhîşçilik ve makyavelist siyâset, ancak Allah'sız zâlimlerin harcı olabilirdi… Bizim her hedefimiz maslahata muvâfık, yâni İnsanlığın hayrına olmak zorundaydı. Zâten hedefimizin ne kadar hayırlı, ne kadar meşrû olduğunun ölçüsü de, kendisi değil, kullandığı vâsıtalardı: Hedefimize ulaşmak için mürâcaat ettiğimiz vâsıtalar ne kadar meşrû, ne kadar ahlâkî ise, hedefimiz de o kadar meşrû, o kadar hayırlı idi.

Biz, sâdece bize yönelik tecâvüzü def'etmek için değil, dîğer dîn mensûblarının mazlumlarını kurtarmak için de cihâd ederdik. Tedhîşçilik gibi, istismâr ve emperyalizm de bizim kitabımızda yoktu. Nasıl olabilirdi ki emperyalizm, aynen sömürgecilik gibi, bir yamyamlık ideolojisi ve siyâsetidir. O, beşerî kardeşlik hukukunu inkâr eden, hiçbir ahlâkî kayıd tanımıyan müstekbir bir topluluğun, dîğer insan kardeşlerinin canıyle, kanıyle, teriyle semirmesi demektir. Hâlbuki biz, bırakın insanları istismâr etmeyi, onların kanıyle, emeğiyle semirmeyi, başkalarının gıybetini yaparak onların haysiyetine tecâvüz etmeyi dahi yamyamlık sayan bir Dîn-i Mübînin sâlikleriyiz. (Bkz. Hucurât Sûresi -49-: 12)

Binâenaleyh bugünki kahredici hâle düşüşümüz, 19. asrın ortalarından îtibâren adım adım içinden fethedilen Devlet-i Âliye'mize Cihân Harbi ve Kemalist İhtilâlle nihâî öldürücü darbelerin indirildiği devirde başladı. 1908 Darbesi, arkasından –ihânetle yoğrulan- Balkan Harbi ve Türk jenosidi, sonun başlangıcı olmuştu. Filistin Cephesindeki ihânet, Devletimizi hâlet-i nez'e soktu. Sonra, ihânetlerin arkası hiç kesilmedi. En fazla, cehâlet ve sâfiyetimizin kurbanı olduk. Engizisyon zulmünden kurtarıp bağrımıza bastığımız bir nankör topluluğu hiç tanıyamadık. Hâlâ koynumuzda yılan beslemiş olduğumuzun şuûruna ermiş değiliz. Bu da bizim en büyük zaafımız… Teşhîs edemediğimiz amansız bir düşmana karşı kendimizi nasıl koruyabiliriz?

Sinsi Emperyalizm

Osmanlı'yı ortadan kaldırmak, müteaddid emperyalizmlerin müşterek menfâati idi. Bu meş'ûm ameliyede, hepsinin de hissesinin olduğu muhakkaktır. Lâkin arslan payı, Siyonist Emperyalizmine âiddir. Yâni emperyalizmlerin en sinsisine, şerrinden korunulması en zor olanına… Korunulması en zor olan, çünki tanınması en zor olan… Karşınıza bin bir çehre, bin bir maskeyle çıkan bir Gizli-Kuvvet! Sabataîdir: Üç asır boyunca sînenizde yaşar, her çeşit nîmetinizden istifâde eder, kendinizden bilir, önünde bütün kapıları açarsınız, fakat o evinizi içinden kundaklar… Üç asır her şeyiyle zâhiren sizden görünür, fakat aslâ size temessül etmez ve sonunda bin bir desîseyle, cebren ve hîleyle, bir ihtilâl yapar, bir kültür jenosidine girişir, o, sizi temessül eder; o derece ki sizi mâzînizden, kendinizden, Milletinize âid her şeyden nefret ettirir… Masondur: İnsanlarınızı ifsâd eder, Localarında eğitir, size düşman eder, az-çok menfâat ortaklığı kurarak onları kendi emelleri uğrunda kullanır… Benzeri şekilde, birçok âlet-fikriyat ortaya atar: Garpçılık (Avrupacılık), Liberalizm, Sahte-Milliyetçilik, Arnavut, Arap, Türk, Kürd, v.s. Asabiyetçilikleri, muhtelif varyantlarıyle Marksizm, Sosyalizm, çeşit çeşit Materyalizmler, sahte beşerî ilim nazariyeleri, felsefe veyâ san'at kılığında mütenevvî dalâlet cereyânları, dada, sürrealizm, absürd, egzistansiyalizm, hipilik,  v.s., v.s. Hepsinin devir devir bir vazîfesi vardır; mîadı dolanı terkeder, bir başka fikir, bir başka cereyan mayalar… İngiltere'dir, Sovyetler Birliği'dir, Rusya Federasyonu'dur, Fransa'dır, Avrupa Birliği'dir, Amerika'dır, NATO'dur, Cem'iyet-i Akvâm'dır, Birleşmiş Milletler'dir, Devletlerle boy ölçüşen bankalardır, ahtapot kolları dünyâyı sarmış devâsa şirketlerdir, ilh… Perde-arkasına dikkat etmezseniz, şu veyâ bu devletin emperyalizmiyle karşı karşıya olduğunuzu zannedersiniz. Hâlbuki hakîkatte ve büyük ölçüde, arkalarında, onların kuvvetini kendi emellerine âlet etmenin san'atine vâkıf hep o sinsi emperyalizm vardır… (19. asra âid meşhûr bir İngiliz karikatüründe, bir İngiliz, kibirle haykırıyor: “- Büyük Britanya, dünyâya hükmediyor!” Onun arkasındaki kıs kıs gülen bir Yahûdi de fısıldıyor: “- Evet ama, Büyük Britanya'ya da biz hükmediyoruz!”)

