11 Şubat 2017

Sultan 2.Abdulhamid ve meşrutiyet dönemi

 Bugün;10 Şubat 1918'de vefat eden Osmanlı tarihinin en büyük hükümdarlarından Sultan II. Abdülhamit Han'ı ve Onun Dönemini  anlatacağız.

      Sultan II. Abdülhamit, 1909'da Dönemin Darbecileri tarafından tahttan indirildikten sonra Selanik'e gönderilmiş, Balkan Savaşı'nın başında da Beylerbeyi Sarayı'na nakledilmişti. Oradaki dairesinde sakin bir hayat yaşarken 76 yaşında  vefat etmiştir.

 Meşrutiyet Döneminin Banisi Sultan 2.Abdülhamit:

 1876 yılında Kanuni Esasinin kabulü ile başlayan Meşrutiyet Dönemini anlamak için önce bu dönemin banisi Sultan 2.Abdülhamit'i tanımak ve anlamak gerekir.

 Bernard Lewis, Tanzimat dönemiyle Abdülhamit dönemi arasındaki süreklilik öğelerine işaret ederek ‘Sultan Abdülhamit dönemi hakkındaki aşırı olumsuz değerlendirmelerin yeniden gözden geçirilmesi gereğine' dikkati çeker.

 Zürcher'in naklettiğine göre; Stanford Shaw, Abdülhamit dönemini ‘Tanzimat'ın en üst noktası' olarak tanımlar. (Zürcher,2005:53)

 Karpat'a göre; Sultan 2. Abdülhamid, Tanzimat reformlarını sürdüren ve eğitim sisteminde, bürokraside, iletişimde ve başka birçok alanda modern Türkiye'nin temellerini atan büyük değişiklikler getirmiş bir sultandı. (Karpat,2007:142)

 Karpat, bir adım daha ileri giderek Sultan 2. Abdülhamid Dönemini ‘hızlı bir gelişme dönemi' olarak niteler.

 Sultan 2. Abdülhamid'in uzun saltanatı (1876-1909) karanlık bir gerileme ve dağılma dönemi olarak hatırlanır. Oysa bu dönemde, eğitim ve okuryazarlık, kitap ve gazete yayını, sivil kurumların oluşturulması, kentleşme, haberleşmenin yaygınlaşması ve ticaret açısından hızlı bir gelişme yaşandı. (Karpat,2007:168)

 Bu anlamda Hasan Bülent Kahraman da benzeri kanaatleri taşımaktadır:

 Sultan 2. Abdülhamid dönemi müthiş bir dönemdir. Osmanlı'da ilk defa  orta sınıf sahneye çıkıyor. Anadolu'ya giden tren yolları ortaya çıkıyor. Anadolu'ya giden telefon, telgraf hatları, elektrik çıkıyor.Galatasaray Lisesi'nden, eczacılıktan, Mekteb-i Mülkiye'den, tıp fakültesinden, mühendishaneden mezun olup Anadolu'ya giden insanlar ortaya çıkıyor. Dolayısıyla Sultan 2. Abdülhamid dönemi modernleşmesi olmasaydı 1908 devrimi olmazdı. (Kahraman,2010)

 Sultan 2. Abdülhamid,1878'deki Osmanlı Rus Savaşı üzerine Meclisi Mebusan'ı feshetmiş,1908 yılında İttihatçı subayların başkaldırıp dağa çıkmaları üzerine Meşrutiyeti yeniden ilan etmişti. Ne var ki dağa çıkanlar aslında neye hizmet ettiklerini bilmeyen hayalperestlerden başkası değildi.

 İkinci Meşrutiyet'in Doğurduğu Hayal Alemi

 İkinci Meşrutiyet yüzyıllardır çekilen dertlerin, özlemlerin, umutlara çare olacak sanılıyordu.Bu duygular içerisinde Meşrutiyeti ilan eden subaylar pembe bir hayal alemine dalmışlardı.

