01 May 2018

“Topkapı Sarayı'nda Kur’an, Ayasofya’da ezan okunduğu sürece bizi bu şehirden kimse çıkaramaz”

Birlik Vakfı İstanbul Şubesi ve Kültür A.Ş'nin birlikte organize ettikleri ‘Şehir ve Kültür' panelinin notlarını sizlerle paşylaşmaya devam ediyorum. Geçen hafta Erol Erdoğan ve Kamil Berse'nin konuşmalarını aktarmıştım. Bu hafta da Dr.Kamil Uğurlu ve Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan'ın konuşmalarını aktaracağım. Harika iki yazı. Okumanızı tavsiye ediyorum.

Dr.Kamil Uğurlu

Marco Polo'nun İstanbul'u

16. yüzyılın en iyi şairlerinden İbrahim Şahidi de bütün konuşmalarına böyle başlarmış onu takliden bizde böyle başlayalım. Hepinizi saygı ile selamlıyorum. Size bir masal anlatacağım bugün, şehir üzerine İtalo Calvino denen bir yazar var, Küba da doğmuş bir İtalyan yazar geçen asırda yaşamış bir zat bu kişi şehir üzerine eserler inşa etmiş önemli bir filozof, çağdaş filozoflardan biridir. Onun Görünmez Kentler diye bir kitabı vardır. Türkçeye de çevrildi, fevkalade enteresan ve ilginç bir kitaptır. Kitap iki kişinin arasındaki diyaloglardan oluşuyor ve ütopyada başlıyor. Ütopya hepinizin bildiği gibi mevcut olmayan ama olması arzu edilen ideal statülere sahip bir takım düşüncelerdir. Bu iki kişiden bir tanesi Kubilay Han diğeri de Marko Polo'dur. Kubilay Han, Cengiz Han'ın sülalesinden gelen onun torunlarından bir tanesi ve dolayısıyla da Moğol hükümdarıdır. Marko Polo zengin bir Venedikli tüccar ve ipek yolu üzerinde bitmez tükenmez yolculuklar yapıyor ve bu yolculuklar esnasında notlar alıyor. Her nasılsa Kubilay Han ile karşılaşmış ve bu notlarını Kubilay Han'a sunmuş. Kubilay Han o notlardan son derece zevk ve haz duymuş ve kendisini yakın çevresinde muhafaza etmeye çalışmış, hatta onu Çin'e büyükelçi yapmış, oraya göndermiş ve sık sık yanına çağırmış. Bana yeni gördüğün şehirlerden bahset demiş.

Marco Polo gezdiği yerlerle ilgili notları devamlı olarak hükümdara arz etmiş. Hükümdara hayalî, imkânsız şehirleri anlatmış. Onun dikkatini çekebilmek ve onun yanındaki mevkisini muhafaza edebilmek için oldukça çılgın şehirlerden bahsetmiş. Marco Polo anlatıyormuş, Kubilay Han ise tahtından onu dinliyormuş. Marco Polo notlarını okuyormuş: Hükümdar imparatorluğunun çok geniş toprakları içerisinde sayısız farklılıklar gördüğü için bu enteresan anlatışlarda onun hoşuna gitmiyor. Arkadaş bana beni şaşırtacak yerlerde bahset, diyormuş.

