02 Ağustos 2017

Tarihin parladığı ‘an’: Kudüs

 

Tarihin müstesna “an”ları aklımızın idrak çiçeklerini dölleyen bir arı gibi etrafımızda uçuşuyor. Bu cümleden Kudüs, dini manası ve tarihi süreci ile kurucu döngümüzü ve metafizik ilkemizi anlatır bize. Kudüs, bu bakımdan dirilten “an”larımızın anılarıyla şahsiyetimizi tahkim eden bir köşe başıdır. Onun taşlarının mazmununu okuyabilen ve duyabilenler için mazinin esintisinde, bilgiyi şuur ve idrake çeviren ruhun rüzgârı bilincin çiçeklerini açtırır. Walter Benjamin'in tespitiyle, geçmiş, kendisini kurtuluşa yönelten gizli bir dizini de beraberinde taşır. Zaten bizden ön­cekilerin içinde yaşadıkları havadan hafif bir esintiyi biz de duyumsamaz mıyız? Kulak verdiğimiz sesler içerisinde, artık sus­muş olanların yankısı da yok mudur? (Walter Benjamin, Tarih Kavramı Üzerine, Çeviren: Ahmet Cemal, Pasajlar) Kudüs'te Hz. Muhammed'in, Hz. Ömer'in, Selahaddin'in, Sultan Baybars'ın, Yavuz'un, Kanuni'nin artık susmuş sesinin yankısı yok mu? Geçmişin bu efsunlu haliyle duyumsadığımız esintiler ve duyulan yankılar bizi Kudüs'e dair kılarak dirilişe davet etmez mi? Kudüs burada kökene dair ana temalardan biri olur. Şahsiyetin tahkim edildiği bir yer olur. Nureddin Mahmud Zengî'nin Kudüs için yaptırdığı minber, onu şehre yerleştiren Selahaddin ve onu 1965'te yakan radikali şüphesiz bu şehre dair kılan değerler vardı.

Bu davete icabetimizle, ahdimize vefa göstermiş, varlık sebebimizin tahakkukuna ve beklendiğimiz mefkûrenin, kızıl elmamızın esasına mutabık kalmış oluruz. Benjamin “geçmiş kuşaklarla bizimkisi arasında gizli bir anlaşma var demektir. O zaman demektir ki, bizler bu dün­yada beklenmişiz.” derken geçmişle gelecek arasında özden kurulacak bu bilgi, düşünme ve anlama ilişkisinde doğru bir yer tutmuşuz demektir. Kudüs meselesi bu bakımdan Müslüman idraki için İsrail ile başlayan ve sadece o şartlara müsteniden kurulu bir akıl değildir. Hz. Ömer'in adı ve emannamesindekiler aralarında gizli bir antlaşma varmışçasına nasıl Selahaddin Eyyubî'nin fermanında zikrediliyorsa, aynı şekilde Yavuz Sultan Selim önceki ikisini nasıl Kudüs emannamesine koyduysa geçmişin birleştirici havasıyla birleşen zihinler geleceğe de bu birlik ve süreklilik mirası bırakmışlardır. Kudüs şekli bir nakilcilikten esasa dairleşerek Benjamin'in tabiri ile “yaşanmış anlarından her biri, gündemdeki bir alıntıya dönüşmüş” olmasıyla bizi var eder. Kudüs bu zaviyeden süreçte birleşen “an”larıyla bizi sonsuza ulaştıran mana kaynaklardan biri olarak görülebilir. Tam bu noktada, Kudüs'te yaşanan sıkıntılara duyarsızlık, geçmişin esintilerini duyumsamadığımızın, seslerini duyamaz olduğumuzun ve geçmişle aramızdaki ahdi bozup beklendiğimiz yer ve sebebin uzağına düştüğümüzün bir göstergesi olacaktır. Kudüs bize süreci ve sürece dair esaslarımızı hatırlatan bir pusula mekândır. İngiliz ve Fransız Generallerin Kudüs'te Selahaddin mezarı ile kavgaları şüphesiz onları var eden metafizik kökenin sürecine dair yaşananların bir sonucu olmalıdır.