 Dönemin şahitlerinden Ziya Yergök, bu hayal dünyasında neler yaşandığını Hatıralarında anlatır:

 “Kürd'ü,Ermeni'yi, Arab'ı, Arnavud'u, Rum'u Türk'e düşman eden hep Abdülhamid'in entrikalarıdır.” Diyerek azınlıkların yaptıkları kötülükler unutuldu. Suç hep Abdülhamit'e yüklendi. Hürriyet, müsavat, uhuvvet, adalet esasları içersinde kardeşçe yaşanacaktı. Suçsuz, günahsız, hiç bir şeyden haberi olmayan halk bu inanca sahipti. (Yergök-Önal,2006:199)

 (…) Bu zamana kadar görülmeyen Ermeni ve Rumlarla  kardeş olma düşüncesi halkı, hoca ve Şeyhleri şaşırtmıştı.Yeryüzünün Halifesi olan Padişaha atıp tutma  ve onu lanetleme söylemi mutaassıp halkı  kızdırmıştı.(Yergök-Önal,2006:223)

 (…) Erzurum'a varıp işe ilk başladıktan iki-üç gün sonra  meşrutiyetin ilanının ikinci yıldönümü kutlanacaktı.Resmi ve özel daireler o zamana kadar hiç görülmedik şekilde donatılmıştı.Gece  Hükümet konağının koridorunda 20 kişilik bir şölen verildi. Mülki ve askeri erkan Müslüman ve Hristiyan ileri gelenleri, yabancı konsoloslar eşleriyle birlikte çağrılmışlardı. En nefis yemekler ve içkiler yenilip içildi.Yemek iki saatten fazla sürdü. Bando sürekli olarak çalıyordu.Şampanya şişeleri patlıyor, herkes neşe içinde canlanıyordu.İki saat sonra nutuklar başladı.Meşrutiyet'in yararlarından Müslüman ve Hıristiyan hep aynı vatanın evladı olup kardeşçe yaşayacaklarından, vatanı birlikte savunacaklarından söz ettiler.(Yergök-Önal,2006:228)

31 Mart vakasi
31 Mart Vakası 2. Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'da yönetime karşı yapılmış  ayaklanmadır

 İkinci Meşrutiyet'in Ortaya Çıkardığı Siyasi Ortam

 Meşrutiyet'in ilânının ardından ülkede çok sayıda siyãsî parti ve dernek kuruldu. İttihat ve Terakki Cemiyeti hürriyeti ilan ettirdiği için büyük bir prestije sahipti.

 Ancak Meşrutiyet'e taraftar olan herkes İttihatçı değildi. Bu yüzden peşpeşe yeni siyãsî partiler ortaya çıktı. 14 Eylül 1908'de liberalizmin Türkiye'deki öncüsü Prens Sabahattin'in hamiliğini yaptığı Ahrar Partisi kuruldu. Ahrar Fırkası, İttihad ve Terakki Cemiyeti henüz partileşmediğinden ülkemizin ilk partisiydi. "Hürler" anlamına gelen Ahrar Partisi'ni Osmanlı Demokrat Partisi, İttihat- ı Muhammedi Partisi, Islahat-ı Esasiye-i Osmaniye Partisi, Ahali Partisi, Mutedil Hürriyetperveran Partisi, Osmanlı Sosyalist Partisi gibi partiler takip etti.

 Ne var ki nisbî bir hürriyet zemininden istifadeyle kurulan bu partilerin çoğu bir süre sonra gerçekleşecek  31 Mart Darbesi'nin  baskıcı zemininde kendilerini feshetmek ya da kapatmak zorunda kaldı.Muhalif partilerden birçoğu aralarında birleşerek, 8 Kasım 1911'de Hürriyet ve İtilaf Partisi çatısı altında toplandılar.