Marco Polo gördüğü son şehirden bahsedeceğini söyleyerek sizi bu sefer mutlaka şaşırtacağım der. Aynen şunları söylüyor. “Han'ım, bu son gördüğüm şehir daha önce anlattıklarımdan farklıdır. Anlatılması ve yaşanması oldukça zor mekânlar ve zamanlarla doludur. Burası tanrının cömert davrandığı bir kenttir. Aralarında deniz dolaşan 4 tane merkezi bir araya getirmişler. Bunların birine dersaadet, diğerine Üsküdar, ötekine Galata ve dördüncüye de Eyüp demişler. Hepsi de ayrı merkezler ve etraflarında köy ve kasabalar mevcut. Öyle bir dizilmişler ki sanki galaksi yere inmiş. Tam yedi tepe saydım. Her tepeye bir ulu mabet yapmışlar. Her birinin tepesinde güneşi karşılayan, ağırlayan ve uğurlayan parıltılar vardı. Bu kentin ortasından bir deniz akmaktaydı. Deniz akar mı Han'ım, burada deniz akmaktadır. İki denizin suları bu nehirle birlikte birbirine karışmaktadır. Tepelerin üstüne yaptıkları mabetlerini dağların gidişatına öyle bir uydurmuşlar ki, ben onları ilk gördüğümde dağların devamı zannettim. Mabetlerin hepsinde göğe doğru uzanan kuleler vardır. Başını yukarı çevirmiş, diz üstüne oturmuş bir masal kahramanının tanrıya yakarmasını andırıyordu. Sokakların ve sokaklar boyunca evlerin kapı pencereleri sıralanışıyla bu kentin her noktasıyla akılda kalma gibi bir özelliği vardır. Tıpkı tek bir notasını bile değiştiremediğin bir müzik eseri gibi birbirini izleyecek şekilde yapılmışlardır. Kente yeni gelen biri uyuyamadığı gecelerde kentini bu kentin yollarında yürürken hayal eder. Dokuz fıskiyeli çeşmenin, karpuz sergisinin, Türk hamamının, köşedeki kahvenin, limana giden kestirme yolun birbirini izleyişindeki düzeni hatırlar ve onu asla unutamaz. Bu yakın gidişimde sonbahardı, sanki tanrı buraya büyük bir yetkin bir ressam yollamış ve dağları taşları etkileyici renklere boyamıştı. Aralarında erguvan dedikleri bir ağaç buralar için yaratılmış gibiydi. Evler bahçeliydi. Orada güller açmıştı. Çeşitli güller: karanfiller, orkideler, hanımelleri, gecesefaları… Pencereleri fesleğen kokuyordu ve sardunyalarla renkliydi. Kapılar her ev için özel yapılmıştı. Ahşap kapıların ortasına bir de küçük kapı yapmışlar ve bu kapıya da Sıpalı kapı adını vermişler. Üzerine hanım eline benzeyen tokmaklar koymuşlar. Meydanlarında kocaman, asırlık çınarlar vardı. Bu şehrin her tarafı çınarlarla dans ediyor. Ve onların gölgelerinde o çınarlar kadar yaşlı, aksakallı, tebessüm eden, birbirlerine hatıralarını anlatan ve geçmiş günlerini yanlarına çağırıp onlarla halleşen insanlar gördüm. Yol üstünde cumbalı ahşap evin yanında küçük bir mabet ve suyu durmadan akan ve tevazudan önüne bakan bir çeşme görürsünüz. Onun küçücük avuç kadar havuzunda zülüflerini tarayan bir salkım söğüt, gece gündüz o havuzun aynasında güzelliğini seyrettiğini sanırsınız. Bunları gözlerimle gördüm Han'ım, yalan söylüyorsam gözlerim size feda olsun. Bu güzellikleri seyre daldım ki iki atın çektiği kupa benzeri bir araba durdu yanımda. Arabayı süren genç indi ve arabadan inecek yaşlı hanıma elini değil, kolunu uzattı, hünkârım. Hayırlar diledi elini öptü ve oradan uzaklaştı. Hanıma hanımefendi, yaşlı zata beyefendi diyordu. Kızından kerimem, oğlundan mahdum diye bahsediyordu. Sultanım, efendim diyordu eşine. Bunların hiçbirisinde yanlış yok hünkârım. Kulaklarımla duydum ve gözlerimle gördüm. Orada da seyyar