TOPYEKÛN DÜŞÜNMEYE DAİR BİR OKUMA
Münevverliğin/mütefekkirliğin ve münevverlerin/mütefekkirlerin (aydın/entelektüel) üzerine düşündüren zamanlardayız.
Bilhassa toplumumuzda hakikatli fikir ustalarının
kutuplaşmadan en olumsuz payı aldığını kabul ederek düşündüğümüzde, tabana
inebilen, kitleleri peşinden sürükleyen mütefekkir sayısının azlığı bizi
şaşırtmamalı.
Dolayısıyla -başımıza bir iş gelmesin diye- yaşayanlardan
çok ölmüş mütefekkirlere rağbetimiz de şaşırtmamalı.
Elbette işin “ama”sı var.
“Ama”sı şu: Çağını aşan mütefekkirler dahi günümüz hadiselerine
ışık tutmakta yetersiz kalabilir.
Bir karmaşanın yok edilmesinde, bir sorunun çözülmesinde
izlenecek yol haritasını mutlak kabul edip bütün insanlığa ve bütün zamanlara
mâl etseniz dahi, ve hatta yaşanan hadisat geçmişten bir sayfanın tekrarı olsa
dahi, derdin dermanı bugünü solumuş birinin elinden çıkan reçeteye muhtaç
kalabilir.
Kalabilir; çünkü genelde iki ihtimal vardır. Ya bugünkü
donanım içinden bir çare üretmek ya da geçmişten miras bir formülü rehber
edinmek.
Garabetin niyeti, hedefi, yöntemi iki asır öncesinden
alıntılanmış olsa da bugünün donanımı içinde, bugünkü hayata ve sistemlere
yöneliktir. Dolayısıyla düşman silahını arkaik, antik ya da erken modern
savunmalarla yok edemezsiniz; fakat kadim rehberlerin ışığında, günün
teknolojisiyle yeni yöntemler üretebilirsiniz.
Büyük tankların, insansız hava araçlarının karşısına en
azından aynılarıyla çıkma zorunluluğunuz vardır. Ama her çıkışın, direnişin,
savunmanın, üstelik hepsinin hakikatli olanının maneviyat ve fikir temelli bir
arka planı olmak zorundadır.
Makinenin yok edicilik ekseni niyete ve hedefe göre
belirlenir.
Günümüzdeki somut hadisata yönelik somut çareler için
geçmişin maneviyat ve fikir temelinden nasiplenmiş rehberlere ihtiyaç vardır. Makinelerin
hedefi ve niyeti için… toplumun olaya bakışını belirlemek ve doğru çizgide
kalmasını sağlamak için… topyekûn seferberlik için.
O rehberlerin makineyi tanıması veya kullanmayı bilmesi de
gerekmez. İşi, maksadı doğru eksene oturtmak, hakikat için direnmek, hakikat
için savunmak, hakikat için savaşmak adına yol gösterici olmaktır.
Peki bu altyapı ve üstyapı bugün mevcut mudur?
Şükür ki üst yapı yani işin somut ayağı mevcuttur.
Fakat alt yapıya gelince iş değişiyor.
Türkiye fikrî ve manevi bakımdan iki yüz yıldan fazladır
derin yarıklarla sınanan bir ülke. Derinleştikçe derinleşen bu yarıklar, her
günü devasa olaylara gebe bir coğrafyada yaşamamıza rağmen ortak vicdan
oluşmasına engel oluyor.
Aynı olaylara hep birlikte üzülebilen, aynı olaylara hep
birlikte sevinebilen, vatan ve millet bütünlüğüne hep birlikte sahip çıkan ve
bunun nasıl yapılacağına dair ortak hükümler belirleyen bir ülke değiliz.
Maalesef değiliz, olamıyoruz.
Ülkenin bağımsız ve bütünlüğü noktasında en az iki ana
kutubuz. Bu iki kutbun içinde de derin ayrışmalar bölünmeler var. Ve bu iki
kutup arasındaki azdan daha az olan ortak paydalar giderek yok oluyor.
Mesela, vatan savunması ve Türkiye Cumhuriyeti devleti
kurucuları tarafından belirlenen Misak-ı Millî sınırının korunması için şehit
düşen askere devlet kurucularına sadakatte ant içenler üzülemiyor. Belki de
üzülse “karşı tarafa” sevimli görüneceği korkusu yaşıyor.
Öyle bir yarık ki hiç kapanmasın isteniyor âdeta.
Kendi askerimiz için bile ortak yas tutamadığımız bir
devrede Filistin’deki soykırım için ortak vicdan oluşması mümkün mü?
Vatan savunması, savunma sanayiindeki gelişmeler, teknolojik
atılımlar, kimliğimizi yeniden kazanma çabamız, Müslüman coğrafyadaki
mazlumların yanında durma çabamız ve yüzlerce mesele… birer siyasi argüman
olarak sunuluyor kamuoyuna.
Vatan millet savunması ya da “gereksizliği” bir siyasi
tercihmiş gibi…
İşte bu aşamada meseleler daha sancılı, daha keskin ve fakat
daha dayanaksız hâle geliyor. Fikir ve maneviyat temellerimiz yok sayılıyor,
coğrafyamızın hangi dil, din ve inançtan olursa olsun ortak paydaları siyasi
bir cepheye dâhil ediliyor. Ülkemizin ve İslam dünyasının akıbet endişesi,
siyasi kürsü söylemlerinden ibaretmiş gibi gösteriliyor. Bugünün bir kısım
aydınları da bunu savunmak veya bu zemini oluşturmak arasında bulanık bir
noktada.
Fikrimizi, zikrimizi, vicdanımızı ifade etmenin, ortak
vicdan mecburiyetini kısım kesim ayırmadan savunmanın bedeli ağır.
İslam, Peygamber Efendimiz, Müslümanlar, ezilen Müslümanlar,
Filistin, Siyonist İsrail gibi kelime ve kalıplara alerjisi olana “aydın” deme
gafleti içindeyiz. Dünyada kendilerini içinde gördükleri düşünce ekolleriyle
dahi çelişen bir şovenistlik bu.
Bu başıbozukluğu çekip çevirmede yerli aydınlarımızın
sorumluluğu ve vebali büyük.
Yeri gelmişken Edward Said’in “Entelektüel-Sürgün, Marjinal,
Yabancı” kitabındaki entelektüel (münevver) tanımlarından birkaçını alıntılayarak
sözümüzü nihayetlendirelim:
“Entelektüelin bir görevi de insan düşüncesini ve insanlar
arası iletişimi kıskacı altına alan klişeleri ve indirgeyici kategorileri
kırmaktır. (…) Nabza göre şerbet vermek, konuşulması gereken yerde susmak,
şovenist kabadayılıklara, tantanalı döneklik ve günah çıkarma törenlerine
rağbet etmek bir entelektüelin kamusal rolüne en çok gölge düşüren tavırlardır.
(…) Entelektüel her zaman yalnızlık ile saf tutma arasında bir yerde durur.”
Ve belki de en önemlisi:
“…entelektüel mümkün olduğunca geniş bir halk kesimine
seslenir (onları küçümsemez), bu kesim onun doğal muhatabıdır.”