27 Nisan 2021

​Toplum: Medeniyet Tasarımı yahut İnsan Olmanın Manası (1)

Hacı Bayram Veli’nin Nâgehân ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm Ben dahî bile yapıldım taş ü toprak âresinde, dediği o yerde insan bir şehirde taş-toprak arasından nasıl yapılır? İşte bu soru geçmişten geleceğe insan/toplum, devlet ve şehir arasından konumlanan yahut nihai şekli temsil eden bir form olarak “medeniyetin” bir yapının/kültürün dallanıp budaklanması ve meyve vermesi ile oluşan bir hâsıla olduğunu gösterip, düşündürüyor. Maziden esip gelen rüzgârlarda saklı tohumlar zamanın içinde mekânın toprağına düşerek insanın bütünlüğünü var ediyor. Yahut yeni bir kültür canlanması kendi nevi şahsına münhasırı ile yeni dönemi başlatıveriyor. Tam burada kültür-medeniyet ikilemine ya da birlikteliğine ulaşırız. Peki, kültür mü medeniyetten medeniyet mi kültürden çıkar şeklindeki kafa karışıklığı yahut farklı yaklaşımlar nasıl aşabilir? Hangisi diğerinin yapıcı esasıdır. Yahut aralarındaki organik alaka nedir?

İnsan doğa içinde yani zorunluluklar mekânında iken şüphesiz bilinen son on bin küsur yılda umumiyetle toplumda ve toplumla yaşadı. Muhakkak ki bu hayat içerisinde kültür kavramı ile ifade edilen insan ve toplumun kendisini ve hayatı algılama biçimi, özgünlüğü, farklılığı, farkındalığı oluşturduğu insanî toplanmanın/içtimaın yani toplum, cemiyet denilen yapının değerleri, davranışları, karakteri, ahlakı, usulü gibi konularda hep zemini oluşturan, o parlayıveren iç aydınlığının hayata taşması olarak yerini aldı. Dolayısıyla kültür meselesi insan ve toplum meselesidir.

Öte yandan mekân dair değiştiremediğimiz zorunluluklar içerisinde insanın hürriyet alanı da tam burasıdır; kültür belki de insanın doğa içinde kendini ifadesidir. Özgün olanı aklı ve ruhuyla ortaya çıkarmasıdır. Doğadaki taştan süslemeli bir çeşme yapmak işte bu doğa-insan ilişkisinin içerisinde yeryüzünün insanileşmesidir. Aynı taşları mancınığa koyup atan aklın da insana ait olduğunu ise hiç unutmamak lazımdır. Afrika’da en iptidai görülen şartların insanlarından günün metropol yığınlarına kadar insan bir kültür zemini ve onun fikri tezahürleri ortamında yer aldı ve alıyor.

Belki de bugün küresel kavramı ile bahsedilen o amansız savaş bu kültürün neliği ve muhtevasına hakim olarak beşeriyete tahakküm meselesidir. İşte insanın yeryüzü macerasında çevresi ile olan alakasının muhtelif sebeplere dayanan gelişmesi ile birlikte kültür hayatı içerisinde insanın insanla olan alakasından toplum denilen olgu ortaya çıktı. Hele iletişim ağları üzerinden bir merkezden milyarlara ulaşma, etkileme hatta yönlendirme imkânları olan günümüzde bu çok daha hayati ve ilginç bir hal aldı. İşte kültür, Ziya Gökalp gibi sosyologlarımızın düşünce dünyasında ifade ettiği üzere, milli olma yahut belirli bir çevreyi temsil etme hususiyetini burada kazanır.

Öte yandan Aliya İzzetbegoviç’in tespiti üzere, “Kültür bir bakıma zaman dışı, tarih dışıdır. Onun yükseliş ve düşüşleri vardır; ama alışılmış manada ne gelişmesi, ne de tarihi vardır. Sanatta, bilimde olduğu gibi “bilgi” veya tecrübe birikmesi yoktur. Anlatım gücünün, bir gelişme neticesi olarak artmasını müşahede etmiyoruz. Uygarlığın taş devri ve atom devri vardır, kültürde böyle bir gelişme yoktur.” Meseleye buradan bakınca kültürün kök ve can suyu mesabesinde olduğunu düşünmek hatalı olmayacaktır.

Milli olanın devri parlamaları ve sönmeleri o kültürü ve insanlarını hayat içerisinde ve medeniyet dairesinde yerine ulaştırır. Nevzat Kösoğlu’nun kültürün sıcak olması ve soğumasına dair tespitleri de tam burada hatırlanmalıdır. Zira bunun olması o kültürünü neticede insanlık içerisindeki yerini belirler ki toplumda bu çerçevede teşekkül eder. İşte kültür toplum, devlet ve şehir olgularının zemini olmak bakımından medeniyet denilen nihai şeklin oluşmasının esası olmak hasebiyle medeniyetle organik bir bağ içerisinden insan hayatında yerini alır.

