Toplum: Medeniyet Tasarımı yahut İnsan Olmanın Manası (1)
Hacı Bayram Veli’nin Nâgehân ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm Ben dahî bile yapıldım taş ü toprak âresinde, dediği o yerde insan bir şehirde taş-toprak arasından nasıl yapılır? İşte bu soru geçmişten geleceğe insan/toplum, devlet ve şehir arasından konumlanan yahut nihai şekli temsil eden bir form olarak “medeniyetin” bir yapının/kültürün dallanıp budaklanması ve meyve vermesi ile oluşan bir hâsıla olduğunu gösterip, düşündürüyor. Maziden esip gelen rüzgârlarda saklı tohumlar zamanın içinde mekânın toprağına düşerek insanın bütünlüğünü var ediyor. Yahut yeni bir kültür canlanması kendi nevi şahsına münhasırı ile yeni dönemi başlatıveriyor. Tam burada kültür-medeniyet ikilemine ya da birlikteliğine ulaşırız. Peki, kültür mü medeniyetten medeniyet mi kültürden çıkar şeklindeki kafa karışıklığı yahut farklı yaklaşımlar nasıl aşabilir? Hangisi diğerinin yapıcı esasıdır. Yahut aralarındaki organik alaka nedir?
İnsan doğa içinde yani zorunluluklar mekânında iken şüphesiz bilinen
son on bin küsur yılda umumiyetle toplumda ve toplumla yaşadı. Muhakkak ki bu
hayat içerisinde kültür kavramı ile ifade edilen insan ve toplumun kendisini ve
hayatı algılama biçimi, özgünlüğü, farklılığı, farkındalığı oluşturduğu insanî
toplanmanın/içtimaın yani toplum, cemiyet denilen yapının değerleri,
davranışları, karakteri, ahlakı, usulü gibi konularda hep zemini oluşturan, o
parlayıveren iç aydınlığının hayata taşması olarak yerini aldı. Dolayısıyla
kültür meselesi insan ve toplum meselesidir.
Öte yandan mekân dair değiştiremediğimiz zorunluluklar içerisinde
insanın hürriyet alanı da tam burasıdır; kültür belki de insanın doğa içinde
kendini ifadesidir. Özgün olanı aklı ve ruhuyla ortaya çıkarmasıdır. Doğadaki
taştan süslemeli bir çeşme yapmak işte bu doğa-insan ilişkisinin içerisinde
yeryüzünün insanileşmesidir. Aynı taşları mancınığa koyup atan aklın da insana
ait olduğunu ise hiç unutmamak lazımdır. Afrika’da en iptidai görülen şartların
insanlarından günün metropol yığınlarına kadar insan bir kültür zemini ve onun
fikri tezahürleri ortamında yer aldı ve alıyor.
Belki de bugün küresel kavramı ile bahsedilen o amansız savaş bu
kültürün neliği ve muhtevasına hakim olarak beşeriyete tahakküm meselesidir.
İşte insanın yeryüzü macerasında çevresi ile olan alakasının muhtelif sebeplere
dayanan gelişmesi ile birlikte kültür hayatı içerisinde insanın insanla olan
alakasından toplum denilen olgu ortaya çıktı. Hele iletişim ağları
üzerinden bir merkezden milyarlara ulaşma, etkileme hatta yönlendirme imkânları
olan günümüzde bu çok daha hayati ve ilginç bir hal aldı. İşte kültür, Ziya
Gökalp gibi sosyologlarımızın düşünce dünyasında ifade ettiği üzere, milli olma
yahut belirli bir çevreyi temsil etme hususiyetini burada kazanır.
Öte yandan Aliya İzzetbegoviç’in tespiti üzere, “Kültür bir bakıma zaman
dışı, tarih dışıdır. Onun yükseliş ve düşüşleri vardır; ama alışılmış manada ne
gelişmesi, ne de tarihi vardır. Sanatta, bilimde olduğu gibi “bilgi” veya
tecrübe birikmesi yoktur. Anlatım gücünün, bir gelişme neticesi olarak
artmasını müşahede etmiyoruz. Uygarlığın taş devri ve atom devri vardır,
kültürde böyle bir gelişme yoktur.” Meseleye buradan bakınca kültürün kök ve
can suyu mesabesinde olduğunu düşünmek hatalı olmayacaktır.
Milli olanın devri parlamaları ve sönmeleri o kültürü ve insanlarını
hayat içerisinde ve medeniyet dairesinde yerine ulaştırır. Nevzat Kösoğlu’nun
kültürün sıcak olması ve soğumasına dair tespitleri de tam burada
hatırlanmalıdır. Zira bunun olması o kültürünü neticede insanlık içerisindeki
yerini belirler ki toplumda bu çerçevede teşekkül eder. İşte kültür toplum,
devlet ve şehir olgularının zemini olmak bakımından medeniyet denilen nihai
şeklin oluşmasının esası olmak hasebiyle medeniyetle organik bir bağ
içerisinden insan hayatında yerini alır.
