15 Haziran 2021

Tasavvurlarımız ve Hayatımız

Güncel meseleler üzerine kurulan tasavvurların ömrü, o gün kadardır. Mutasavver[tasavvur edilene] olana dair zaviyemiz malumattan öte tefekküre dayanmıyorsa güncelin haceti yahut maslahatı kadar bir tasavvura sahip olabiliriz. 

Yağmurlu günlerde yürürken başımıza dokunan yağmur tanelerinin düştüğü yüksekliği tasavvur edince onları merhametle saran sürtünme dediğimiz olgu durumu, fizik hali söz konusu olmasa medeniyet dediğimiz yapının söz konusu olması imkânsız olurdu, diye düşünüyorum. Yahut yürüdüğümüz arz üzerinde çekim kanunu ile tespit edilen o vaziyet olmasa insan nevi havasız kalır, yağmurun da sürterek rahmete döneceği bir mümkün zemini kalmazdı. Bulutları sevmek lazım…

Peki, hayat içinde ne oluyor?

İşte medeniyeti söz konusu kılan insan/toplum/cemiyet ve devlet/töre/kanun söz konusu olunca, içinde bulunduğumuz zaruretler âlemine rahmetler serpiştiren hikmet/bilgelik bu defa iradi olarak insanın aklına ve izanına emanet edilmiş olarak karşımıza çıkar. İnsan ferdiyeti yahut cemiyet içerisindeki vaziyette toplumun dayanışma, yardımlaşma, fedakârlık ve feragat gibi cemiyeti var eden, insan dâhilindeki karanlık taraftan kendi cinsinden korunmasını sağlayan erdemler olmasa, yağmurun sürtünmesiz gökten düşüp varlığı yok etmesi gibi, insan egosu, bencilliği merhamet, şefkat, iyilik, doğruluk, güzellik fayda gibi değerleri olmasaydı her halde medeniyetin var olması muhal olurdu. Tarihin ve modern zamanların medeni görünen vahşetleri hep bu yüzden medeniyeti edeniyet eyliyor. Bu bakımdan insani hayatın gelenekli ve ananeli teşekkülü bu açıdan insanı insana rahmet kılar. Göklerden rahmet olan nasıl bir takım fiziki yapılar sayesinde bize rahmet oluyorsa insani hayat içinde ve toplumda da klasik edebiyat eserlerinin arkasından destanlar yazdığı bu hasletler de aynen öyledir denilse yanlış mı olur? Hayat böylece akarken Tanpınar’ın dediği gibi hayat kimsenin etrafında dönmez, herkesle beraber yürür. İnsanın göğe bakarken yerdeki varlığına dair tasavvurlarının umumileşebilme kabiliyeti işte kendi kültürünün diliyle en geniş olmaya/müşterekleşmeye namzet olanı üretmeyi dava edinmesiyle söz konusu olabilir. İnsanı insana dair merhamete dönüştüren o dil Yunus’un dili değil midir? 

Hayat akarken insanın insanla ilişkisinde nasıl merhamet gibi duygular rahmeti/insani zemini var ediyorsa, yer çekimi nasıl bizi dünyaya dair kılıp atmosferimizi buraya merbut kılıyorsa, devlet ile ortaya çıkan ilişkide de buna benzeyen bir anlam gizli gibidir. İnsanın insana zararını azaltıp hayrını çoğaltmak için var olan medeni ortamlar nasıl havadaki sürtünme mesabesinde damlaları mermi değil de yağmur eyliyorsa, devletin varlığı da havayı kaybetmemizi sağlayan yer çekimi gibi bizi töresi, kanunları, nizamı ile diğerimizin fenalığından emin kılar. Devletin dini bu yüzden adalet değil midir? Toplum ve devlet bu manada bir işlevi kaybettiğinde yer çekimi kaybolmuş ve atmosfer uzaya uçmuş olur ki orada artık hayat kalmaz. Hayatın olmadığı zeminde medeniyet zemini ortadan kalkar. Burada artık toplum, devlet ve şehrin manası ve maksadı yok olur. Bu bakımdan tasavvurlarımızı dayadığımız kavram ve terimlerden ziyade bunlardan maksud olanı, ilkeleri, esası ve özü kaybetmemek önceliklidir. Lafız ve mefhum kargaşasının hayatımıza getirdiği karmaşa bırakın medeni hayatı en basit bakterilerin bile hayata düzeninden geriye düşmemiz demek olacaktır. 

Bu sebeple kültür ortamları sınırlar çizmenin ötesinde hayatın içindeki değerlerin kendine yabancılaşmamasını dava edinmeli değil midir? Yağmuru ve havayı aynı özden var eden hikmet birbirleriyle ilişkilerine bulut, hava, yağmur gibi şekillerle bir düzen kurmuştur. Lakin esas olan yer çekiminin ve sürtünmenin varlığında o görünmeyen varın ahlaki bir esas gibi bunları yer ile gök arasında hayatımızda rahmet kılan varoluştan ilhamla kendi bilinç ve medeni hayatımıza taşıyarak toplum düzenimiz içerisinde temsil değil midir? Kültür bir toprak ise medeniyet yağmuru yere rahmet insana merhamet eyleyen sürtünme ve çekme duygusu gibi bir şeydir. Mazmunundakini unuttuğumuz an şekil ve kabuktan başka bir manası kalmayan medeniyet zahiri ile toplum, devlet ve şehir üzerinden var olurken batınında pek çok değer ile hayatı var eder. Bunların muhtevası ise mensubiyetle ortaya çıkan subjektif alandır. 

Her halükarda canlar, yağmurda göğe bakarken ve ıslanan yerlerde adımlarken kendimize yürümek için az içimize bakmak iyi olmaz mı? Yunus dilince bitirelim: Ay oldum aleme doğdum, bulut oldum göğe ağdım, Yağmur olup yere yağdım, nur olup güneşe geldim… Hayatımız tasavvurlarımızın mensubu değil de mahlûku yahut mahkûmu olmuşsa gönle danışmak vaktidir. 

Bir gün yazdıklarım hakikat diye birilerinin kafasına geçirilen bir mankurtlaştırma zorbalığına dönüşürse bunu yapanlardan bizarım, bunu yaparsam bende de bizar olun diyemiyorsak gökten düşen ateş parçalarına dönüşmüşüz demektir. Bunu en meşru zeminde ve en zalim çevrelere karşı bile yapsak netice değişmez! Bağnazlığın ve katılığın cahiliye olduğunu bilen kalpler bundan vazgeçeli çok olmalıydı? Hayat lafzını bile insana fayda manası dışında bir metafizik kalkana dönüştürüyorsak düşünmek taşınmak gerekmez mi? Zihinlerde lafız putları dikilmeden Kabe’nin içi kilden taşlarla dolamaz. Tasavvurların alacakaranlığının sonu medeniyetin bizi olmaya götürmesi gereken yağmur damlalarıdır. 

Yağmur mahvoluyor çarparak kendini parçalıyor mâşukunun açılan kıvrımında

yaprak dirimle irkiliyor nazlı ve mağrur silkiniyor vuran her damlayla.(İsmet Özel)

Vesselam.