 1908-1918 dönemi İttihat ve Terakkinin tek parti diktatöryası şeklinde siyãsî literatürde yerini almıştır. İdare, devletin merkezinde yer alan asker ve sivil bürokratlar tarafından tek parti diktatöryasına dönüştürülmüştü.2.Meşrutiyetin ilanı sırasında ortaya çıkan Devlete asker müdahaleleri, Osmanlı Devleti'nin idare anlayışına musallat olmuş, korsan bir yapı olarak her geçen gün büyüyüp dal budak salmıştır.

 Dönemi anlatan bütün kaynaklarda siyaset müessesesi ile ordunun ne kadar iç içe geçtiği ve bu sendromun ortaya çıkardığı menfi sonuçlar ayrıntılarıyla anlatılır.

Hüseyin Kazım Kadri bu yapıyı “Yapılan müthiş fenalıklardan biri de İttihat ve Terakki'nin orduya dayanması ve her kuvveti kendi varlığının haricinde kendisinden başka yerde görmesi idi.” şeklinde ifade ederken, Selanik'teki Devleti muazzama konsolosunun kendisine “Siyasete bu kadar bulaşmış bir ordudan askerlik hizmeti beklenmez.” (Kadri,1992:38) tesbitini aktardığını naklediyor.

 Sarayda bir devir mabeyn başkatipliği yapan Lütfi Simavi Bey'in hatıralarında da bu başıbozukluğun çokça izleri görülür. İdareye karşı ayaklanarak dağa çıkan subay, saraya gelerek padişahla hatıra fotoğrafı çektirerek ağırlanmakta, küçük rütbeli subayların generallere emir ve talimat vermesi ise yaygın bir uygulama olarak dikkat çekmektedir.

 “Bir gün Kolağası Resneli Niyazi Bey saraya geldi. Bu zata ve daha sonraları Harbiye Nazırlığı'na yükselmiş bulunan Enver Bey'e  galiba dağa çıktıklarından dolayı, gazeteler tarafından ‘Hürriyet Kahramanı' unvanı verilmişti. Kendisinin Mabeyn-i Humayun'a gelmiş olduğunu Padişah'a arz ettik. Sultan Reşad onu huzuruna çağırdı. Bir hayli iltifat etti. O sırada İstanbul'un tanınmış fotoğrafçısı Febüs de sarayda bulunmaktaydı. Padişah'ın emriyle Niyazi Bey ile birlikte resmimizi çektirdik.(…) Ortada zaman zaman öyle durumlar göze çarpıyordu ki albay, tuğgeneral, hatta tümgeneral gibi büyük rütbeli subaylar; küçük rütbede bulunan böyle tanınmış subaylara adeta yaranmak durumuna düşüyorlardı.” (Simavi,2006:38)

 İttihat ve Terakki'nin kurmaylarından ve 31 Mart Vakası sonrası Sadrazamlık makamında bulunmuş Mahmut Şevket Paşa dahi bu durumdan rahatsızlığını itiraf etmek zorunda kalanlardandır.

 “Eski Atina ataşemiliterimiz Zeki Bey'den, Yunanistan'ın ordusunu ıslah etmek için Fransa'dan celp ettiği askeri heyet hakkında rapor istemiştim. 3 sayfalık bir rapor getirdi. İlk paragrafında, istediğim malumat vardı. Gerisi, dahili siyasetimize ait  hatta Türkiye'de iyi bir kabinenin nasıl kurulacağı hakkında serdedilen fikirlerden ibaretti. O kadar üzüldüm ki, bu zabiti azarlamaya ve cezalandırmaya bile kalkmadım. Bilhassa genç zabitlerimizin kendilerini bu derece siyasete kaptırmaları ve bir sadrazama siyãsî yazı vermeye kalkmaları, teessüfe şayan bir keyfiyetti.” (Mahmut Şevket Paşa,1998:132)

 Mevcut Siyãsî yapı askeriye içinde disiplini tamamen bozmuş, komutanlar astlarına emir geçiremez hale gelmişlerdi. “Halep'ten Yemen'e tayin edilen teğmen, emre rağmen görev yerine gitmiyor, komutanı şifreli telgrafla Harbiye Nezareti'nden durumu sormak zorunda kalıyordu.” (Kadri,1992:47)