satıcılar vardı. Onlar da mallarını seslenerek satıyorlardı. Her sebzenin çok özel isimleri vardı. Bunları asla bağırarak değil, özellikle ayaküstü orada yaptıkları bestelerle söylüyorlardı. ‘Çengelköy bademleri' bunlar diyordu ama sattığı salatalıktı. ‘Derya kuzusu' dediği az ilerdeki denizden devşirdiği balıklardı. Tuhaf bir şehirleşme adetleri vardı. Taş yapılar çoğunlukta mabetler ve bazen kamu binalarıydı. Taş yapı bir ayrıcalıktı. Bu imtiyazı halkın değer verdiği toplu kullanıma ayırdığı binalar kullanabilirdi. Diğerleri 1-2 katlı ahşap evlerdi. Hiçbir ev ötekinin bahçesine bakmıyordu. Güneşini kesmiyordu, rüzgârına mani değildi. Lazımlıklarını sokağa dökmüyorlardı. Bu sebeple sokaklar hanımeli kokuyordu. Yoldan yürüyen birinin yolun ortasına nasılsa atılmış küçük bir taşı eğilip oradan aldığını ve bir kenara koyduğunu gördüm. Taş küçüktü, sordum kendisine: bu yaptığın ne anlama geliyor? Bana anlamsız şeyler anlattı: Buradan belki geçen küçük bir çocuk, belki gözleri görmeyen bir âmâ, belki bir yaşlı onu görmez, ayağına takılırsa bu benim vebalim olur. Anlaşılmaz şeyler. Bir yolun üzerinde farklı dine mensup bir takım mabetler vardı. Bu mabetlerin hepsinin mensupları birbirine son derece saygılı davranıyorlardı. Bu şehrin insanları birbiriyle akraba gibi idiler. Bir yerde cenaze olduğu söylendi, izledim, zengin olsun fakir olsun o eve bir hafta süre ile komşuları yemek taşıdılar. Bunun bile bir kuralı vardı. Önce kıble yönündeki komşu yemek getiriyordu, sonra sırayla diğer komşular devam ediyorlardı. Garip bir selamlaşma tarzları vardı. Sanki yazılı olmayan kanunun kutsal maddeleri imiş gibi dikkatle uyguluyorlardı. Küçükler büyüklere, az kişi çok kişiye önce selam veriyordu. Aşağıdaki yukardakine, merdivenden çıkmakta olan inmekte olana, yürüyen oturana, atlı olan yayaya, eşek ile giden at ile gidene önce selam veriyordu. Selamlaşanların birbirlerini tanıyor olmalarına da gerek yoktu. Selam verilen kişilerde bu selama ilaveler yaparak, daha güzel temenniler ekleyerek iade ediyorlardı. Her mahallenin bir büyüğü, saygı gösterilen bir bilgesi var idi. Bir aksakallı o mahallenin manevi sahibidir ve anlaşmazlıkları o çözer. Hâkime, Kadıya iş kalmaz. Daima adalet üzere olduğu bilindiği için onun kararına kimse karşı gelmez. Evden birkaç günlüğüne ayrılanların ardından su döküyorlar. Bana anlattılar anlamı şöyle imiş: Yoluna bir engel çıkmasın, su gibi gidip su gibi dönesin. Bu şehrin konuşmaları anlatılmaz bir zarafetledir. Ağızlarından çıkan her söz sanki bir hayır temennisidir. Bu insanlar ateşi söndür demiyorlar, ateşi uyut diyorlar. Kapıyı kapat demiyorlar, kapıyı sırla diyorlar. Onlar zaten cenazeyi de gömmüyorlar, sırlıyorlar. Lambayı,  ocağı söndür demiyorlar, ışığı dinlendiresin diyorlar. Hızlı yürüme düşeceksin demiyorlar, hızlı yürüyüp de düşmeyesin diyorlar. Yine garip bir adetleri var. “Komşu aç iken tok yatılmaz” gibi saçma sapan bir kuralları var. Ulu Hükümdarım bütün bunların en garibi şöyledir: Biraz önce size arz ettiğim selviliğin, salkım söğütlüğün, temiz meydanın kıyısındaki kahvehanelere gelen konuklar çok enteresan. Büyük şairleri ve bestekârları vardı. Yunus Emre diyorlardı, Dede Efendi diyorlardı, Mustafa Itri Çelebi diyorlardı, Hamamizade diyorlardı ve daha nicesi… Bunların her biri bir aziz gibi saygı görüyorlardı.”