Din gibi unsurlar işte kendi ilke ve ölçüleri ile o kültür içerisindeki
insani durumun muhtevası olmak bakımından tarihte yerlerini alırlar. Muhteva
analizi üzerinden kimlikleri teşhis ve tespit meselesi başka bir konu olup
bizim burada ifade etmek istediğimiz olgunun ifadesiyle kültür-medeniyet
organik ilişkisi üzerinden medeniyetin o nihai formun ne idüğünü düşünmeye
çalışmaktır.
Şüphesiz kültür pek çok muğlak ve değişik tanımlarla tarifi karmaşık
bir hale getirildi. Medeniyet olgusu da bundan payını aldı. Hele kendi
doğrusunu kültür ve medeniyet diye tarif ederek budur demek, çıkmaz sokaklarda
yolumuzu kaybettirdi. İnsan kendisini düşünürken ayinesine düşenler her zaman
aks-i hakikat olmuyor.
Her halükarda insanlığa dair medeniyet yapıları içerisinden kültürü bir
kurucu, var edici esas, asabiye gibi düşünürsek bunun hayat içerisindeki
görünümleri farklı millet ve toplum yapılarının ortaya çıkışını gösterir. Bir
milletin dili kültürü müdür yoksa medeniyeti mi? İşte burada bahsettiğimiz konu
biraz daha somutlaşır gibidir. İnsanın tabiata ve diğer insanlara kendince
verdiği etki tepki hülasa ses ve dil muhtelif zaman zeminlerde farklı dillerle
anlaşan toplum kümelerini var etti.
İnsanî özü aynı olan bu varlık artık bir kültür varlığı olarak kendine
özgü bir anlaşma ve anlamlandırma cihazı ile âleme yöneldi. Onunla adlandırdı,
açıkladı ve anladı. Hülasa kendine
dikkat et dediğimiz yerde kastımız birey kadar toplum ve onun ne idüğünün
genetiği olan kültür ve onun zemininde
oluşan nihai şekil medeniyet bizim için varoluş meselesidir. İnsan düştüğü
yerden ayağa kalkarmış.
Toplum
dediğimiz yapı işte kültür zemininde oluşarak belirli sınırlarda bir
birlikteliği ifade etti. İnsanların kaynaşmak ve dayanışmak için ihtiyaçlar
sebebiyle toplanması gerçeği farklı kültür renklerinde ve o zeminin coğrafi,
insani ve sair gerçekleri ile birleşerek otantik yapısını yahut milli olanı
oluşturdu. Zaman içerisinden millet burada teşekkül etti.
Burada
kastımız ne kültürü tartışmak ne de toplumu açıklamaktır. Bu konuda bilenleri
çok şey yazdı ve söyledi. Medeniyet
tasarımı üzerinden düşünürken insan denen varlığın eski zamanlardan bugüne
kadar var olduğu medeniyet ortamını teşhis için bakılması gereken öncelikli
yerin insan ve onun toplum yapısı olduğuna dair düşüncemizi ifade ve bu hususa
dikkat çekmek esas maksattır.
Etrafınıza
sorsanız medeniyet nedir? Muhtelif cevaplar alırsınız. Herkesin medenisi farklı
olabilir. Lakin medeniyetten anladığımız adab-ı muaşeret ise eğer bu insan ve
toplum dediğimiz o yapının içerisinden bugün psikoloji ve sosyoloji/sosyal
psikoloji adını verdiğimiz bilimlerin konusu olan bir yapının antropoloji, tarih,
felsefe gibi bilimlerce manalandırılmaya çalışıldığını görürüz.
Hülasa
medeniyet denilen tek dişi kalmış canavarın ne idüğünü tespitte üç kavramdan
birinin toplum olduğunu
söyleyebiliriz. Bir yerde medeniyetten bahsediyorsak ki biz burada diğer iki
ayak olan devlet ve şehirle birlikte oluşan lakin bunlara benzemeyen o nihai
şekli anlıyoruz. Bu bakımdan gelecek adına bu sihirli, efsunlu lafzı
kullanırken mefhumlarımız ve bunları değerlendirmedeki tarihi süreçler
fevkalade belirleyicidir. Bir tabu yahut dogma gibi belirli bir tarihi
manzarayı medeniyet zannetmek biz modernizmzedelerin yahut modernizme işi yıkıp
kendi tembelliğini örtbas eden yarım entelektüel akılların işi değil midir?
Söz taş
ile toprak aresinde olurken insan bir şara gelir. İşte insanın medeniyet
tasarımı içerisindeki ilk parçası toplumdur. İnsan bunun içerisinden var olur,
yaşar ve ölür. Sanat, bilim, iktisat ne varsa hayata dair burada teşekkül eder.
Devlet ve şehir bu zeminden teşekkül eder. Bu bakımdan medeniyet nedir sorusuna
cevap ararken merakımız bizi toplum kavramından onun üstünden teşekkül eden
devlet olgusuna götürür.
