Temaşa -7: Mekân ve Hatıra
Hayal meyal hatıralar biriktirmeye başladığım hayatımın beşinci yılında ilkokula başlamıştım. Belki boyum yaşıtlarıma nazaran uzun olduğu için ilk gün kendimi en arka sırada duvar dibinde bulduğumdan, belki de âdet olduğundan annemden ayrılırken hüzünlenmiştim.
Okulun açılmasından birkaç gün önce kaydım yapılmıştı.
Kayıttan birkaç gün önce de minicik siyah önlüğüm ve çantam alınmış, aynı gün
fotoğrafçıya gidilmişti. Eve dönerken evrak çantalarının minyatür modeli
sayılacak okul çantamın dizlerimin aşağısına kadar uzandığını ve sık sık
bacaklarıma dolandığını hatırlıyorum. Bir de annemin elini hiç bırakmadığımı…
Beni beş yıl boyunca bağrına basacak okulum, kuruluşu bir
asırdan fazla olan Ayvansaray’daki Edirnekapı İlkokulu’ydu. Çok uzun ve çok dik
bir yokuşu vardı. Özellikle karlı havalarda ayaklarımın sık sık kayıyordu. Bazı
sabahlar babam dükkânına giderken yolunun üzerinde olduğu için beni okula
bırakırdı. Ama bu bırakışlar işimi kolaylaştırmak içindi yalnızca. O yıllarda
bütün sokaklar küçük bir çocuğun on dakikadan fazla yürüyebileceği kadar
güvenli olduğundan ebeveyni tarafından okuldan alınıp bırakılan bir öğrenci
hemen hemen yok gibiydi.
Tuhaftır, uzun yıllar komşu bir semtte ikamet etmeme rağmen
mezun olduğumdan bu yana okulumun yalnızca dışından bakmakla yetinmiştim. 2010’ların
başında bina depreme dayanıksız olduğundan yıkılarak yerine iki katı genişlikte
ve yükseklikte daha kullanışlı bir bina yapıldı.
Günlerden bir gün, okulun gayretli ve idealist hocalarından
bize bir davet mesajı ulaştı. Kültür mahfillerinden aşinası olduğumuz kıymetli öğretmen
Rasim Kaya, yeni adıyla Edirnekapı İmamhatip Ortaokulu’nda beşinci sınıf kız
öğrencilerine yönelik bir söyleşi için davet ediyordu. Her ne olursa olsun ilk
okuluma söyleşi yapmaya gitmeliydim.
İnsan hatıralarını mekânlarla şifreler, diye düşünürüm. Bir
taş bile yerinden oynasa maziyle aranıza o taş kadar mesafe girmiş demektir.
Yepyeni bir bina ile karşılanmak, elbette eski okulumun hatıralarını yakalamaya
mâniydi. Mekândan eser kalmasa da orası ilk okulumdu.
Rasim Bey ve okulun Türkçe öğretmeni Emine Hanım eşliğinde
genişçe bir sınıfa geçtik. Kuşluk vaktinin erittiği gün ışığı perdelerden
süzülerek beyaz sıralara dolmuştu. Bu kristalize aydınlık bütün sınıfı
kaplamıştı. Öğrenciler sıralardaki yerlerini almaya başladılar. Kısa zamanda sayısı
yüze yakın küçükhanımı karşımda oturmuş konuşmamı beklerken buldum. Rasim
Bey’in zarif takdimi ile çok geçmeden sözlerimize başladık.
Onuncu yaşlarını süren bu grup, çocuk meraklarından henüz
sıyrılmamış, irileşmiş gözleriyle kendine uygun birkaç cümle bulabilmenin
telâşındaydı. Heyecanlandım. O okulun bir zamanlar benim ilkokulum olduğunu
söylediğimde daha da heyecanlıydım. O an dilimiz sürçer de kelimeler her an
birbiri üzerine kapaklanabilir diye heyecanımı onlara dile getirmekte
gecikmedim.
Kendi eğitim ve iş hayatımızdan, yazı ile ilk buluşmamızdan,
Cemreler’in meydana geliş sürecinden
bahsettik. Bugün memleketin bir meslek olarak son yıllarda tanıştığı editörlük
işini lafları eğip bükerek bir biçimde anlatmaya çalıştık. İstiyorduk ki,
yetişkinlerin giderek soyutlaşan, merakları şehrin sokaklarında kaybolmuş
dünyasından daha gerçekçi bakan çocuk gözlerine, alabildiğine hakiki birkaç
meseleden bahsedelim. Okumak, kitap, yazar, yazı, bilgi, eğitim, öğrenmek,
öğretmen, hoca, geçmiş, gelecek, insan, hafıza, birikim kelimeleri etrafında
dolaşmaya başladık.
Çocuk dünyasına erişmeye çalıştıkça, onlara gerçekten
ulaşabilmenin büyük bir özen gerektirdiğini daha net anlıyor insan. Hayatî bir
iletişim. Ucu fazladan sivrilmiş birkaç sözcüğün bile hayallerini ne kadar aşındırabildiğini
gördükçe, savaşlarla kararan gencecik kalplerin, şiddetin dehşetiyle yüzleşen
masumların ne hâlde olduklarını tahayyül etmek bir o kadar zor oluyor.
Sonra İstanbul’dan konuştuk. Ayvansaray muhitini çevreleyen
semtlerde yaşamanın İstanbul’un kalbinde bulunmak olduğunu, bunun önemini ve bu
değeri fark etmenin mecburiyetini anlamaya çalıştık. İstanbul’la ilgili bütün
kitapları okumaya gayret etmemiz gerektiğini, bu şehrin geçmişini bilmenin, bir
ferdi olarak kendini bilmek kadar mühim olduğuna değindik. İstanbul’u yazan
şair ve yazarları adres gösterdik. Okul kütüphanesinin kıymetini bilmeyi, ondan
faydalanmayı, oradaki kitaplara iyi bakmayı tavsiye ettik.
Allah’ın İslâm ile güzeli değerli kıldığını, insanın her hâli
ile güzele kavuşmasının İslâm’ın rehberliğinde mümkün olacağını söyledik.
Sonrasında sıraladığımız isimlerden Yunus Emre, Mehmet Âkif, Ömer Seyfeddin ve Âşık
Veysel ile tanışıklıklarını onaylamalarını izledik. Okumak önemliydi. Okudukça
okuma yolumuzu kendimiz çizecek, yaradılışımıza uygun eserleri keşfedecek,
tercih edecekti. Daha çok işimiz vardı.
Sohbetimiz bittiğinde bir araya gelip topluca poz verdik ve
karta basılacak hatırlar topladık. Sonrasında bir hayırsever hanımefendinin
bağışıyla kurulan kütüphaneyi inceledik. Orada kitap almak için birbiri ile
yarışan öğrencileri görmek güzeldi.
İlk okulumdan ceplerim ve kalbim, bir kuşun bahar sevinci
ile dolu olarak ayrıldım. Ve yine öğrendim. Öğrenmek ise, hiç bitmesini
istemeyeceğim kadar muhteşem bir çocuk sevinciydi. Sonra baktım ki o kocaman
yokuş birkaç adımda bitecek kadar kısalmış ve ufalmıştı.