Kubilay Han, Marco Polo'ya dedi ki; “Sen bana hep masallar anlatıyorsun. Neden kentlerin kendisinden bahsetmiyorsun. Bana tek tek taşları anlatıyorsun. Neden köprüyü anlatmıyorsun? Peki söyle bakalım sence bu köprüyü taşıyan taş hangisidir?” Marco Polo “Sakin köprüyü taşıyan şu ya da bu taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kendisidir efendim.” Bu yanıttan sonra Kubilay Han bir süre sessiz kaldı sonra konuştu; “Öyle ise bana taşları anlatıp durma arkadaş, Beni ilgilendiren tek şey o köprünün kemeridir.” Marco Polo cevap verdi: “Taşlar yoksa o kemer de yoktur hükümdarım.” Şimdi toprağı bol olsun

Prof Dr. Nazif GÜRDOĞAN

Biz  kale toplumu değil, bir kervan topluluğuyuz”

Atalarımıza baktığımız zaman sürekli Avrupa'nın içlerine doğru hareket halinde olmuşlar. Bir kale toplumu değil, bir kervan topluluğuyuz. Onun için Anadolu da “gezen tilki uyuyan aslandan iyidir”, derler. Hareket halinde olan toplumlar her zaman daha güçlü olmuştur. Daha kolay örgütlenirler. Bizim atalarımız ezan okunan yeri vatan, ezan okunmayan yerde de ezan okumayı görev bilmişler. Asya'nın içlerinden; Semerkant'tan Saraybosna'ya kadar gitmişler.

Yahya Kemal “Aziz İstanbul” kitabında, bu İstanbul'u çok güzel anlatır. Muhammed Hamidullah hoca derdi ki “Bizim şehirlerimizin ana örneği peygamber şehri Medine'dir, Medine'nin odak noktasında ise 3 ana kurum vardır. Biri cami peygamber camisi, biri Medine'nin çarşısı, diğeri de “suffe” denilen Müslümanların ilk üniversitesidir. Bu üniversitede peygamber hocalık yapmış, bir dönem 600'e yakın sahabe eğitim görmüş. Onların arasından İslam dininin temel kaynaklarını ortaya koyan büyük sahabeler yetişmiş. O yüzden İstanbul'a baktığımız zaman bu 3 ana kurumu görürüz. Fatih İstanbul'u alır almaz ilk yaptığı Ayasofya'yı camiye çevirmek olur, orada Cuma namazı kılar. Ardından Eyüp'e gider. Eyüp 'teki Akşemsettin'in kerametiyle bulunan büyük sahabe Eyüp El Ensari'nin kabri bulunur. Orda da Eyüp Cami ve onun türbesi yapılır. Ardından Fatih Cami ve onun çevresinde üniversite kurulur. Dolayısıyla İstanbul'a baktığımız zaman iki ana ilçesi çok önemlidir. Biri Üsküdar diğeri de Eyüp'tür. Bizim kültürümüzde Üsküdar Kâbe toprağı, Eyüp ise Medine toprağı olarak kabul edilmiştir. Bütün hac yolculukları Üsküdar'dan başlamış, Balkanlar'dan gelen hacılar burada toplanmış, harem yine Mekke'deki haremden esinlenerek verilmiş, ayrılık çeşmesi yine aynı şekilde düzenlenmiştir.

Yine Hamidullah Hoca konferanslarında der ki; bizim şehirlerimiz de ana ölçü harem anlayışı, yasaklarıdır. Harem bölgesinde, Mekke ve Medine'nin çevresinde belli bir bölgede vardır. Orada kan dökülmez, ağaçlar kesilmez, otlar koparılmaz, hayvanlar avlanmaz. Bu anlayışı Osmanlılar bugüne kadar getirmişler. Üsküdar'ı da harem bölgesi saymışlar, ellerinden geldiği kadar da harem yasaklarını bu bölgede uygulamışlar. Buradan çıkıp Sultanahmet'e baktığımız zaman hiçbir yapı ağaçlardan büyük yapılmamıştır. Ne Süleymaniye'de ne Sultanahmet'te ne de Selimiye'de yapılar ağaçlardan büyük değildir. O nedenle bizim şehirlerimiz aslında insani ölçülere uygun yapılmış şehirlerdir. Temel standartlar insan bedeninden ve ağaçlardan yola çıkılarak bulunmuştur. O altın oran bu ikisinde gizlidir.

