Temaşa -3: Kıymet Bilmek
-Ruzname; Kelime Günlüğü’nden-
Suriçi, dünyanın en eski metropollerinden biri ve bu yüzden
kıymetini bilenlerin gözdesi olma vasfını korudu. Din, dil ve mabed bolluğunun
beslediği kültürel doku sebebiyle yüzlerce yıldır oryantalistlerin ve
antropologların gözbebeği.
Osmanlı, İstanbul’u Roma kalıntıları üzerine, Suriçi
dediğimiz yere kurdu. Ve Osmanlı’yla uzlaşmayı seçen Roma kalıntısı toplum da
Osmanlı ahalisiyle bir arada yaşamaya başladı. Demografik değişimin en yoğun gözlendiği
yer oldu hep ve hâlâ öyle. Zaten bu yüzden metropol. Bu değişim en önce sokak
hayatını ve mimarisini etkiledi. Şimdi de olduğu gibi…
Osmanlı’dan sonra meydana gelen “ayarsız” değişim ve dönüşüm
yüzünden Suriçi’nin bazı semtleri kenar mahalle statüsüne indirgendi. İmar/rant
savaşlarının, Osmanlı tarihini hor görme eğiliminin sebep olduğu bu üzücü
değersizleştirmeye rağmen kıymet bilen için değerinden bir şey kaybetmedi.
Modernistler, hasetlerinden görmezlikten, sevmezlikten
geldiler Suriçi İstanbul’unu. Zira en belirgin imzanın Osmanlı’nın olması ve “Bizans”ın
gölgede kalması hoşlarına gitmedi. Dünyayı yönetenler, canla başla, gerekiyorsa
da kanla bu şehre el koyma hayalleri kurup hayranlık duydukları İslam siluetini
yok sayarken “Doğu ile Batı arasında köprü” olduğu ve bu dengeyi koruduğu
kanaatini kendilerine sakladılar. Ne yaparlarsa yapsınlar topografyayı yerinden
oynatıp siluete kast edemiyorladı. Zaten bu işi onlara bırakmadık, silueti de
kendi ellerimizle bozduk!
Şehrin “yeni” mahallelerinde/mahallerinde yaşayan bilhassa
yeni nesiller için Suriçi varla yok arası bir şey. Sıra sıra mağazaları, son
moda kafeleri, üstü açık arabalarla gezinti yapılacak gözde bir sahili olmadığı
için havalı da değil. 50, 60 ve 70’lerin “köyden indim şehire” filmlerinde
Eminönü’nün hep o bildik meydanından gördükleri neyse onla yetiniyor birçoğu.
Bazılarına göre şehrin en karmaşık yüzü. Bu önyargı yüzünden içindeki
hazinelerden haberleri olmuyor.
İşte öyle “havalı” semtleri kovalayanların farkına
varamadığı bir yer Suriçi. Tarihî varlıklarıyla ihtişamını sürdürebilen, ama
bir kasıt varmış gibi gençlere anlatmayı beceremediğimiz bir efsane.
Türkiye’nin zenginliklerini işleyemeden bir kenara itip, küflenip
kokmasını beklemek geleneksel hatalarından biri.
Son yıllarda zincirleme devam eden restorasyonlar bu
geleneği kırsa da İstanbul, modernleşme sürecinde tarihî ve kıymetli olanı
yıkıp yerine “modern” ve tatsız bir yapı kondurma savsaklığından kendine düşen
payı fazlasıyla aldı. Kalabalığına, ökçe ve motor seslerine, yaygaralarına, hayat
kavgasına, meydanlara yığılan etten duvarlarına rağmen taş duvar, türbe,
külliye ahengiyle ışıldamaya devam ediyor klasik semtler.
Ne var ki bu müze-şehir daha sessiz olmalıydı. Herkes
bilmeliydi, her aklına esen yere sona ermeyen kamplar kuramayacağını, gürültü
yapamayacağını. Tarihine, mirasına, yapılarına ve ecdadın hatırına onların
gezindiği sokaklara hürmet etmesi gerektiğini…
Aynı yakada oturduğu hâlde dünyayı sarsan şöhretli
mimarisiyle alâkadar olmayan, değerini anlamayan, hatta habersiz bir İstanbul
halkı olmamalıydı. Sokak sokak, cadde cadde, ev ev yaşamalıydı İstanbul.
İhtimallerle şekillenmemiş, tepkiler üzerinden deneysel
çalışmaların yapılmadığı, güveni kötüye kullanmayan, herkesin hemşerisini
kayırmadığı, şehri paylaştığı insanları hemşehri saydığı bir anlayışı
yaşatmalıydı.
İstanbul, dünya çapındaki değeri bir yana Peygamber
Efendimiz’in (SAV) bizzat zikrettiği kutlu müjdenin muhatabı olması sebebiyle;
insan çeşitliğini ve kültür yoğunluğunu ve ağırlığını hazmetmiş bir ilim
diyarı, tarihî tanıklıkları ve delilleriyle medeniyet anlatıcısı ve öğreticisi;
sanatın yaşadığı ve tartışıldığı bir platform, külliye, cami, mescit, hazire,
türbe, müze, kütüphane ve seyir mekânı olmalıydı.
Tarihî Yarımada’yı nakış gibi boyayan, klasik devirden kalma
birer şaheseri andıran adımlarla birbirine bağlanan, camiler, mescitler,
medreseler, sütunlar, sebiller, çeşmeler açılan can sıkıcı bulvarlar uğruna yerinden
sökülüp iğdiş edilmeseydi, bugün nasıl bir İstanbul’dan söz ediyor olurdu kim
bilir?
Sadece bir medresenin odalarından biri ya da bir duvarı yıkılsa
medeniyet temaşası eksik kalıyor. Bulmacanın bir parçası eksik kaldığında ise cevap
muamma…
Bugün sanat eseri olarak nitelenen, geçmişin ruhuyla
sokakları dolduran yapılar, bilirkişilerce yok edildi. Bir tür şehirleşme
örgütlenmesinin prensibi olarak! Ama bu insafsızlık, İstanbul’a akın eden
yabancı turistlerin ilk uğrak yerinin yine Suriçi olmasına engel olamıyor. Zira
Roma kalıntısından doğan Osmanlı İstanbul’u, bu dönüşümden izler taşıdığı için
çok değerli. Çünkü Osmanlı’nın fetih prensibi yıkmadan yapabilmekti ve İstanbul
Suriçi, bu ihtimamı en ihtişamlı yansıtabilen kara parçası.
Yoksa bu da mı kıymet bilmeye yetmiyor?