VF kat sol
VF kat sağ


Taş: İnsanlığın arkaik hafızası

Aslında yazının başlığı “Bir kelime öğrenmek” olacaktı. Çünkü anlamını çok iyi bildiğimiz halde doğru şekilde tanımlamakta başarılı olabildiğimiz çok az kelimemiz var. Fakat “taş”, üç harf tek hecelik bir kelime olmanın çok ötesindeydi.

Zira çok tanıdık ve hayatımızın her anına tanıktı. Hem maddî hem de mecazî varlığı ile günde kaç kez karşılaştığımızı ve zikrettiğimizi bilmediğimiz, hayatımızın vazgeçilmez parçası, yardımcısıydı. Arılığın, metanetin, gücün, kalıcılığın, göz nuruyla yoğrulmuş sanatın sembolüydü. Tarihin görkemini yaşatan abidevî formuydu. Şehirleri, beldeleri, meskenleri ve hepsinin kültürel kimliğini izah edebilen en güçlü dokuydu. Taş, tanımlanmada sınır tanımıyordu bu yüzden. Dünyanın bütün izleri sanki silinmemecesine üzerine sinmişti.

Hem kelimeler arasında hem de dünya tarihinde bir ağırlığı var taşın. Onsuz herhangi bir medeniyetten söz etmek ne mümkün.

Mesela; İbrahim Aleyhisselam'ın Kâbe'yi, oğlu İsmail Aleyhisselam'ın taşıdığı taşlardan örerek inşa edişi… Duvar yetişemeyeceği kadar yükselince İsmail Aleyhisselam'ınayağının altına koyduğu taş sayesinde “ilk mabed”i tamamlayışı… Aynı taşın üzerine çıkarak ilk defa, doğmuş ve doğacak bütün insanları hacca çağırışı… Ve aynı taşın kıyamete kadar İbrahim Makamı'nı temsil edişi… Kâbe'nin diğer önemli parçasının Hacerülesved taşı oluşu…Beytullah'ta o taşa selam verildikten sonra tavafın başlanabilmesi. Geçirdiği büyük tamiratın ardından Hacerülesved'i yerine yerleştirmek için henüz peygamberliğinden habersiz olunduğu halde Peygamber Efendimiz'den başka kimsenin layık görülmeyişi… Bütün bu detaylar taşı, bir kudsiyet manzumesi olarak ne güzel anlatır.

Taş hem muhteşem bir saltanat hem de yıkım getirebilir. Kur'ân-ı Kerim'de helakinden haber verilen Âd Kavmi'nde olduğu gibi... Onlar ihtişamlı bir medeniyetin saltanatını sürüyordu ki, dağlara oyarak yaptıkları ve taşın binbir çeşidi ile süsledikleri sarayları, zorbalıkları ve kibirleri yüzünden başlarına yıkılmıştı. Yine Kur'ân-ı Kerim'de "Sütunlar sahibi" olarak zikredilen Semud Kavmi'nin sonu da yıkımlı bir helak oldu. Lut Aleyhisselam'ın karısı da isyankârlardan olunca taşa dönüştü.

Taş normal seviyedeki ateşin işlemeyeceği kadar sert ve sağlam bir malzeme. Halk ağzında sayısız özdeyişe, deyime, kıssaya, efsaneye konu olması ve mecaza tutunan ifadelere yerleşmesi de boşuna değil. En çok da kalbin merhamet derecesinde bir ölçü birimi olmakla anılır. "Taş kalpli"dir katı yüreklilerin adı. Erimez, yumuşamaz… Bir de sabır taşı var ki, taş çatlar o çatlamaz.

Taş kök. Bütün yeryüzünü arzın merkezine çivileyen kusursuz denklemin kökü. Daha sağlamı bulunmayan, bilinmeyen maddi dayanak.

Taş imza. Öyle ki ne şekilde ve ne zaman atılmış olursa olsun silinmeyen... Ama bu, dünyanın en heba olmuşlarının da, afetlerle ufalanmışlarının da taştan yapılar olması gerçeğini değiştirmedi bu kudret. Savaşların getirdiği yıkımlar hiç fasıla vermedi. İnsan, taştan diktiği abidelerin çoğunu yine kendi elliyle ufaladı. Ve yeniden taşın dirayetiyle kendini korumaya aldı. Kaleler, surlar ve duvarlarla... Kimisi muhafaza, kimisi işgal içindi. Akıncıların ufkuna çekilen Çin Seddi, Almanya'nın Doğusunu Batısından ayıran Berlin Duvarı, işgalci İsrail'in, Filistinlileri Kudüs'ten esirgeyen "Seyyar duvar" zulmü gibi...

Taş, medeniyetimize ait mimari harikalarının yegâne malzemesi. Mabetlerimizin, saraylarımızın, çarşılarımızın, kervansaraylarımızın, hanlarımızın, hamamlarımızın, külliyelerimizin, kısaca tarihî şehirlerimizin temeli, direği, gövdesi.

Bir medeniyet beşiği olarak seyrine doyum olmayan İstanbul'un yaslanılacak omzu da taştan. Topografyasına o benzersiz ifadeyi veren mabetleriyle gönlümüzün derdini dindiren.

Bütün kutsallarımız taştandır zira. Yadigâr camilerin koynuna yerleşik hazireleri dolduran her biri başka surette kabir taşları. Her biri hem ölüm hem de ömür temaşası. Müstakil tek gerçeğimizin kitabeli imleri. 19. yüzyılın ortalarında İstanbul'a gelen Gerard de Nerval, “Mezar taşarına gülümsüyorsun, ey ölümsüz Aşk!” diyordu. İstanbul'un en çok kabristanlarını sevdiğini itiraf ediyordu.

Gerçek mi, hayal mi bilinmeyen Babil'in Asma Bahçeleri'ni, antik kentleri, kolezyumları, Nemrut Dağı'nı, Ahlat Mezarlığı'nı da gezersek bitmeyecek bir hikâyede buluruz kendimizi.

İstanbul"un "taşlı" semtleri, Anadolu'nun "taşköprü"leri, memleketin dört bir yanındaki “taş mektepleri”, eski çocukluğun oyuncakları...

İnsanın resmetmek için ilk tuvali, yazmak için ilk levhası, savaşmak için ilk silahı… İşte bütün bunlar yüzünden taş, insanlığın arkaik hafızası.

Taş'ın hikâyesi kıyamete kadar bitmez. Ama en azından bu yazıyı, en güzel taşlı şiirlerden olan Tarancı'ya ait “Yanlış Bilmesinler Beni” mısraları ile bitirelim:

Bahçem ağaçlardan, çiçeklerdendir;/ Evim taştan yapılmış./ Annem kardeşim gibi severim/ Ağaçları, taşları, çiçekleri;/ Hepsine dair hatıralarım var,/ Kimi acı kimi tatlı hatıralar./Bu ağaç servi olmadan,/ Bu taşa kitabem yazılmadan,/ Bu çiçek kabrime çelenk diye getirilmeden,/ Söyleseniz onlara kuşlar./ Yanlış bilmesinler beni.