Üsküdar'dan Avrupa Kıtasına gelirken etrafınıza bakınız. Bir taraf bakınca Süleymaniye ve Sultanahmet ikili arasında müthiş uyum var. Diğer tarafa bakınca Maslak ve Mecidiyeköy var. Çok katlı binalar göklere isyan edercesine uzanmış, hiçbir estetik kaygı taşımayan, uyumsuz, düzensiz, insani ölçüler ve ağaçların doğal yapılarına uzak yapılar var. Bizim kültürümüzü anlamak istersek bu iki tarafa bakınca net şekilde görüyoruz. Anadolu Yakası'nda  büyük bir uyum ve düzen var. Fakat Avrupa Yakası'nda  uyumsuzluk ve düzensizlik hüküm sürüyor. Bu işte Amerika'dan bütün dünyaya salgın gibi yayılan gökdelen çılgınlığını görüyoruz, Manhattan'a Nuri Pakdil çağdaş piramitler derdi. New York ve Manhattan'ın gökdelenleri dünyayı işgal etmiş. Londra kısmen direnmiş. Paris direnememiş.

İstanbul bu şehirlerle kıyaslanmaz. Çünkü İstanbul'un ortasından deniz geçmektedir. İstanbul'u inşa edenler Medine'yi örnek almış. İstanbul'un bu yapısının örnekleri Şam da, Bağdat'ta, Buhara'da ve Saraybosna'da vardır. Bizlerin yaşadığı bu kentlerde, atalarımızın kurduğu her şehirde bu model vardır. Bu model 3 ayaklı masa gibidir. Birinden biri eksik olursa yapı dengesini koruyamaz. İstanbul'un özelliği nerden geliyor? İstanbul, doğal bir şehirdir. Hz. Peygamberin övgüsünü kazanmış, duasını almıştır. Yahya Kemal,  İstanbul işgal altında iken Topkapı'ya gitmiş. Topkapı müze müdürü Yahya Kemal'i gezdirirken Hırka-ı Saadet dairesinin önüne gelmişler. Orada çok derinden bir Kuran sesi geliyor. Yahya Kemal bu durumu müze müdürüne sormuş: “Nerden geliyor ve bunu kim okuyor?” Müze müdürü de uzun uzun anlatmış; “Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri 1517'de hilafeti devralıp İstanbul'a geldiğinde, kendisine çok büyük bir karşılama merasimi yapılacağını haber almış ve tebdili kıyafetle 3 gün önceden İstanbul'a gelip Topkapı'ya geçmiş. Topkapı'da ilk yaptığı iş Hırka-ı Saadet dairesini inşa etmek olmuş. 40.ıncısı kendisi olmak üzere toplamda 40 tane hafız tayin etmiş…  O günden bugüne Hırka-ı Saadet dairesinde kuran okunur. Osmanlı devletinin yaşadığı hiçbir olay, Topkapı Sarayı'nın bu bölümünde Kuran-ı Kerim'in okunmasını aksatmamıştır.” Yahya Kemal Topkapı'dan çıkıyor. O arada Ayasofya'da ezan okunmaya başlıyor. Bunu duyunca Yahya Kemal “Bizi İstanbul'dan hiçbir güç çıkaramaz. Ben bugün bizi İstanbul'da tutan güçlerin sırrına vakıf oldum. Bizi İstanbul'da iki güç tutuyor. Bunlardan biri Topkapı'da okunan Kur'an diğeri de Ayasofya'da okunan ezandır. Bunlar devam ettiği sürece bizi İstanbul'dan dünyanın hiçbir gücü çıkaramaz” diyor.

İstanbul gerçekliğine yavaş yavaş kavuşacaktır. İstanbul'un devasa 15 milyonluk bir şehir olacağını, surların dışına çıkacağını tahmin edememişlerdir. Saraybosna'ya, Buhara'ya, Semerkant'a baktığınızda bu şehirlerin merkezi korunmuş, yeni şehir, merkezin dışına yapılmıştır. Amerika bu konuda örnek olacak bir ülke değildir. Zaten geçmişi 100-200 yıl önceye kadar gidiyor. Bütün bu modern piramitlerin anavatanı burasıdır. Bunları bütün dünyaya ihraç etmişler. Dünyada da hiçbir güç bu çağdaş güçlere karşı koyamamıştır. Çünkü müthiş bir rant gücü var.