Siyonist Emperyalizmi, bir asırdır, bütün Yakın-Doğu'yu nasıl tahrîb ediyor?

İşte bu Sinsi Emperyalizm, bütün Yakın-Doğu'yu, Osmanlı'nın himâyesinden çıkararak, evvelâ, (Mayıs 1916 Mark Sykes-Georges Picot Mutâbakatını ve 1. Cihân Harbini müteâkiben) muhtelif derecelerde kendi nüfûzu altında bulunan Avrupa Devletlerinin (kısaca İngiltere ve Fransa'nın) sömürgesi hâline getirdi.

Bu arada, Devlet içinde Devlet gibi teşkîlâtlanmış Siyonist Kuvvetin temsîlcisi Lord Walter Rothschild, Chaim Weizmann gibi güzîdelerinin nüfûzunu kullanarak dünki Osmanlı arâzisi ve en az on dört asırlık Arap vatanı Filistin'de bir “Yahûdi Yurdu” ihdâs etme imkânı elde etti. Böylece bütün Yakın-Doğu'yu yangına verecek fitne tohumu atılmış oldu… (Şu ânda tam da Hâriciye Vekîli Lord Arthur Balfour'un İngiliz Hükûmeti nâmına ve Lord Rothschild'in şahsında Siyonist hareketine hitâben kaleme aldığı 2 Kasım 1917 târihli meş'ûm Beyânnâmenin 100. yıl dönümündeyiz. Lâkin bu işin nasıl mümkün olabildiğinin idrâkine varabildik mi?)

Sonra, bütün bölgeyi, göstermelik istiklâl sâhibi, irili ufaklı Devletler arasında paylaştırdı. Sun'î, birbirine rakîb ve Millî İrâdeyi de, Temel İnsan Hak ve Hürriyetlerini de hiçe sayan müstebid rejimlere mahkûm edilmiş, harîs, menfâatperest, zâlim idârecilerin  hüküm sürdüğü Devletler… Evvelâ daha ziyâde İngiltere ve Fransa'nın, bilâhare ABD ve SSCB'nin nüfûzu altındaki bu Devletler, bir asır boyunca, hem kendi halklarıyle, hem birbirleriyle çekiştiler. Darbeler, sûikasdler, katliâmlar, harbler birbirini kovaladı durdu…

Bu çekişmelerin doğrudan yâhud dolaylı olarak başlıca âmili mesâbesindeki “Yahûdi Yurdu” ise, vatanlarını gasbettiği Filistinli Müslümanlarla veyâ onlara sâhib çıkan Arap Devletlerinin hepsiyle çekişti, çatıştı, savaştı… “Yahûdi Yurdu”yla başlayıp biteviye etrâfına tecâvüz ederek kurulan ve büyüyen, bütün Yakın-Doğu'da dâimî bir istikrârsızlık âmili olan İsrâil, aşırı kuvvetten doğan bir şımarıklıkla her geçen gün biraz daha pervâsız bir mütecâviz hâline geldi. Öyle ki bu bölgede (Türkiye dâhil) onun doğrudan veyâ el altından müdâhaleleriyle tahrîbâta mârûz kalmamış, şerrinden yakasını kurtarabilmiş bir memleket yok gibidir… 

Halkları –hâkim zümrelerin aksine- umûmiyetle sefîl bir hayât yaşayan, maârif, İnsan Hakları, ilmî araştırma, sanâyi, v.s. zâviyelerinden pek geri olan, pek geri bırakılan Yakın-Doğu memleketlerinin, bir de bu bilâfâsıla devâm eden kargaşa vasatında, Avrupa ve Amerika ile yarışabilir bir seviyeye gelerek kendilerini onların tasallutundan, tagallübünden, istismârından kurtarmalarına artık hiç imkân kalmıyordu…

