27 Ağustos 2022

Temaşa -3: Kıymet Bilmek

 

-Ruzname; Kelime Günlüğü’nden-

Suriçi, dünyanın en eski metropollerinden biri ve bu yüzden kıymetini bilenlerin gözdesi olma vasfını korudu. Din, dil ve mabed bolluğunun beslediği kültürel doku sebebiyle yüzlerce yıldır oryantalistlerin ve antropologların gözbebeği.

Osmanlı, İstanbul’u Roma kalıntıları üzerine, Suriçi dediğimiz yere kurdu. Ve Osmanlı’yla uzlaşmayı seçen Roma kalıntısı toplum da Osmanlı ahalisiyle bir arada yaşamaya başladı. Demografik değişimin en yoğun gözlendiği yer oldu hep ve hâlâ öyle. Zaten bu yüzden metropol. Bu değişim en önce sokak hayatını ve mimarisini etkiledi. Şimdi de olduğu gibi…

Osmanlı’dan sonra meydana gelen “ayarsız” değişim ve dönüşüm yüzünden Suriçi’nin bazı semtleri kenar mahalle statüsüne indirgendi. İmar/rant savaşlarının, Osmanlı tarihini hor görme eğiliminin sebep olduğu bu üzücü değersizleştirmeye rağmen kıymet bilen için değerinden bir şey kaybetmedi.

Modernistler, hasetlerinden görmezlikten, sevmezlikten geldiler Suriçi İstanbul’unu. Zira en belirgin imzanın Osmanlı’nın olması ve “Bizans”ın gölgede kalması hoşlarına gitmedi. Dünyayı yönetenler, canla başla, gerekiyorsa da kanla bu şehre el koyma hayalleri kurup hayranlık duydukları İslam siluetini yok sayarken “Doğu ile Batı arasında köprü” olduğu ve bu dengeyi koruduğu kanaatini kendilerine sakladılar. Ne yaparlarsa yapsınlar topografyayı yerinden oynatıp siluete kast edemiyorladı. Zaten bu işi onlara bırakmadık, silueti de kendi ellerimizle bozduk!

Şehrin “yeni” mahallelerinde/mahallerinde yaşayan bilhassa yeni nesiller için Suriçi varla yok arası bir şey. Sıra sıra mağazaları, son moda kafeleri, üstü açık arabalarla gezinti yapılacak gözde bir sahili olmadığı için havalı da değil. 50, 60 ve 70’lerin “köyden indim şehire” filmlerinde Eminönü’nün hep o bildik meydanından gördükleri neyse onla yetiniyor birçoğu. Bazılarına göre şehrin en karmaşık yüzü. Bu önyargı yüzünden içindeki hazinelerden haberleri olmuyor.

İşte öyle “havalı” semtleri kovalayanların farkına varamadığı bir yer Suriçi. Tarihî varlıklarıyla ihtişamını sürdürebilen, ama bir kasıt varmış gibi gençlere anlatmayı beceremediğimiz bir efsane.

Türkiye’nin zenginliklerini işleyemeden bir kenara itip, küflenip kokmasını beklemek geleneksel hatalarından biri.

Son yıllarda zincirleme devam eden restorasyonlar bu geleneği kırsa da İstanbul, modernleşme sürecinde tarihî ve kıymetli olanı yıkıp yerine “modern” ve tatsız bir yapı kondurma savsaklığından kendine düşen payı fazlasıyla aldı. Kalabalığına, ökçe ve motor seslerine, yaygaralarına, hayat kavgasına, meydanlara yığılan etten duvarlarına rağmen taş duvar, türbe, külliye ahengiyle ışıldamaya devam ediyor klasik semtler.

Ne var ki bu müze-şehir daha sessiz olmalıydı. Herkes bilmeliydi, her aklına esen yere sona ermeyen kamplar kuramayacağını, gürültü yapamayacağını. Tarihine, mirasına, yapılarına ve ecdadın hatırına onların gezindiği sokaklara hürmet etmesi gerektiğini…

Aynı yakada oturduğu hâlde dünyayı sarsan şöhretli mimarisiyle alâkadar olmayan, değerini anlamayan, hatta habersiz bir İstanbul halkı olmamalıydı. Sokak sokak, cadde cadde, ev ev yaşamalıydı İstanbul.

İhtimallerle şekillenmemiş, tepkiler üzerinden deneysel çalışmaların yapılmadığı, güveni kötüye kullanmayan, herkesin hemşerisini kayırmadığı, şehri paylaştığı insanları hemşehri saydığı bir anlayışı yaşatmalıydı.

İstanbul, dünya çapındaki değeri bir yana Peygamber Efendimiz’in (SAV) bizzat zikrettiği kutlu müjdenin muhatabı olması sebebiyle; insan çeşitliğini ve kültür yoğunluğunu ve ağırlığını hazmetmiş bir ilim diyarı, tarihî tanıklıkları ve delilleriyle medeniyet anlatıcısı ve öğreticisi; sanatın yaşadığı ve tartışıldığı bir platform, külliye, cami, mescit, hazire, türbe, müze, kütüphane ve seyir mekânı olmalıydı.

Tarihî Yarımada’yı nakış gibi boyayan, klasik devirden kalma birer şaheseri andıran adımlarla birbirine bağlanan, camiler, mescitler, medreseler, sütunlar, sebiller, çeşmeler açılan can sıkıcı bulvarlar uğruna yerinden sökülüp iğdiş edilmeseydi, bugün nasıl bir İstanbul’dan söz ediyor olurdu kim bilir?

Sadece bir medresenin odalarından biri ya da bir duvarı yıkılsa medeniyet temaşası eksik kalıyor. Bulmacanın bir parçası eksik kaldığında ise cevap muamma…

Bugün sanat eseri olarak nitelenen, geçmişin ruhuyla sokakları dolduran yapılar, bilirkişilerce yok edildi. Bir tür şehirleşme örgütlenmesinin prensibi olarak! Ama bu insafsızlık, İstanbul’a akın eden yabancı turistlerin ilk uğrak yerinin yine Suriçi olmasına engel olamıyor. Zira Roma kalıntısından doğan Osmanlı İstanbul’u, bu dönüşümden izler taşıdığı için çok değerli. Çünkü Osmanlı’nın fetih prensibi yıkmadan yapabilmekti ve İstanbul Suriçi, bu ihtimamı en ihtişamlı yansıtabilen kara parçası.

Yoksa bu da mı kıymet bilmeye yetmiyor?