Türk Asrında Eğitim - II

Bir önceki yazımızda Türk asrına başlarken eğitimin nitelik tarafında çareler bulması gereken önemli meseleleri olduğundan bahsetmiştik. Bunların odak noktasını “eğitimde bir istikamet sorunu” olarak gördüğümüzü ve “Bu sorunu, Türk - İslam kültür ve medeniyetinden köklerini alan ve bu çerçevede serpilip gelişen bir ideale veya günümüzün meşhur deyişiyle “kızılelma”ya sahip olmama olarak da tanımlayabiliriz.”  demiştik. Daha da önemlisi, burada esas problemin bunun henüz “mesele” dahi edilmemesi diye de eklemiştik.

Türkiye’de özellikle birinci asrın sonlarında eğitimle ilgili çözüme kavuşturulan önemli problemler (eğitim kurumlarının sayısal olarak artırılarak yapısal ve fiziksel olarak iyileştirilmesi ve öğretmen istihdamındaki artışların sağlanması, ders kitaplarının yenilenerek ücretsiz olarak öğrencilerle buluşturulması, tekli öğretime geçilmesinde önemli mesafelerin kaydedilmesi, sınıf mevcutlarının uygun seviyelere çekilmesi vd.) vardı. Yapılanları küçük görmemekle birlikte, bunlar büyük ölçüde hemen her ülkede karşılaşılan / karşılaşılabilen problemlerdir. Nihayetinde belli bir ekonomik güce sahip olan her ülkenin bu sorunları çözmesi gerekir. Ancak meseleye “bütüncül” bakınca ülkemiz için öncelikli olarak ele alınması gereken problemlerin farklı olduğu görülecektir.

Hemen belirtelim, Türk eğitim sisteminin temel meselesi “özgün” olmamasıdır. Biz buna “kendine ait olmama” veya “millî bir sistem olmama” da diyebiliriz. He ne kadar adına sonradan “ön ad” olarak eklense bile eğitimimizde bu “sıfatın” henüz esamesi okunmuyor. Hâlbuki bir eğitim sisteminin temel gayesi, kendi toplumunun düşünce dünyasına uygun insanlar yetiştirmektir. Bu insanı, başka toplumların kendileri için ortaya koydukları modelleri devşirerek, yetiştirmemiz mümkün görünmüyor.

“Kaldırımlar” şairinin ifadesiyle bu durum “Güneşi ceketinin astarında kaybedip” başka yerde aramaya ya da daha açık bir ifadeyle “evimizde” kaybettiğimiz bir eşyayı “evimizin dışında” aramamıza benziyor. Ancak “İsyan Ahlakı” yazarının ifadesiyle “Kendimiz dışında nereye koştuysak, gurbette kaldık.”

Türk asrında köklerini Türk - İslam kültür ve medeniyetinden alan özgün bir eğitim sisteminin inşası öncelikli mesele olmalıdır. Bu bağlamda Türk eğitim felsefesinin bilimsel ve geleneksel birikimimiz esas alınarak özgün bir şekilde yeniden tasarlanması sağlanabilir. Böylece eğitimde muhatapların önüne istikamet / Kızılelma olarak “iyi ödev insanı yetiştirme”nin konması sağlanmış olacaktır.

İkinci yüzyılda ortaya konacak olan bu yeni paradigmayla kendine ve dolayısıyla toplumuna / kültürüne yabancı olmayan aksine bunları benimseyen ve geliştiren bir toplumun inşasının önü açılacaktır. Böylece bir taraftan yeni nesiller kendine güvenen ve aidiyet duygusu gelişmiş bireylere kavuşacak diğer taraftan bugünün ve geleceğin önemli sorunlarından biri olan ülkelerin yetişmiş insanlarını başka ülkelere kaptırma problemi de ortadan kalkacaktır.

Eğitimde gerçek iyileşme ve ilerlemenin kaydedilmesi de aslında bu temel esasın hayata geçirilmesine ve bütüncül bakış açısının yakalanmasına bağlıdır. Çünkü burası odak noktasıdır, âdeta bir filmdeki veya romandaki kurgu gibi her şeyi kendine çeker. Mesela iki binli yılların başında yenilenen öğretim programlarıyla birlikte Batı’dan mülhem öğrenci merkezli bir anlayış benimsenmiş ve bizim kültürümüzün temel taşı olan “insan merkezlilik” yok sayılmıştır. Hâlbuki bundan yaklaşık yedi asır evvel Mevlânâ, “Ey Tanrı’yı arayan, aradığın sensin.” derken Hacı Bektaş Veli, “Benim Kâbe’m insandır. Hiçbir milleti ve hiçbir insanı ayıplamayınız.” demiştir.  Yine onlara yakın bir zamanda Şeyh Edebali, Osman Gazi'ye “Ey oğul, insanı yaşat ki, devlet yaşasın” diye öğüt vermiştir. Şeyh Galip ise meşhur beytinde meseleyi tam olarak vuzuha kavuşturmuştur.

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

[Kendine hoşça bak; çünkü sen kâinatta yaratılmışların özü/göz bebeği olan insansın.]

Türk eğitim sisteminde yaklaşık iki asırdır devam eden yenilik arayışlarının ciddi bir iyileşmeyle sonuçlanmamasının sebeplerini de buna bağlayabiliriz. Nitekim kendi yaşam gerçeğinden, düşünce dünyasından ve kültüründen hareket etmeyen hiçbir çaba veya gayretin gerçekçi olması ve dolayısıyla sadra şifa vermesi de beklenemez.

Sonuç olarak Türk asrında ancak özgün bir eğitim sisteminin inşasıyla, çocuklarımıza ve gençlerimize “Türkiye’nin yeniden büyük devlet olma ülküsü” kazandırılabilir. Çünkü dışarıdan beslenen bir sistemin şimdiye kadar olduğu gibi şimdiden sonra da muhataplarına “yüksek bir ideal vermesi” beklenemez. Umulur ki gittiği her yere adalet, medeniyet ve ilim götüren yüce Türk milletinden insanlık yeniden bir diriliş beklemektedir.