Teknoloji ve Kölelik

Uzun zaman önceydi. Büyüklerimiz tarafından bir defteri bitirmeden yenisine başlamamız, kitaplarımızın kenarlarını kıvırmamız, sayfalarını kırıştırmamız, üzerlerini boyamamız yasaklanmıştı.

Bu kurallara hiç kızmadık. Çünkü bizden önceki nesiller öyle sıkıntılar günler hatta öyle kıtlıklar yaşamıştı ki, okul malzemelerimize bakıp iç çekerek hikâyelerini “kıymetini bilin” cümlesiyle bitirdiklerinde, dünya hâlleri arasında iyi bir yerde durduğumuzu anlıyorduk. Onlar ise, yaşadıkları kılık kıyafet ve hatta beslenme sıkıntılarına rağmen beyaz yapraklı defterlere ve renkli kalemlere imrenirlerdi en çok.

Bunca tembihe ve olanca dikkatimize rağmen çocuk ellerimizin arasında kitabı, defteri, kalemi ilk hâlleriyle korumak epey güçtü. İstemeden zarar versek mahcup oluyorduk. Defterin son sayfalarına gelince ondan bir an önce kurtulmak istiyorduk, ama “ziyan” kelimesi kulaklarımızda çınlıyordu.

Okul malzemesi üzerinden gelişen bu disiplin, onunla sınırlı kalmıyordu. Yalnızca bir defter için bile bu kadar itina göstermek gerekiyorduysa, daha önemlileri için ne yapmak gerektiğini sorguluyorduk. Bütün işlerimizde, zaman da dâhil harcanan her şeye karşı “müsrif” olmamak için gayret ediyorduk.

Güzel sıfatlara layık olmak adına, her eşyanın kullanım tavsiyelerine uyduğumuz zamanlar yaşadık. Elbette yine de aşınıyordu eşyalar. Kalemler ve defterler çabucak tükeniyor, kitapların en azından ilk on sayfası yıprandıkça yıpranıyordu. Bu eskiyişi ve tükenişi zaman geçtikçe kavrayacaktık. Zira her şeyin sınırlı bir ömrü vardı ve geçiciydi.

Kalem elden düştü, kâğıt görüntülere dönüştü, elektronik her cihaz az süreli dayanıklılık gösterirken vadesi dolan teknoloji kendini imha eder oldu ve eşya ile iletişimin nasıl olması gerektiği konusunu, bir disipline dayandırmak güçleşti.

Klavyedeki “sil” tuşu hataları, ayıpları örten en büyük kahramanımız oldu. Ekranı kaplayan bembeyaz sayfalarsa ne kadar silersek silelim aşınmadı, yırtılmadı. Tek dokunuşla çevrilen kitap sayfalarının kenarları kıvrılmadı, kaç defa okunursa okunsun kırışmadı.

Belki de bu sanal kütüphane ve kâğıtlarla daha mutlu olmamız gerekirdi. “İz” denilen hatıranın özlemini çektirmeseydi… Yazıların ilk hâlini ve bir kitabın okunmuşluğunu unutturan, izsiz tozsuz, hayalimsi akışlar olmasaydı…

İzi tozu bir tarafa, hatıra, eski, antika, eşyanın ömrü gibi konulara bakışımız değişti. On yıl önce bilgisayara yazılmış bir belge bilgisayarın artık vadesi tükense bile olduğu kalmayı sürdürüyor, istediğimiz kadar çoğaltılabiliyor ve böylesi bir işleyişte arşivleme ve biriktirme faaliyetinin sanallık üzerinden seyri konusunda kafalarımız karışıyor.

Eşyalar ise eğer eskimişse, hatıra ya da antika olmuyor, çöpe dönüşüyor. Zaten kaderinde “çöp” olmak yazılı hiçbir fabrikasyon eşyaya da fazladan hürmet gerekmiyor, alırken “bizi şu kadar idare eder” diye düşünülüp zamanı gelince icabına bakılıyor.

Hızlı akış doğru dürüst hazmedemeden kayıp gidiyor eşyalar, sayfalar, cümleler… Kendini eşya üstünden sınama devri bitti. Her yanımızı sarmaya başlayan akıllı eşyaları sınıyoruz şimdi, kısa ömürlü ve işi bittiğinde çöpe dönüşecek, değersizliği önceden bilinen eşyaları.

Dünyaya aitlik hissetmenin beyhudeliği malumdur inanan için. Ama insanın tekâmülü ve akıbetinin biçimlenmesi dünya ile olan iletişimi üzerindendir. Kendini insan ve eşya üzerinden sınayamayan kişi, yalnızca ahir ömür için değil, gündelik varlığını belirleyen ölçüler için bile yetersizlik gösterir.

Ki bu yetersizlik akıp giden zaman içinde bir çözülüş ve bozuluş humması ile kendini gösteriyor. İnsanlığı insaniyete yaklaştıracak toplum ve fert dengesi kayboluyor. Nasihatleri yeni zamana uyarlama pratiği azalıyor.

İnsanın en sevdiğinden bile koparan akıllı telefonlara bu derece bağlı oluşu şaşırtmamalı artık. Zira kaybolanların yeri, olumlu ya da olumsuz bir şeylerle dolmak zorunda olduğu için o yeri akıllı telefon doldurmuştur!

Okunacaklar “okumalık”lara dönüşüyor. “Tıkla” ve “indir”... nasılsa okunur. Not almak gerekmez. Çağrışımlar ve alıntılar da sonrayı bekleyebilir.

Döngünün hızlanışı, bir bakıp geçivermeler, göz gezdirmeler, her meseleyi birkaç dakikada çözümleme alışkanlığı, dinlemeye tahammülsüzlük ve artan acelecilik, terk edilen incelikler... bunlar parçası olduğumuz hız delisi dünyanın bilincimize deklare ettiği yeniler. Bir yerde zamanın üstünkörülükle israf edilişi…

Biz bu sanallığın önemli bir parçası olduğumuzu da unutup, sanallığın bizim için önemini ilk sıraya taşımaya çoktan razıyız.

Yavaş internete ve elektrik kesintilerine dayanamıyoruz. Bu bağımlılıklarla eşyaya dönüşmemeye ne kadar takatimiz yetecek, bilmiyoruz. Müsrif olduğumuz için mahcup olamıyoruz artık.

Eline tablet tutuşturulan çocukları, internet ve akıllı telefon müptelalarını teknoloji orucu ile disipline etmek bir çözüm olabilir. Aşırılıklar karşısında ferdî otokontrolü devreye sokacak yöntemleri eğitim alanına yaymak için çok geç kalmış olsak da, telafisi mümkün…