Sofra düzenlemenin de bir adabı vardır!
Efendim İstanbul nezaketi deyince ne anlıyoruz? Osmanlıda özelikle sarayda, saraylı kelimesi vardır; Anadolu’da, ya da İstanbul sarayı dışında bir kelime vardır, saraylı. Aa o mu? O saraylı. Bu şu demek, sarayda yetişen hanımlar, beyler Anadolu’ya gider, mesela cariyeler sarayda en fazla, en fazla, 3 yıl kalır. Evet, batıdaki gibi değil, Osmanlı’da hizmet eder, her türlü bilgileri öğrenir, meslek öğrenir, dil öğrenir ve Anadolu’da evlendirilir, gönderilir. Bunlara saraylı denilir ve Anadolu’ya gittiği zaman, İstanbul dışına çıktığı zaman veya taşraya çıktığı zaman, bu kardeşlerimize, erkek olsun, kadın olsun, saraylı diye hitap edilir. Niye? Saray terbiyesi gördüğü için. Ve tıpkı padişah geliyormuş gibi, bir paşa geliyormuş gibi karşılanıyorlarmış.
Saray kültürü, edebi ile yetiştiği
için. İşte sevgili okuyucular, bu Anadolu’ya giden, Taşlaya giden Anadolu
nezaketi sadece kitaplarda değil, hala günümüzde de bunu yaşatan, yaşayan
İstanbul beyefendileri, hanımefendileri var. Allah rahmet eylesin, Mehmet
Haydaroğlu abimiz İstanbul beyefendisini söylerken, anlatırken, çok basit diyor
çocuklar, ilk kendisi ile Asariyedeki öğrenci evimizde konuşurken, yere diyor
bir şey düştüğü zaman İstanbul beyefendisi pat diye hemen elinden belinden
eğilerek almaz, oturarak, çömelerek alır diyor. Nezaketen. Ve oturduğu ortamda,
muhitte kim varsa, ona sırtını dönmez, ona göre kendisini ayarlar, yere çöker
nezaketle eline alır. Eğer diyor, bir hanımefendi sokakta gidecekse, bir şey
alacaksa, kenarda bir yerde oturur, bir yemek acil bir durum olursa, onu
yaşmağı ile kapatır, mısır olsun, bir yiyecek, bir simit, yaşmağı ile arkadan
yer. Bugünkü gibi böyle açıktan yemez.
İşte İstanbul Hanımefendisi, beyefendisi
böyle davranır. Veya geçtiğimiz haftalar öğrendim, mesela birisinin evine
misafir olarak gidiyoruz, sordunuz lavabo müsait mi diye, ne diyor size buyurun
müsait, o zaman diyorlar ki neye buyurun, lavaboya buyurun olur mu, bu
nezaketle diyelim diyorlar. İstanbul nezaketini ifade ederken tüylerimi
diken-diken yapan bir olay var, Merhum Musa Topbaş üstadımız, Sultan Tepe’de
bulunan köşkte, her yıl düğünler yapar, gençlerin evlendirir, evlenmelerine
vesile olurdu. Sanırım 1994 yılı yaz aylarıydı.
Merhum Musa Topbaş üstadımız, kışın, güzün Medine de kalır sonra
İstanbul’a gelirdi. İşte Haziran-Temmuz aylarındaydı düğün, köşkte sofra hazır,
o zaman genciz biz erkenden gidiyoruz ki sofraya yardım edelim, ama bakalım
neler öğreneceğiz. Sofralar için birçok kardeşimiz var o zamanlar, hazırlık
yapıyorlar. Sofrada tabaklar, kaşıklar, çanaklar, masa örtüsü, ekmeğin
konulacağı yer her şey ayarlandı meşrubatlara kadar, maden suyu dâhil, gazlı
içecekler, ayran, çeşitli içecekler, ayran, içecekler çeşit çeşit, yemek
dışında her şey vardı. Mükemmel bir sofraydı.
Sonra Musa efendimiz merhum geldi,
baktı sofraya, biz misafirleri alacağız sanıyorken, kendisi eli ile sofra
bezine baktı. Memnun olmadığını anladık. Bir şeyden memnun olmamıştı. Masaların bir tanesi hafif, yani hafif diyorum
2 santim, 5 santim, hadi 10 santim diyeyim, aşağı sarkmış, biraz düzensiz, önce
eli ile düzeltmeye çalıştı, olmadı içine sinmedi. Musa efendimiz ve kendisi,
bize hiçbir şey demedi, o masadaki tabakları, çatalları yavaş yavaş indirmeye
başladı. Neden? O masa örtüsü yeniden düzenlenecek, örtülecek, serilecek,
nizami olacak, standart olacaktı. Ondan sonra üzerinde bulunan tabaklar, salata
tabakları, çatallar, yemekten hariç hepsi tekrar konulacak. Ufacık bir,
görüyorsunuz değil mi, bir düzensizliğe müsaade etmiyordu Musa Efendimiz. Dedim
ki aman aman bu çok zormuş bu, bir sofra adabı gerekiyormuş, sofra adabında da
bir titizlik gerekiyormuş. Bize niye söylemedi? Uğraştık o kadar, gönlümüz
kırılmasın diye kendisi bize bir şey demedi. Tabi bizde durmadık, koştuk yardım
ettik ve bundan sonra her masa hazırlanacağı zaman buna hep dikkat ettik, önce
masa örtüsü güzelce hazırlanacak. Bu
demek oluyor ki: yaptığınız işi güzel yapın, Allah işlerini güzel yapanları
sever. Musa efendimizin sık sık söylediği bu ayeti kerimenin meali, Bakara
süresi 195.ayet: ‘’Doğrusu
Allah iyilik eden ve işini güzel yapanları sever.’’