Tektipleştirmek eğilimi çoğulculuğu başta ülkemiz olmak üzere her yerde pazarlayanlar için Filistin'de nedense anlamını yitiriveriyor, ama ve fakatlar başlıyor. Foucault'un “Bir yerde herkes birbirine benziyorsa; orada kimse yok demektir.” sözüyle bu duruma şaşırıp kalmak kâfi olacaktır! İslam-Türk çağlarında Kudüs'te herkes kendisine benziyordu.  

Geçmişin aydınlanmış ve parlayan “an”larının diriltici esaslarına ulaşmak bir anda Hz. Ömer ile göz göze gelmek, Selahaddin ile diz dize oturmak, Baybars'ın elinden bir an tutuvermek, Fatih Sultan Mehmed'le, Yavuzla bir noktada, bir yerde buluşuvermektir ve bu bize geçmeyen geçmişin/kadimin o diriltici havasını ulaştıracaktır. Benjamin'in “tıpkı çiçeklerin başlarını güneşe çevirmele­ri gibi, geçmiş de, gizli bir güneşe yönelimin etkisiyle, tarihin göklerinde bugün yükselmekte olan güneşe dönmek çabasındadır… Geçmiş, ancak göze göründüğü o an, bir daha asla geri gelmemek üzere, bir an için parıldadığında, bir görüntü olarak yakalanabilir.” yaklaşımıyla Kudüs'e yöneliş bugün dirilmesini istediğimizle tarih üzerinden bağ kurmak olacaktır.

Osmanlı devirleri geçti diyen zihnin, geçmeyen geçmişin esintileri ve seslerinin var olduğu bezmi idrakten çok uzak, çok pejoratif bir yerden meseleye bakarak konuştuğu aşikârdır. Tam burada Foucault'un söylediklerinin sadece doğru olmasına değil, 
konuştuğun kimsenin bu doğruya katlanabilecek olmasına da  dikkat et
sözleri burada iğnenin de çuvaldızın da doğru yere batmasını gerektiğini ihtar ediyor. Değerlerle varolan bir şehri devirlerle ölçmeye kalkmak metre ile su ölmeye benzer.

Kudüs'ü bilmek, onun geçmişini tarihsel olarak dile getirmek, o geçmişi “gerçekte nasıl olduysa, öyle” bilmek değildir. Buna karşılık, bir tehlike anında parlayıverdiği konumuyla, bir anıyla Kudüs'ü ele geçirmek demektir. Geçmişteki umut kıvılcımını körükleyerek tutuşturma yeteneği, yalnızca geçmişi özümsemiş tarihçide bulunabilir diyen W. Benjaminden yola çıkarak kurulan bu cümle Kudüs'ün bizim için hazan olduğu zamanlar kadar parlayıveren ışıklı günlerin de mekânı olduğunu düşündürmelidir. Hz. Peygamber'in Kudüs'ü, Hz. Ömer, Selahaddin'in şehre girişindeki üslup ve adalet, İbrahim Halillulah yaklaşımıyla şehri yönetmek bizim açımızdan parlayan “an”ların bir kaçıdır. Kudüs'ü bir diriliş hikâyesi yapacak şey siyonist devrin acılarının arasındaki mahrumiyetin ötesinde, bu şehri insanlığımıza/şahsiyetimize kılavuz yapacak tecrübemizin elinde tutup geleceğe bakabilme erdemini bizde oluşturabilmesindedir. Kudüs ideolojik bir yakıttan çok öte varoluşsal bir zemindir. “An”ı “an”lamak ve “an”latmak fikri tefekküre dönüştürüp yerimizi bulmak demektir.   

Tarih metafiziğimizin unsurları açısından, mutlaklaştırmamak kaydıyla, Mekke, Medine kökene, Şam, Bağdad, Kahire, İstanbul, Semerkand, Buhara, Sarabosna vb. süreçteki gelişmeye, Kudüs ise amaca tekabül eder.