25 Ocak 2016

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak

Geçtiğimiz hafta medyaya yansıyan habere göre (20.01.2016) İBB Meclisi'nde alınan kararla, İstanbul Suriçi'nin tamamı, turistlere açılıp vatandaşa kapatılıyor. Yaşayan kimsenin kalmayacağı İstanbul Suriçi, sadece turistik mekanlara tahsis edilecek. Diğer değişle İstanbul Suriçi, hane-ailelerden mutenalaştırılarak ticarethane yapılacak.

Türkiye'de tarihi dokunun korunmasından anlaşılan şey, “mekânın içtimaî hayat varlığından arındırılması” olsa gerektir. Nitekim, Ankara Hacıbayram'da da, Hamamönü'nde de yapılan şey, bölgenin “geleneksel mimarî” görünümüne uğratılarak kapitalistleştirilmesiydi.

Müslümanlar tarihleri boyunca “ev”e barınmak, mahremiyet, mesken yapmak (sakin, sükûn, sükûnet, teskin), iskân olmak, yemek ve uyumak gibi faaliyetlere ait değerleri yükledi.

“Ev” sahibi, “ev”de bir değer görür. Bu değer öncelikle manevîdir; barınma mekânının “ocak” haline gelmesidir. Farsçada dud-hâne diye geçen kelime de ocak kelimesi ile aynı anlam içerir. Duman anlamına gelen dud kelimesi ev anlamındaki hâne ile birleştirilmiş ve “dumanı olan”, yani “hayat olan yer” anlamı ortaya çıkmıştır.

Vahit Türk'ün “Ocak Sözü ve Ailesi” başlıklı yazısında “Türk sosyal hayatında, soyun devam etmesi bütün insanlar için çok önemli bir durumdur. Türkler bu durumu ocağın yanması, yani ateşin tütmesiyle ilişkili görmüşlerdir; çocuğu olmayana “kör ocak” denmesi de aile ve soy kavramlarının ocakla ilişkisini gösterir. Anadolu'da “ocağı yanasıca” diyerek dua, “ocağı kör kalasıca” diyerek de beddua edilir. Türkmenlerde dede(gan) soylarına ocak tabiri verilmesinin kökenini de burada aramak gerekir. Osmanlı askeri teşkilatında ve bilhassa yeniçerilikte bu terimleri görmekteyiz: Ocak, ocak ağası, ocak başçavuşu, ocakbaşı, ocak bezirganı, ocak beytülmalcisi, ocak bölük başıları, ocak erkanı, ocak hasekisi, ocak-ı bektaşyan, ocak ihtiyarları, ocak imamı, ocak kapı kethüdası, ocak katibi, ocaklı, ocaklık, ocak demirleri, ocak muhzırı ağa, ocak talimhanesi, ocak tatarları, Peygamber ocağı, asker ocağı gibi ibareler, ocak kelimesinin Türk kültür hayatındaki yerini göstermek bakımından dikkate değer ibarelerdir” der.

Bu izaha dayanarak “ocağın sönmesi”, “ocağın dağılması” bir felaket gibi değerlendirilir. Yine bu nedenle “komşu komşunun külüne muhtaçtır”, çünkü külün içinde “köz” vardır.

Sevilay Ayva'nın “Türk  Kültüründe  Gelinler  Ve  Ocak” yazısında işaret ettiği gibi: Türkmenlerin söylediği “Er obanın alafı, kız evin közüdür” sözünde “köz” evin kızlarına hamledilir: “Kızlar evin közü iken erkekler, obanın ateşidirler.” Anadolu-Türkmen bölgelerinde, kurulan ocağın bakıcısı, koruyucusu olan kadınla, yani gelinle ocak arasında hayatî bağ kurulur. Bu kültürde, evliliğin sönmez bir ocak kurmak ya da ateş yakmak şeklinde tanımlandığı ifade edilmektedir.

Otağ-Oçağ: Od-ag; ot+a-g; otag; ota>oda yanında oç+ak>oçak terimlerinin gelişmesi Türkçe için aykırılık göstermeyecek durumdur.

Vahit Türk'ün değerlendirmesiyle Ot (od) ile ocak arasındaki köken ilişkisini t~ç~c ses denkliğiyle düşünmek de mümkündür. Böylece “oda-od”, “otağ”, “ocak”; Horasan'dan gelen Türkmenlerin Anadolu'da kurduğu şehirlerdeki ev-hane sisteminin kavramları olmaktadır. Türkmenler “göçebe” değil “göçeve evli” olarak gelmişlerdir. Yani “yürüyen şehir” sistemi getirmişlerdir. Hanelerin dizilişi, komşuların konumlanışı daha baştan “töre”ye göre belirlenmiştir. Ocakların yurdu tutması “töre”ye göredir.

“Sönmeden yurdumun üstündeki en son ocak” iktisadî ve içtimaî hayatın merkezindeki “hane-mahalle-kasaba-şehir” sistemini ifade etmektedir. Çünkü yurt, hanelerin “topraksızlığı” ile tutulmamaktadır. “Ailesizleştirilmiş bir toprak” fikri kapitalizme açılmaktadır.

Dokunabileceğimiz bir tarihimiz yoksa sürdürebileceğiniz bir toplum hayatımız da olmayacaktır. Mahalle-mekân-mimarî-içtimaî müesseseler; bunlar tarihtir. Eski bir evi yıktığımızda, zamanı, ilişkiler ağını, toprakla bağı da yıkarız. Zamansızlığın akıntısına yakalanırız.

Osmanlı'nın siyasetinde nüfusun coğrafyaya doğru yayılması (iskân için gönderilmesi) bir toprak kavrama meselesiydi.

Turgut Cansever, “Tarihi şehir, insanların kültür olarak geliştikleri bir yer olsun. Orada bu binalar, ölüm üzere olmayacak. Ruslar böyle bir yanlışı yaptılar. Geçen asrın sonunda koruma söz konusu olduğunda zaman mekânı ölü müzelere dönüştürdüler. Bizim üzerinde çalıştığımız yerler, yaşayan yerler olacaktır” demişti.

Müslümanlar “ev”lerde yaşayacak; elbet, bu “ocak” fikri de sistemi de sönmeyecek.