Din gibi unsurlar işte kendi ilke ve ölçüleri ile o kültür içerisindeki insani durumun muhtevası olmak bakımından tarihte yerlerini alırlar. Muhteva analizi üzerinden kimlikleri teşhis ve tespit meselesi başka bir konu olup bizim burada ifade etmek istediğimiz olgunun ifadesiyle kültür-medeniyet organik ilişkisi üzerinden medeniyetin o nihai formun ne idüğünü düşünmeye çalışmaktır. 

Şüphesiz kültür pek çok muğlak ve değişik tanımlarla tarifi karmaşık bir hale getirildi. Medeniyet olgusu da bundan payını aldı. Hele kendi doğrusunu kültür ve medeniyet diye tarif ederek budur demek, çıkmaz sokaklarda yolumuzu kaybettirdi. İnsan kendisini düşünürken ayinesine düşenler her zaman aks-i hakikat olmuyor.

Her halükarda insanlığa dair medeniyet yapıları içerisinden kültürü bir kurucu, var edici esas, asabiye gibi düşünürsek bunun hayat içerisindeki görünümleri farklı millet ve toplum yapılarının ortaya çıkışını gösterir. Bir milletin dili kültürü müdür yoksa medeniyeti mi? İşte burada bahsettiğimiz konu biraz daha somutlaşır gibidir. İnsanın tabiata ve diğer insanlara kendince verdiği etki tepki hülasa ses ve dil muhtelif zaman zeminlerde farklı dillerle anlaşan toplum kümelerini var etti.

İnsanî özü aynı olan bu varlık artık bir kültür varlığı olarak kendine özgü bir anlaşma ve anlamlandırma cihazı ile âleme yöneldi. Onunla adlandırdı, açıkladı ve anladı.  Hülasa kendine dikkat et dediğimiz yerde kastımız birey kadar toplum ve onun ne idüğünün genetiği olan kültür ve  onun zemininde oluşan nihai şekil medeniyet bizim için varoluş meselesidir. İnsan düştüğü yerden ayağa kalkarmış.

Toplum dediğimiz yapı işte kültür zemininde oluşarak belirli sınırlarda bir birlikteliği ifade etti. İnsanların kaynaşmak ve dayanışmak için ihtiyaçlar sebebiyle toplanması gerçeği farklı kültür renklerinde ve o zeminin coğrafi, insani ve sair gerçekleri ile birleşerek otantik yapısını yahut milli olanı oluşturdu. Zaman içerisinden millet burada teşekkül etti.

Burada kastımız ne kültürü tartışmak ne de toplumu açıklamaktır. Bu konuda bilenleri çok şey yazdı ve söyledi. Medeniyet tasarımı üzerinden düşünürken insan denen varlığın eski zamanlardan bugüne kadar var olduğu medeniyet ortamını teşhis için bakılması gereken öncelikli yerin insan ve onun toplum yapısı olduğuna dair düşüncemizi ifade ve bu hususa dikkat çekmek esas maksattır.

Etrafınıza sorsanız medeniyet nedir? Muhtelif cevaplar alırsınız. Herkesin medenisi farklı olabilir. Lakin medeniyetten anladığımız adab-ı muaşeret ise eğer bu insan ve toplum dediğimiz o yapının içerisinden bugün psikoloji ve sosyoloji/sosyal psikoloji adını verdiğimiz bilimlerin konusu olan bir yapının antropoloji, tarih, felsefe gibi bilimlerce manalandırılmaya çalışıldığını görürüz.

Hülasa medeniyet denilen tek dişi kalmış canavarın ne idüğünü tespitte üç kavramdan birinin toplum olduğunu söyleyebiliriz. Bir yerde medeniyetten bahsediyorsak ki biz burada diğer iki ayak olan devlet ve şehirle birlikte oluşan lakin bunlara benzemeyen o nihai şekli anlıyoruz. Bu bakımdan gelecek adına bu sihirli, efsunlu lafzı kullanırken mefhumlarımız ve bunları değerlendirmedeki tarihi süreçler fevkalade belirleyicidir. Bir tabu yahut dogma gibi belirli bir tarihi manzarayı medeniyet zannetmek biz modernizmzedelerin yahut modernizme işi yıkıp kendi tembelliğini örtbas eden yarım entelektüel akılların işi değil midir?

Söz taş ile toprak aresinde olurken insan bir şara gelir. İşte insanın medeniyet tasarımı içerisindeki ilk parçası toplumdur. İnsan bunun içerisinden var olur, yaşar ve ölür. Sanat, bilim, iktisat ne varsa hayata dair burada teşekkül eder. Devlet ve şehir bu zeminden teşekkül eder. Bu bakımdan medeniyet nedir sorusuna cevap ararken merakımız bizi toplum kavramından onun üstünden teşekkül eden devlet olgusuna götürür.