Lâkin Siyonist Emperyalizmine, bu kadarı dahi kâfî gelmedi: O, Yakın-Doğu'nun bütün Devletlerini parçalamak, ufalamak, ezmek, âdetâ sıfırlamak istiyor… Böyle bir proje için elbette Devletleri Devletlerle vuruşturmak da yetmez: Her Devletin içindeki farklı toplulukları dahi birbirleriyle çarpıştırmak, cem'iyetleri âdetâ hücrelerine ayırmak, atomize etmek, neredeyse hâne hâne bütün halkı birbirine düşürmek, birbirine kırdırmak lâzımdır… İşte, biraz aşağıda nakledeceğimiz Ben Guryon ve Yinon Planları, bu projenin stratejisini tesbît ediyor. Fakat onlardan evvel, birkaç misâlle, Yakın-Doğu'nun nasıl birbiriyle çekişme hâlinde sun'î Devletlere bölündüğünü görmek, gayet ibret verici olacaktır.

Osmanlı'ya karşı İngiltere'yle işbirliğinin iki mahsûlü: Ürdün ve Suudî Arabistan

“Demokrasi”nin beşiği olmakla övündüğü hâlde emperyalizmden ve makyavelist siyâsetten hiç vazgeçmiyen İngiltere, bir taraftan 1916 Mayısında (Sykes-Picot Mutâbakatıyle) Orta-Doğu'yu kendisiyle Fransa arasında nüfûz bölgelerine ayırırken, dîğer taraftan, 1915'de, -1908 İttihâdcı İhtilâli sâyesinde Mekke Şerîfi olan- Hüseyin İbn-i Ali El-Hâşimî'ye (1856-1931) ve oğlu Faysal'a (1883-1933) müstakil ve büyük bir krallık vaadederek onları kendi saflarına çekmiş, dünyâlık karşılığında âhiretlerini satan bu harîsler de, adamlarıyle berâber ve İngilizlerle müştereken, Osmanlı Ordusuna karşı savaşmış, mağlûbiyetimizde pay sâhibi olmuşlardı.

 1

Dûrendîş Sultan Abdülhamîd Hân tarafından İstanbul'da nezâret altında tutulduğu hâlde, İttihâdcı İhtilâlinden sonra Mekke Şerîfi yapılan, 1. Cihân Harbinde, bir Orta-Doğu Arap Krallığı kurmak ve Halîfe olmak hırsıyle İngiliz (dolayısıyle Siyonist) Emperyalizmiyle işbirliği yaparak onların saflarında Osmanlı'ya karşı savaşan, pek çok Müslümanın kanını döken ve Orta-Doğu'nun birbirine rakîb sun'î Devletlerle dâimî bir istikrârsızlık hâline sürüklenmesinde pay sâhibi olan Hüseyin İbn-i Ali El-Hâşimî (1856-1931)… (Maxime Tondeur, https://rouges-flammes.blogspot.com.tr/2015/11/1914-1918-comment-les-saoud-gagnerent.html; 10.11.2017)

Hemen istidrâden kaydedelim ki Kemalistlerin “Arap ihâneti” propagandası buradan doğmuştur. Lâkin necîb Arap milletini neden bu adamlar temsîl etsinler ki? Her milletin içinden böyleleri çıkar… Takvâ terbiyesine vesîle olmıyan soy sopun hiçbir kıymeti yoktur. İslâmın bir küllî kaidesidir ki: “Ameli kaasır olanı, nesebi ileri götürmez!” Kezâ: “Üstünlük takvâ iledir!” –Hucurât Sûresi: 13-  Binâenaleyh “Arap ihâneti” ithâmı, asırlarca –tâ Çanakkale Harbine kadar- bizimle aynı cephelerde, aynı saflarda savaşmış, berâber şehâdet şerbeti içmiş, siperlerde kanları kanlarımıza, kemikleri kemiklerimize karışmış, sevincimizle sevinmiş, kederimizle kederlenmiş sayısız Arap kardeşimize karşı affedilmez bir nankörlük değil midir? Aynı sakîm mantıkla, bugün de, memleketimizde beşerî ve iktisâdî olarak pek büyük tahrîbâtın müsebbibi ve Siyonist Emperyalizminin en hâs maşası PKK'ya bakıp bir “Kürd ihâneti”nden mi bahsedeceğiz? Kendileriyle et ve tırnak mesâbesinde  karıştığımız ve bir asırdır sürüp giden onca tahrîklere rağmen bizden kopmıyan, ebediyen de kopmamasını temennî ettiğimiz bu asîl millete yönelik böyle bir ithâm, aynı derecede kendimize yöneltilmiş olmaz mı? Siyonist Emperyalizmi aramıza işte böyle nifâk sokar, aynı bedenin muhtelif uzuvları mesâbesinde olan biz Müslümanları birbirimize düşmân eder, birbirimizle vuruşturur, bizim felâketimiz üzerinde sefâ sürer!