07 Mart 2018

Türk idrakinin hakikati

Eskiler kendini bil derler. “Ben” idrakinin en eski izleri olan tarihi tezahürler binlerce yıldan süzülerek idrakimize ulaşır. Böylece köken bilincimizi süreç şuurumuzla birleşerek günün manasına ulaşırız. Mağara metaforunda gerçeği/insanı arayan kadim Yunan, Türk'ün gerçeği/insanı mağarada var ettiğini bilseydi ne yapardı bilinmez…

Kendini bilmenin en iyi yolu öz mirasını bilmek ve anlamakla mümkündür. Ulu Han Ata Bitikçi. Ahmet Bican Ercilasun Hocam, 1330'larda Mısır Memlûk sahasında yazılan bir eserin nüshasını Hocam Kazım Yaşar Kopraman'ın odasına getirdiğinde bu eserden ilk kez haberdar olmuştum. Çalışma saham olan Memlûklerden dolayı eseri haber veren Ebûbekr bin Abdullah bin Aybek ed-Devâdârî'yi duymuş, sair eserlerini de kullanıştım. Ama Türklerin en eski dönemlerine ve türeyiş/yaratılış meselesine bakışına dair önemli bilgiler içeren bu eseri ilk kez duyuyordum. Bican Hoca bu Arapça eseri Kazım Hocam'a tercüme ettirerek, mevcut malumatı ortaya koydu. Bu cümleden Türeyiş'e dair Ulu Han Ata Bitikçi'deki malumat incelendiğinde kadim Türk idrakinin, Ahmet Bican Hocamın aktardığı metinden yola çıkarak, metnin arasına bendenizin eklediği italik yazılı Kur'an ayetleri bağlamında, türeyiş/yaratılış düşünüldüğünde bahsedilen hususiyet yoruma hacet bırakmadan görülebilecektir.  

Anlamak için bilmek bilinç var eder. Türeyiş'in Türkçesi: “İlk çağda yağmurdan hâsıl olan seller (Gökten bir su indirdi de vadiler, kendi ölçülerince/kaderlerine göre sel oldu, ardından da sel, üste çıkan köpüğü taşır hale geldi. Rad 17, Allah bütün canlıları sudan yaratmıştır. Bazısı karnı üzerinde sürünür, bazısı iki ayakla yürür, bazısı da dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah şüphesiz her şeye kadirdir” (Nur/45).“Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı? Ki Allah onu bina edip yükseltmiş ve ona şekil vermiştir. Gecesini karanlık yapmış, gündüzünü aydınlatmıştır. Bundan sonra da yeri düzenlemiştir. Suyunu ondan çıkarmış ve orada otlak yer meydana getirmiştir. Dağları da sapasağlam yerleştirmiştir. Bütün bunları sizin ve hayvanlarınızın geçimi için yapmıştır” (Nâziât/27,33). “Gökten bereketli bir su indirdik, onunla biçilecek tane(li ekin)'ler bitirdik. Birbirine girmiş kat kat tomurcukları olan yüksek hurma ağaçları yetiştirdik, kullarımıza rızık olması için. Ve o suyla ölü bir diyara can verdik. İşte, kabirlerden çıkış da böyle olacaktır” (Kaf/9,11). Karadağcı denilen bir dağdaki mağaraya çamur sürükleyip getirdi (“Andolsun ki Biz insanı, çamurdan süzülmüş bir hülasadan (özden) yarattık”(Mü'minun/12) ve bu çamurları insan kalıbına benzeyen yarıklara döktü. Su ile toprak bir müddet bu yarıklarda kaldı. Güneş Saratan burcunda idi ve sıcaklığı çok kuvvetli idi. Güneş, su ve toprak döküntülerini kızdırdı, pişirdi. (“Andolsun Biz insanı kuru bir çamurdan, değişmiş cıvık balçıktan yarattık” (Hicr/26)Mezkûr mağara kadının karnı (batnı) vazifesini gördü. Su, toprak ve güneşin harareti (ateş) unsurlarından ibaret olan bu yığın üzerinden dokuz ay mutedil rüzgâr esti. Böylece dört unsur birleşmiş oldu. Dokuz ay sonra bu yaratıktan insan şeklinde bir mahlûk çıktı. (“Sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere: ‘Âdem'e secde edin' dedik” (Arâf/11). Hâl­buki O, sizi çeşitli merhaleler hâlinde yarattı” (Nuh/14) Bu insana Türk dilince 'Ay Atam' denildi ki 'ay baba' demektir. Bu 'Ay Atam' denen kişi sağlam havalı ve tatlı sulu yere indi. Kuvvet ve neşesi günden güne arttı, orada kırk yıl kaldı. Sonra seller bir daha aktı, yukarıda zikredildiği gibi mağaradaki yarıklara toprak doldurdu. Güneş Sünbüle yıldızında idi. Binaenaleyh bu toprağın pişmesi zamanı güneşin aşağı indiği devre tesadüf etti ve bundan dolayıdır ki bu topraktan yaratılan kişi dişi oldu. Bu dişi kişiye 'Ay-va' adı verildi ki 'ay yüzlü' demektir. Ay Atam ile Ay-va evlendiler. (“Allah sizi (Hz. Âdem'i) bir topraktan, sonra nutfeden (bir zigottan -Hz. Âdem'in nesli-) yaratmış, sonra da sizi çiftler hâlinde var etmiştir” (Fâtır/11). Bunlardan kırk çocuk dünyaya geldi. Yarısı erkek yarısı dişi idi. Bunlar birbiriyle evlendiler. Ana ve babaları öldükten sonra çıktıkları mağaraya gömüp ağzını altın kapı ile kapadılar ve kapının yanına çiçekler koydular. (Ey insanlar! Bizi sizi, bir erkekle dişiden yarattık. Ve örfler yoluyla tanışıp kaynaşasınız diye sizi milletlere, boylara ayırdık. Hiç kuşkusuz, Allah katında en seçkininiz, sakınılması gereken şeylerden en çok sakınanızdır. Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır. Hucurat 13) (Kaynak Yeniçağ: Türklerin türeyiş efsaneleri: Ulu Han Ata Bitigçi - Ahmet B. ERCİLASUN)” Düşünmek için bir arzdır efendim, herkes elinin ulaştığını alacaktır elbette. Burada izleri aşikâr hikmetinin ötesinde, metin pozitivist bir kafayla dahi okunsa efsanedeki türeyiş mantığının “maymun tezinden” daha makul olduğu ortadadır!  

 

İdrakimiz Türklerin kadim irfanının vüsatıyla karşılaşıyor. Kendimizi bildikçe, ilim kendin bilmektir meselesinin derinliğine anlaşılma imkânı da artacaktır. Türk dilince varlığı kavramak, sonsuzluk dilince söylenenin idrakimizde hakikate dokunmaya başlamasını mümkün kılacaktır.

 

Kökleri olmayanın dallarında çiçek açmaz, meyve bulunmaz.

 

Vesselam…