Onu da gelen yazıda düşünelim. Her halükarda medeniyet dediğimiz bütünlüğün oluştuğu organik parçalarına bölerek bakamazsak görünen bize sadece neticeleri göstereceğinden bir türlü içinde olduğumuz kargaşadan bir düzene doğru yürüyecek güzergâhı tespit edemeyiz. Bir arabaya dışarıdan kaportasına bakarak tamir edemeyeceğimiz gibi medeniyeti de hâsılası üzerinden anlamak ve açıklamak türlü müşkülü tevlit edebilir. İçe bakmak içe dönmek zarureti söz konusudur. Yahya Kemal’in Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirine nüfuz için işte oradaki toplum, devlet ve şehri anlamak gerekli değil midir?

Toplum/sosyal/cemiyet lafzı elbette kutsal ya da dogma değildir. Her şey de gördüğümüz gibi mefhumunca mana ve değer taşır. Muhtevasız her kalıp boş bir heykelden ibarettir. Nurettin Topçu, İsyan Ahlakı ile toplum olgusuna ve bireyin kendiliği meselesine bakmıştı. İnsanın ve toplumun diğeri aleyhine hale gelmesi durumuna karşı bir itidal arayışı olarak isyan ahlakını teklif eden Topçu toplum dediğimiz medeniyet olgusunun önemini inkârdan ziyade onu belirli ideolojik, tarihi ve dogmatik unsurları ile işte mutlak budur, gerçeği budur bakışına karşı çıkmış ve bu yapının ferdi yozlaştıran haline itiraz etmiştir.

Her halükarda medeniyet meselesi mevzu bahis olduğu her tarihi devrede devlet ve şehri kuran telakkilerin öznesi olarak toplumun varlığını görmemezlik etmek meseleye eksik bakmak hatta bakmamak demek olacaktır. Toplum bu manasıyla ahengi, insicamı, eğitimi, müşterekleri, mutabık kaldıkları ile canlıdır. Değişir, dönüşür ve kültürü onun nasıllığının esas mizacını tayin eder. Kadim bir Roma yahut Hitit şehir kalıntısına baktığımızda aslında gördüğümüz oradaki insanın ve dolayısıyla toplumun somutlaşmış bir silüeti karşımıza çıkar. İçindekinin dışıdır medeniyet. Bu bakımdan aklımıza toplum putları dikmeden açık bir zihinle meseleyi düşünmek neticeye ulaştırabilecektir.

Toplum bütünlüğü organik süreçlerde teşekkül eden milletler için kültür canlı ve medeniyet verimli olacaktır, öte yandan kes yapıştır kültür ve medeniyetleri ise sahte sadece aslını yaşatırdan başka bir işe yaramayacaktır. Taşeron kafası ile medeniyete ancak amele olunur…

Her halükarda insana ve topluma ve ona dairlere doğru, güzel ve iyi yaklaşmak akl-ı selim icabı, kalbi selim gereği ve zevki selimin bir mesuliyetidir. Bu medeniyet modasına kaptırıp gitmişken kendimizi en azından düşünerek bakınmak medeniyet yollarında gezinmek o yapılan şâr içinde yapılmaya imkân sağlayacaktır.

İnsan ve toplumun kabiliyet ve yeteneklerinin tespit ve geliştirilmesi medeniyet tasarım ve tasavvuru için tüm meseleler ötesinden önemlidir diye düşünüyoruz. Bu bakımdan aklımıza ve gönlümüze sahip çıkma mühimdir. Eğitim ve sosyal bilimler bu yüzden hayatidir. İnsanî varoluş krizleri yaşanan çağımızda klasiklerin neden en azından acımızı biraz da olsa dindirdiğini düşünerek geriye ve ileriye baksak toplum dediğimiz medeniyet olgusunun manasında yol almaya başlayabiliriz beklide? Değilse tarihin hurdalığında ikince el parça işine devam…

Sömürgeciler neden bir medeniyete saldırıya insan ve toplumdan başlarlar? Sadece yozlaştırmak değil medeniyet zemininde kaos ve kargaşa oluşturarak onların devlet ve şehrini de bunun üzerinden alıştırarak/dağıtarak/satarak yapıya kendilerini aşılamak olabilir mi?

Rahmetle andığımız Prof. Dr. Erol Güngör, “Bir medeniyet her şeyden önce bir değerler, inançlar sistemidir: Müesseseler bu değer ve inançların birer eseri olarak ortaya çıkar.”, dediği yerde hocamız, toplum yapısının anlam dünyasının cevherine dikkat çeker ki bu bahis bir medeniyetin kimlik teşhisi bakımından ve onu oluşturan değer ve ilkeleri anlamak noktasında fevkalade önem taşır. Bizim naçiz çabamız ise medeniyet denilen olgunun unsur çerçevesini çizerek anlaşılır ve açıklanır kılmaktır.

Toplum olgusu her medeniyette kendi kültürü ki, inanç buna dâhildir, teşekkül eder ve tarihte yerini alır. Ötesi ise artık özel alanda o medeniyeti ve aksamını incelemektir.  Değilse dini, milli ve insani kimliklerimiz arasında savrulmamalarımız ve kargaşamız sürüp gidecek gibidir.

Vesselam.