 Kendisini sadece Sultan Abdulhamid'in tahttan indirilmesine odaklamış İttihad ve Terakki hareketinin ise  bir lideri, programı ve fikri yoktu. Birinci devirde (1860-1878) Genç Osmanlılar denilen ve edebiyat ve gazetecilikle uğraşan devrin entelektüel kesimi tanzimat idaresini yetersiz bulup eleştirerek Meclisin açılmasını İslamî bir gelenek (meşveret) içinde ele almışlardı. İkinci devirde (1890-1918) ise başta tıbbîye ve harbiye olmak üzere, modern okullarda yetişen talebeden başlayıp  devlet kadrolarının orta ve alt kademelerinde tutan, ancak İstanbul ve çevresindeki vilayetlerin ötesine geçemeyen memur kadroları hãdiselerde tesirli olmuştu.

 Bu yüzden İttihadçılar yeni kurulan hükümette vazife almayıp, vaziyeti kontrol altında tutmaya çalıştılar. Sultan İkinci Abdülhamid'in devrine büyük bir tepki olarak eski rejimin adamlarını çeşitli baskı tarzları uygulayarak üç sene içinde tasfiye ettiler.

 Muhaliflerini bir yandan tayinle merkezden uzaklaştıran İttihadçılar, öbür taraftan da suikastler tertip ederek cinayetlerle yok ettiler.

Önce Harbiye Nazırı Recep Paşa makamında bir suikastle öldürülmüş, müteakiben Yıldız İstihbarat Teşkilatı'ndan İsmail Paşa, Onun ardından gazeteci Hasan Fehmi ve Ahmet Samim birer İttihadçı pususuyla ortadan kaldırılmıştı

 Meşrutiyetin 2. defa ilanı günlerinde İttihad ve Terakki'nin genç ve tecrübesiz idarecileri muhaliflerinin sesi yükseldikçe kesif bir baskıyı ülkede uygulamışlar, iç politikadaki başarısızlıklarını kapatmak telaşı ile de dış politikaya yönelmişlerdi. Sultan 2.Abdülhamid'in  bir siyaset gereği olarak 33 yıl anlaşmazlık içinde tuttuğu Balkan milletlerinin meselelerinin çözümüne hakemlik yapan İttihadçılar kısa bir süre sonra Balkan ittifakını karşılarında bulmuşlardı.

 Şerif Paşa'nın ifadesiyle İttihadçılar, “Rum'undan Ermeni'sine, Arab'ından Arnavut'una kadar bütün Osmanlı kavimlerini gücendirmişlerdi.” (Şerif Paşa,1990:22) 

 Devlet-i Aliyye'nin Balkan topraklarında İttihadçıların icra ettiği hoyratça uygulamalar, söndürülmesi mümkün olmayan intikam fitillerini ateşlemişti. Dirayetsiz kişiler sırf ittihadçı oldukları için Arnavutluk topraklarına gönderilmişti.

 Bu idareciler buralarda mahallî değerleri dikkate almadan icraatlar yapıyorlardı. “Arnavutluk'a gönderilen Cavit Paşa, Arnavut İslam ulemasına “Sizin sakallarınızı yolacağım papazlar!” (Şemsi,1995:26)diye hitap ederken ne kadar büyük nefret tohumları ektiğinin farkında değildi.” 

 11 Mart 1911 de Meclis-i Mebusan'da Arnavutluk mebusu İsmail Hakkı Bey'in tokatlanması ise bardağı taşıran son damla olmuştu.İttihadçıların uyguladığı politikalar Balkan milletlerinden Bosna Hersek'in, Girit Adası'nın ve Bulgar Beyliği'nin Osmanlı'dan ayrılması ile neticelenmiş ve toprak kayıpları artarak devam etmiştir.

