Temaşa -1: İstanbul'u Okumak
-Ruznâme Kelime Günlüğü’nden-
“Denilebilir ki
İstanbul'u, Üsküdar'ı ve Boğaziçi'ni, her tepeden, her kıyıdan, her köşeden,
her mevsimde, sabah, öğle, akşam ve gece saatlerinde, derinden derine
seyredecek bir sanatkâr kaç türlü yeni güzellik bulur; bunların koleksiyonunu
tamamlamaya bir insan ömrünün yetmeyeceğine karar verir.” diyor Yahya Kemal. Bu
sözün üstüne, o devir öyle güzel bir devirdi ki İstanbul yalnızca temaşa içindi
diye düşünenlerimiz olabilir. Bana göre ise işin aslı öyle değil.
Bugün bize sık sık
ekşi görüntüler sergileyen şehir sokakları, Yahya Kemal’in yaşadığı devirde de
az değildi. Hatta Lale Devri’nde anlatılan masal şehir görünümüne rağmen, seyyahlar
bu şehrin ekşi hâllerine dair pek çok tasvire yer vermiş. Yetmişiki milletin
iki yakaya toplandığı yer yer sıkış tıkış ikamet ettiği bir şehrin elbette
tatlısı kadar ekşisi de olacaktı.
Günümüzdeki İstanbul ekşilikleri
acıya çalıyor artık. Buna itiraz edenimiz yoktur sanırım. Hor gören, hor
davranan, hor bakan, hor söyleyenden geçilmiyor. Sokağa bakınca da görülüyor
zaten. Şehir, içinde yaşayanların büyük kısmı tarafından hor görülüyor.
Hor görmenin karşıtı
işe hoş görmek… yani yerleşen kalıp hoşgörü. Hoşgörünün kaynağında ise olumlu
duygu, düşünce ve yargılar var. Kalpte ve zihinde konumladığımız yer neresi ise
davranışımız da ona göre gelişiyor. Hoşgörü sevmekten ve benimsemekten, horgörü
ise sevmemekten veya nefretten ve yadırgamaktan ileri geliyor. Yadırganmış olan
dışlanmış ve yabancılanmıştır. Yabancılık ise mesafedir en iyi ihtimalle. Bir
şeye zarar vermeye yatkınlığın yani Vandal yaklaşımların temelini de bu olumsuzluklar
oluşturur.
Kişinin yaşadığı yeri
sevmesinin veya sevmemesinin sebepleri var. Sevmek yarar, sevmemek ise zarara
gebedir. Kişinin yaşadığı yer ile barışıklığı, güven ve sevgi duygusu için de temel
teşkil ediyor. Çünkü barınma ve yerleşme ihtiyacının temelinde güvenlik
ihtiyacı var. Güven duyulan yer sevilebiliyor da. Hürmet ve yararlılık da sevmeden
ileri geliyor. Bunlardan biri eksik kalsa olumsuz bir bakış açısı ve dolayısıyla
hürmetsizlik yerleşiyor.
İstanbul gibi bir şehir,
mekân olmanın ötesine taşınmış ve herkes için başka bir sembole işaret eden bir
ruhun temsili. İnsanların bu şehirle ne derin konuşmalar yaptığı, nasıl
dertleştiği, nasıl övdüğü, nasıl sövdüğü, nasıl hesaplaştığı edebiyatın bütün
türlerinde dile getirildi, getiriliyor. Şarkılarda, filmlerde ve dizilerde önemli
bir muhatap olarak diyaloglara konu oldu oluyor. Demek ki, şehrin ruhundan herkes
az ya da çok haberdar ve ondan cevap alamasa da hesap sormaya veya övmeye devam
ediyor.
Bu kadar canlı bir
şehrin, herhangi bir yerinde yaşayan ve henüz değerini kavrayamamış olan,
yabancılığını giderememiş birindeki tesiri, şehirle hemhâl olan ve değerini
kavramış olandan çok farklıdır. Horgörü ve hoşgörü zıtlığının ve bundan açığa
çıkan davranışların temelinde bu yabancılık vardır.
Bir beldede yaşayanların
o beldeden haberdar olmaması ve eğitim sürecinde bunun yeteri kadar dikkate
alınmaması, özellikle göçle boğuşan dünya şartlarında her zamankinden önemli.
Eski İstanbullu olarak tarif edilen zevatın, Anadolu’dan yoğun göçlerin
ardından şehirde adap edep kalmadı diye dert yanması da bu sebepleydi. Aslında
bugün de değişen bir şey olmadığı anlaşılıyor. Şehrin yabancıları, yeni
yerleşenleri, şehri nasıl sevebilecekleri, ona nasıl muamele edecekleri,
kıymetlilerin ve kutsallarının huzurunda nasıl davranmaları gerektiği konusunda
bir rehberleri olmayınca, yabancılıktan da arınamıyor.
Hâlâ hayret ettiğimiz
ise, şehir yetmişi milletten de fazla çeşitlilik gösteren yoğun bir kalabalıkla
karşı karşıyayken, İstanbul’u anlatan ve sevdiren derslerin müfredata dâhil
olmaması. Anıt eserler, mekân, eşya ve insanla geçimsiz kalabalıklarca tekmelenip
yıpratılırken, etnik kimlik farklılıkları yüzünden birbirini hor gören, kutuplaşan
ve mahallelerini düello arenasına dönüştüren zihniyetin gölgesi her gün büyürken;
günden güne artan bu eğriliği neresinden düzeltmeli, sorusunu soran bir yetkili
yok mudur?
Mekân/mesken, yalnızca
dört duvarı gidilecek yolları, akacak suları olan bir “yer” değil. İçini
dolduran insanın nefsinden pay alan, ona göre güzelleşen veya çirkinleşen, ona
göre rahat veya rahatsız hissettiren bir himaye alanıdır. Sahip çıktığınız sürece
sizi sahiplenir. Kişisel mesuliyetlerin yerine gelmesiyle toplum huzur bulur. Öyleyse
önce insana, mekâna karşı sorumluluğunu hatırlatacak bir eğitim haritası
oluşturmanın vakti çoktan gelmiş de geçmiş demektir.
Asayişin en önemli
kısmını bu altyapının oluşturduğuna hâlâ inanlar varsa; inşallah eğriliklerin
düzeleceğine dair umudumuz bâkidir.
***
Künye: Temaşa; bakıp seyretme, zevkle, hayranlıkla
seyretme, izleme, zevle seyredilen şey, görünüş, gezme anlamlarına gelir
(Kubbealtı Lugatı).