09 Ekim 2019

Toplumu köklerinden koparan bilgin!

 “Aldığınız her bilgi mutlaka bir işe yaramalı.” Böyle diyordu John Dewey. Fonksiyonel ve davranışçı psikolojinin öncülerinden olan Dewey, aynı zamanda pragmatik (faydacı) teorinin de öncüleri arasında. Dewey'e göre, bir düşüncenin doğru olabilmesinin tek şartı vardır: İnsanların amaçlarına ve menfaatlerine hizmet ediyor olması. Yani bir problemi çözmeye yaramıyorsa doğru düşünce değildir.

Dewey, hiçbir şeyin sabit kalmadığına, her şeyin değiştiğine inanıyordu. Değişmeyen tek şey değişimdi. Her şey, pozitivizm gereği iyiye doğru gitmek için değişiyordu.

Her şey göreceliydi. Onun için mutlak bir şey yoktu. Tanrı mutlaklığı ifade ediyordu. Böyle olduğu için de Tanrı inancı Dewey‘e ters geliyordu. John Dewey, tıpkı Karl Marx ve Stalin gibi, insanları gerçeklerden saptırmak için bu düşünceleri kullanıyordu. Engels diyordu ki: "Bir toplumu köklerinden koparabilirseniz, onu kolayca istediğiniz yöne çekebilirsiniz."

Amerikan aydınları da bugün eğitimdeki bu gidişattan şikâyetçiler. Çünkü okullar çocukları dinden uzaklaştırıyor ve böylece onları yeni dünya düzenine hazır bir şekilde yetiştiriyor.

John Dewey, çocuklara dini bilgi verilmesine şiddetle karşı çıkıyordu. O zaman dinden arıtılmış bir tarih dersini çocuklara nasıl anlatacaksınız? Bilimi sadece bir tesadüfler yığını olarak öğrencilere aktarmak ne ifade edecek?

Dewey‘in asıl tahribatı ahlak alanında oldu. Çünkü o her yerde geçerli, mutlak bir ahlak sistemini kabul etmiyordu. Ahlaki değerler kişiden kişiye değişebilirdi ona göre. İşte o zaman "bana göre" ahlakı gündeme gelir. Kişiler istedikleri yerde kendilerine yontup, ahlakı eğme-bükme alışkanlığına sapabilirlerdi. Yani ahlak anlayışları, kişilerin ihtiyaçlarına ve taleplerine göre değişebiliyordu.

Böylesine sübjektif bir ahlak anlayışıyla yetişen çocuklar için Tanrı'ya, aileye veya ülkeye sadakat pek önem taşımaz. Dar kafalı, bencil, önyargılı ve hoşgörüsüz insanlar çoğalır. Dahası, Dewey 'e göre kişisel özgürlüklerin hiçbir önemi yoktur. Önemli olan devletin gücüdür. Mesela Dewey ‘e bakılırsa Rusya ve Çin'deki sistem bireysellikten daha üstündü.

John Dewey‘e göre hukuka ve anayasaya inanmak da anlamsız bir şeydi. Çünkü değişmeyen bir şeye inanmak saçmaydı ona göre. İnsanların vicdanında var olan “doğru” ve “yanlış”lar bir şey ifade etmiyordu. Böylece hukuk sistemine de pozitivist düşünce hâkim olmaya başlamıştı. Bu ise “hak” ve “adalet” kavramlarının ortadan kalkması demekti. Oysa kanuna uygun olan her şey adil olmayabilir. Mesela, ülkelere yön veren belli zümreler kanunları istedikleri gibi yapabilirler. Ama bu, yaptıkları şeyin doğru ve adil olduğu anlamına gelmez.

Kanunların, kamu vicdanına ve içinde bulunduğu toplumun değerlerine uygun olması gerekir. Ama John Dewey‘e kalırsa, biz bir şey talep ediyorsak doğrudur. Yani belli bir zümrenin bir kısım talepleri varsa ve bunu yasalaştıracak güce sahip iseler, yaptıkları şey doğrudur. Adeta, “Canım öyle istiyor, o halde ben haklıyım”…

Bu anlayış bize ne kadar da tanıdık geliyor? Gündelik hayatımızda şikâyet ettiğimiz birçok melesinin altında yatan sakatlığın kaynağında bu anlayış var.

Başta Milli Eğitim sistemi olmak üzere, hukuk, siyaset, iş dünyası ve daha başka alanlarda bu zihniyetin izlerini sıkça görüyoruz.

Peki çözüm ne? Elbette hepsinin kaynağı olan milli eğitim sisteminin masaya yatırılması ve o sistemin merkezinde yer alan hastalığın tedavi edilmesi.