İstanbul
nezaketinden bir başka örnek vermek istiyorum.
Biz tabi tabakları, çanakları getiriyoruz, gayet Musa efendimiz de
orada, nezaketle, sessizce, fısıltı ile getiriyoruz, konuşuyoruz. Kardeşlerin
bir tanesi, bir abiyi çağırdı sesli olarak. Şöyle dedi ‘’İbrahim-İbrahim’’ diye
bağırdı. Musa Topbaş üstadımız da döndü, ’İbrahim’’ diye bağıran kardeşe geldi,
bedenini tam ona doğru döndü. Mevsim bir yaz günüydü demiştim ya, temmuz
ayındayız. O kardeşin gömleğinden tuttu eliyle, sağ omuzundan tutarak aşağı
doğru ve şunu söyledi ‘’İbrahim Bey, İbrahim Bey, İbrahim Bey’’ diye üç defa
seslendi. Birbirimize seslenirken, ‘’Ahmet hop’’, değil, ‘’İbrahim Bey, Fatih
Bey, Fahri Bey, Selahattin Bey’’ diye seslenmeliyiz. Bizden küçük, büyük fark
etmez. Durumunuz müsaitse, muhabbetiniz var ise ‘’İbrahim abi, Selahattin abi,
Murat Karaman abi, Mehmet Akman abi’’ diye seslenebiliriz. Durumunuza göre. Toplum içerisinde özelikle,
kendi aranızda bir muhabbet olabilir ama toplum içinde Bey, Beyefendi,
hanımefendi, hanım kardeş demek gerekiyor, bunlar çok önemli. İşte İstanbul
nezaketinden birkaç örnekler verdik, Musa Topbaş Efendi ile çok anılarımız var.
Bir tanesi sofra adabı, biri de hitabet.
İstanbul
nezaketi ile ilgili olarak, Musa Efendimizin bizzat gördüğüm, bizzat bu
satırların yazarı kardeşinize söylediği ve uyardığı bir hadise. Hepimize ibret
olsun diye anlatıyorum. Benim eşim, o
zamanlar çiçek yapıyor, yapma çiçekler yapıyor. O sene MÜSİAD ekibi ile görevli
olarak umreye gidiyorum. Giderken eşim
rica etti bunu Musa Efendimize İstanbul’dan götürür müsün? Elbette, İstanbul’dan
büyükçe bir çiçek, yapma bir çiçek, götürdük. İstanbul-Medine geldik, elimizde
hediyeler var. Ramazan umresi, MÜSİAD ile başka hediyeler de var götürdük Musa
efendimize iletilmek üzere görevli abilere teslim ettik. Ne kadar güzel değil
mi? İstanbul’dan hediye götürdük, yapma
çiçek götürdük bunun heyecanı var.
Hediyeyi
teslim ettik, ertesi gün Medine’deyiz, Fahri Sarrafoğlu kim, Fahri Sarrafoğlu
kim diye bir abi beni arıyor yana-yana. Sormuşlar, dedik ya MÜSİAD ’da görevliyiz
geldi beni arıyor. Bende buyurun dedim. ‘’Yahu kardeşim seni arıyoruz iki
gündür’’ dedi, bende ‘’ne oldu’’ diye sordum. O da Musa efendimize hediye
getirmişsin, ona ulaştı, Musa efendimiz de mukabele ediyor. Bu da eşinize
şunlar, şunlar hediye. O kadar büyük ki bana verilen hediye, şaşırdım. Ben bir
yapma çiçek götürdüm ama bana verilene bakın. Biraz şaşırdım tabi. O sırada
Merhum Oğuz Aydınol abimiz de duydu tabi bu hadiseyi ve özel olarak beni yanına
çağırarak şunları söyledi: “Fahri efendi, büyükleri yormayalım, büyükler
her zaman fazlası ile mukabele ederler. Ama onları mukabele edecek şekilde daha
büyük bir hediyeler ile yormayalım, nezaketen kibar, hayırlı bir dua, sembolik
bir hediye ikram edilir, onunla mukabele ederler, başka bir şekilde mutlaka
karşılık verirler ya da mukabele ederler. Ama siz abartılı bir şekilde büyük
bir hediye verirseniz, o da karşılığında daha büyük verecek, o zaman ne
yaparsınız, onları yorarsınız.”
Demek
ki, manevi büyüklerimize hediye verirken nezaketli olmalı, amacımız ne olmalı
gönül almak olmalı, hediyenin kendisi değil, hediye verilen kişi önemlidir.
Buna dikkat edelim. Merhum Oğuz Aydınol abimiz devamla şunları söyledi: “
Sarrafoğlu, önemli olan hediyenin büyüklüğü değil, hediye verilen ki niyetin
önemli. Burada esas olan hediyeyi verirken gönlündeki niyetin bir karşılık
beklememe olmalı. Aaa ben hediye veriyorum muhterem üstadımıza, karşılığında
bana bir şey gelecek teberrükken diye düşünmemek gerekiyor, Yoksa yorarsınız.”