Onu
da gelen yazıda düşünelim. Her halükarda medeniyet dediğimiz bütünlüğün
oluştuğu organik parçalarına bölerek bakamazsak görünen bize sadece neticeleri
göstereceğinden bir türlü içinde olduğumuz kargaşadan bir düzene doğru
yürüyecek güzergâhı tespit edemeyiz. Bir arabaya dışarıdan kaportasına bakarak
tamir edemeyeceğimiz gibi medeniyeti de hâsılası üzerinden anlamak ve açıklamak
türlü müşkülü tevlit edebilir. İçe bakmak içe dönmek zarureti söz konusudur. Yahya
Kemal’in Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirine nüfuz için işte oradaki toplum,
devlet ve şehri anlamak gerekli değil midir?
Toplum/sosyal/cemiyet
lafzı elbette kutsal ya da dogma değildir. Her şey de gördüğümüz gibi
mefhumunca mana ve değer taşır. Muhtevasız her kalıp boş bir heykelden
ibarettir. Nurettin Topçu, İsyan Ahlakı
ile toplum olgusuna ve bireyin kendiliği meselesine bakmıştı. İnsanın ve
toplumun diğeri aleyhine hale gelmesi durumuna karşı bir itidal arayışı olarak
isyan ahlakını teklif eden Topçu toplum dediğimiz medeniyet olgusunun önemini inkârdan
ziyade onu belirli ideolojik, tarihi ve dogmatik unsurları ile işte mutlak
budur, gerçeği budur bakışına karşı çıkmış ve bu yapının ferdi yozlaştıran
haline itiraz etmiştir.
Her
halükarda medeniyet meselesi mevzu bahis olduğu her tarihi devrede devlet ve
şehri kuran telakkilerin öznesi olarak toplumun varlığını görmemezlik etmek
meseleye eksik bakmak hatta bakmamak demek olacaktır. Toplum bu manasıyla
ahengi, insicamı, eğitimi, müşterekleri, mutabık kaldıkları ile canlıdır.
Değişir, dönüşür ve kültürü onun nasıllığının esas mizacını tayin eder. Kadim
bir Roma yahut Hitit şehir kalıntısına baktığımızda aslında gördüğümüz oradaki
insanın ve dolayısıyla toplumun somutlaşmış bir silüeti karşımıza çıkar.
İçindekinin dışıdır medeniyet. Bu bakımdan aklımıza toplum putları dikmeden
açık bir zihinle meseleyi düşünmek neticeye ulaştırabilecektir.
Toplum
bütünlüğü organik süreçlerde teşekkül eden milletler için kültür canlı ve
medeniyet verimli olacaktır, öte yandan kes yapıştır kültür ve medeniyetleri
ise sahte sadece aslını yaşatırdan başka bir işe yaramayacaktır. Taşeron kafası
ile medeniyete ancak amele olunur…
Her
halükarda insana ve topluma ve ona dairlere doğru, güzel ve iyi yaklaşmak akl-ı
selim icabı, kalbi selim gereği ve zevki selimin bir mesuliyetidir. Bu
medeniyet modasına kaptırıp gitmişken kendimizi en azından düşünerek bakınmak
medeniyet yollarında gezinmek o yapılan şâr içinde yapılmaya imkân
sağlayacaktır.
İnsan
ve toplumun kabiliyet ve yeteneklerinin tespit ve geliştirilmesi medeniyet
tasarım ve tasavvuru için tüm meseleler ötesinden önemlidir diye düşünüyoruz. Bu
bakımdan aklımıza ve gönlümüze sahip çıkma mühimdir. Eğitim ve sosyal bilimler
bu yüzden hayatidir. İnsanî varoluş krizleri yaşanan çağımızda klasiklerin
neden en azından acımızı biraz da olsa dindirdiğini düşünerek geriye ve ileriye
baksak toplum dediğimiz medeniyet olgusunun manasında yol almaya başlayabiliriz
beklide? Değilse tarihin hurdalığında ikince el parça işine devam…
Sömürgeciler
neden bir medeniyete saldırıya insan ve toplumdan başlarlar? Sadece
yozlaştırmak değil medeniyet zemininde kaos ve kargaşa oluşturarak onların
devlet ve şehrini de bunun üzerinden alıştırarak/dağıtarak/satarak yapıya
kendilerini aşılamak olabilir mi?
Rahmetle andığımız Prof. Dr. Erol Güngör, “Bir
medeniyet her şeyden önce bir değerler, inançlar sistemidir: Müesseseler bu değer ve inançların birer eseri olarak ortaya çıkar.”,
dediği yerde hocamız, toplum yapısının anlam dünyasının cevherine dikkat çeker
ki bu bahis bir medeniyetin kimlik teşhisi bakımından ve onu oluşturan değer ve
ilkeleri anlamak noktasında fevkalade önem taşır. Bizim naçiz çabamız ise
medeniyet denilen olgunun unsur çerçevesini çizerek anlaşılır ve açıklanır
kılmaktır.
Toplum
olgusu her medeniyette kendi kültürü ki, inanç buna dâhildir, teşekkül eder ve
tarihte yerini alır. Ötesi ise artık özel alanda o medeniyeti ve aksamını
incelemektir. Değilse dini, milli ve
insani kimliklerimiz arasında savrulmamalarımız ve kargaşamız sürüp gidecek
gibidir.
Vesselam.