 Devletin Arap topraklarındaki denge de İttihadçılar tarafından tarif edilmez şekilde bozulmuştu. İleriki yıllarda ortaya çıkacak meşhur Arap isyanının tohumları da o günlerdeki yanlış politikalarla atılmaya başlanmıştı. İttihatçılar, Arap topraklarındaki idare tarzının esaslarıyla oynamakla işe başlamışlar, Arap vilayetlerine gönderilen Jöntürk idareciler yerli halka tepeden bakmış, aydınlara ise baskı ve zulüm uygulamışlardı.

 İttihadçıların bu topraklardaki yanlış politikalarının izlerine döneme ait birçok kaynakta rastlanır. Mekke Emiri Şerif Hüseyin'in oğlu Emir Abdullah'ın hatıraları bu kaynaklardan biridir. Emir Abdullah'ın hatıralarında bu yanlış politikaların derin izleri görülür.

 “(…) Ardından İttihad ve Terakki Cemiyeti İdaresi geldi ve Meşrutiyet ilan edildi. Mekke Emiri Şerif Ali b. Abdullah, yanında bulunan Sultan'ın vazifelileri ve vezirleriyle birlikte vazifeden alındı. İttihad ve Terakki Cemiyeti, Şerif Ali Haydar b. Cabir Abdülmuttalib'i Mekke emiri yapmak istedi. Bu olay, babamla bütün İttihad ve Terakki hükümetleri arasındaki çekişmenin başlangıcı oldu. Kumandanlık, daha doğrusu bir çeşit bölge diktatörlüğü ile Suriye'ye giden Bahriye Nazırı Cemal Paşa ise, suçlu ve suçsuz Suriye ve Lübnan'ın birçok ileri gelenlerini ve Emir Abdülkadir'in torununu asmakla Arapları büsbütün soğuttu, kine ve nefrete buladı. Neticede, İttihadçıların dar görüşlülükleri yüzünden Araplarla Türkler arasındaki bağlar koptu.” (Abdullah,2006:12-14-37)

 Şeyhülislam Cemaleddin Efendi de İttihadçılar tarafından Arap topraklarında uygulanan yanlış politikalara dikkat çeker. Ona göre, “Suriye mahkemelerinde verilen kararların bundan böyle Türkçe yazılmasının istenmesi Suriyeliler üzerinde büyük teessür uyandırmıştı. Hac yolunu koruyan Kerek Araplarına verilen cizyenin kesilmesi, bölgenin yerli ahalisinin küçümsenmesi, Arap topraklarındaki önemli yanlışlar olarak kayıtlara geçmişti.” (Cemaleddin,1990:52)

                      HAFTAYA: ŞEYH SAİT İSYANINI KİMLER NASIL ÇIKARDI?

 

                                                        KAYNAKLAR

 

Kadri Hüseyin Kazım, (1992) Devlet-i Aliyye'nin Tasfiyesi, İstanbul: Pınar Yay.

 Kahraman Hasan Bülent, (2010), Aksiyon,07-06-2010 

 Karpat Kemal, (2007), Osmanlıdan Günümüze Elitler ve Din, İstanbul: Timaş Yay

 Kral Abdullah, (2006),Osmanlıya Neden İsyan Ettik?,İstanbul: Klasik Yay

 Mahmut Şevket Paşa,(1988),  Günlük,İstanbul: Arba Yay

 Simavi Lütfi (2006), Osmanlı Sarayının Son Günleri,İstanbul:Pegasus Yayınları

 Şemsi Müfid, (1995) İttihad ve Terakki,İstanbul:Nehir Yay

 Şerif Paşa,(1990) Bir Muhalifin Hatıraları,İstanbul:Nehir Yay

 Şeyhülislam Cemaleddin Efendi (1990) Siyãsî Hatıralarım, İstanbul:Nehir Yay

 Yergök Ziya-Önal Sami, (2006),Harbiyeden Dersime, İstanbul:Remzi Kitapevi 

 Zürcher Erik Jan,(2005),Milli Mücadelede İttihatçılık,İstanbul:İletişim Yayınları,