Çok ünlü bir Amerikalı mimar var  diyor ki; çok katlı binaların temelinde mekanik bir hile var, gökdelen bir mekanik hiledir. Arsanın değerini kat kat artırmak için bulunmuş bir mekanik hiledir. Gerçekten bu rant kültürü bütün ekonomik krizlerin temelini oluşturmuştur. 2008'de bütün dünyayı felç etmiştir. Oradan bütün dünyaya yayılmıştır. Dünyanın her yerinde kolay kazanç peşinde koşan insanlar sadece şehirleri değil ekonomileri de felç ediyor. Faiz de bunların aynısıdır. Finansmancılar parayı ortadan kalkıncaya kadar elden ele dolaştırıyorlar. Her geçişte %10 kar koyuyorlar. 100 dolar, 1.000 dolar, 10.000 dolar olmuş. Gerçekten bugünkü ekonomik krizlerin kaynağında faize bakış vardır. Üretmeden kolay kazanç peşinde koşmak vardır. Bu nedenle İslam kültüründe kesinlikle faiz yasaklanmıştır. Çünkü ekonomiyi felç etmek istiyorsanız paradan para kazanma yolunu açmanız gerekir. Bu kültür bütün bir dünyayı kumarhaneye dönüştürmüştür. Sezai Karakoç der ki; “Modern çağın deli dumrulları bankalar ve sigorta şirketleridir”. O yüzden şehirleri yeniden insani ölçülere indirmek için tekrar insani, kültürel değerlere dönmek gerekir.

Modern insanı, döviz kurları ve borsa ile beslenmesini durdurup tekrar şiirle, sanatla, edebiyat ve estetikle beslememiz gerekir. İstanbul herkesin birbirine saygılı olduğu, komşuluk kültürünün çok güçlü olduğu bir şehir olmuştur. İnsanımızın veren el olması, üreten el olması çok önemlidir. İki günü birbirinden farklı kılmak çok önemlidir. Bizim medeniyetimiz 2 dünya medeniyetidir. İkisini de altın oranla harmanlamasını bilen bir medeniyettir. Yunus gibi yaşamayı , Sinan gibi de Selimiye'yi inşaat etmesini bilmeliyiz.

Yeni düzende, artık insanlar değerlendirilirken toplumdan ne alıyor, topluma ne veriyor, buna bakılarak değerlendirme yapılıyor. 1 tüketip 10, 100 üreten insan, topluma katkı sunan onu geliştiren insandır. Bizim kültürümüzde veren el olmak çok önemlidir. Bu şekilde toplumu,  ekonomiyi dönüştürürüz. Onun için gül almak,  gül satmak,  gülden terazi tutmak,  gülü gülle tartmak gerekir. Biz bunu biraz değiştirelim; iyilik almak,  iyilik satmak, iyilikten terazi tutmak,  iyiliği iyilikle tartmak gerekir. Bu cümlelere verimlilik ve dürüstlük kavramlarını da katabiliriz. Günümüzün en büyük gücü finansal sermaye değil, entellektüel sermayedir.

Sabahattin Zaim hocamız hep vurgulardı. “Günümüzün ekonomik modelinde sadece kendini düşünen insan var. Oysa bizim kültürümüzün odak noktasında güzel insan vardır. Kendisi için istediğini herkes için de ister”  Bizim her gün yeniden doğmasını bilmemiz lazım. O zaman gerçekten şehirlerimiz, çarşılarımız, caddelerimiz de güzel olacaktır. Bizim atalarımız 500 sene Balkanlar'da kalarak gönülleri fethetmiştir. Bir şeyler almak için değil, bir şeyler vermek için gitmiştir. Dolayısıyla yenidünya, üretmesini, veren el olmasını, verimlilikle yarışmasını bilenlerin dünyası olacaktır. Dünyanın hiçbir yerinde kaliteli ve verimli insanlara hiç kimse vize sormaz.”