Türk umranında medeniyet ilkesi olarak hukuk yahut Hindistan'da Türkler
Hindistan
denildiğinde uzaktaki egzotik bir ülkeden fazlasından bahsettiğimizi
bilmeliyiz. Hindistan, ülkemizdeki genel tarih ilgisizliği ve Umumi Türk Tarihi
bakış açısı eksikliği nedeniyle, Türk tarihine dair en az bin yıllık bir mirasa
sahip bir kıta olmasına rağmen bu yönüyle pek tanınmaz. Hâlbuki burada Türk
tarihi eskiçağlardan başlayarak 19. Asra kadar çok önemli bir umran kurmuştur.
Gaznelilerle başlayan süreçte Delhi Türk Sultanlığı ve Babürler devirleri ile Hindistan
asırlar boyunca Türk hâkimiyetinde kalmıştır. Bugün hala orada yaşayan Türk
asıllı bir nüfus da yaşamaktadır. Bunlar Türkçe konuşamasalar da ki bu konuda
mutlaka bir şeyler yapılmalıdır, kendi kökenlerine dair bilinç sahibi
insanlardır. Hülasa bir insanlar mahşeri olan Hindistan Türk umranından da
payını almıştır. Biz bu yazıda burada kurulan Delhi Türk sultanlığı
hükümdarlarından birsine dair medeniyetçi milliyetçilik olarak ifade edip
Türkistanlılık genel başlığında ele aldığımız medeniyet yaklaşımı içerisinde
medeniyetin unsurlarından olan devletin iç değer yapısı ve Türk hukuk
anlayışına dair son derece önemli birkaç durumu aktarmak istiyoruz. Buradaki
bilgiler meşhur seyyah İbn Battuta’dan gelmektedir. Burada verilen bilgiler o
seyahatnamenin içerisinde kalmayacak kadar önemli olduğundan ayrı bir yazı
konusu ederek medeniyet tarihimize dair çok önemli olduğunu değerlendirdiğimiz
bası hususlara dikkat çekmek istedik. İbn Battuta’nın aktarımları arasında burada
hakim olan Türk hükümdarlarından Gıyaseddin Tuğlukoglu Ebu’l-Mücahid Muhammed Şah, Delhi Türk Sultanlığı içerisinde yer alan Tuğluk
Devleti'nin ikinci sultanıdır. (1327-1351). Ona ve devrine dair çok önemli
bilgiler veren seyyah devletin dini adalettir, olarak izah edilen medeniyet
ilkesine dair sultanın hukuk önündeki bazı tutumları ile alakalı çok önemli
bilgiler aktarır. Fatih Sultan Mehmed’e dair anlatılan meşhur mahkeme hikâyelerini
hatırlatan ve bize göre gerçekliği konusunda tereddüt edilmemesi gereken bu
bilgiler Türklerin kurduğu nizamın esasında medeniyet ilkesi olarak devlet
kavramının hukuk ve adaletle alakalı yapısına dair verilen malumat tarihte
insan umranın parladığı ve aslında medeniyet kurmaktan maksat esasın kendini
ortaya koyduğu anlardan birini göstermektedir.
Devlet bir toplum-coğrafya/şehir
yapısının somut sureti/formu ise bu manada kurulu düzenin manası İbn
Battuta’nın müşahadesine dayalı olarak aktardığı ve kanımızca idealize etme
çabasıyla alakası olmayan aşağıdaki bilgilerdir. İnsanlık medeniyet kurmaktan
ne anlıyorsa burada bahsedeceğimiz malumata dair gerçekliğin oluşması şüphe yok
ki bunlardan biridir, belki en önemlisidir.
Hukukun
varlığı ve bunun toplum hayatında medeni bir ilke olarak ortaya çıkması bir
kültür ve olgunluk meselesidir. Burada bilgelik aklı devreye girer. Hiçbir
teori ve idealize etme çabası hayatta pratik olarak var olandan daha değerli
olamaz. Sartre, varoluş özden önce gelir derken özde var olan şeylerin hayata
değer katmadıkça manasının tarihte ortaya çıkmayacağını düşünmüş olması
muhtemeldir. İbn Battuta bu bağlamda Sultanın Adaleti ve Alçakgönüllülüğüne Dair Bir Olay başlığı ile bir
müşahedesini aktarır: “Hint ulularından biri, hükümdarı kadı huzurunda hesap
vermeye çağırdı. İddiasına göre
hükümdar onun kardeşini sebepsiz yere öldürmüştü. Hiçbir silah kuşanmadan kadı efendinin huzuruna çıkan hükümdar
saygı
ile eğildi, selam
verdi. Zaten önceden kadıya emretmişti; mahkemeye
gelecek olursa ayağa kalkmasın diye! Böylece
davaya çıkıp
ayakta dikildi. Neticede kadı, hükümdar aleyhine karar vererek onun davacıyı razı etmesi gerektiğini bildirdi. Zira kardeşinin kanı vardı ortada. Hükümdar [yüklü bir diyet vererek] adamı razı etti. İbn Battuta, Seyahatname, c.2, (Çev A.
Sait Aykut), İstanbul, 2004S. 683” İl
gider töre kalır, töre konuşur bey susar gibi bilgelik ilkelerinin kendisini
izah ettiği bundan daha “kut” içeren bir sahne olamaz. Sultan kendi önünde
ayağa kalkmama talimatı verdiği kadının huzurunda hukuka ve adalete dair bir
anıt dikmiş görünmektedir. Bir tarihe mensup olmak o tarihin bu manadaki
değerlerini kendöz bilmekle yakından alakalıdır. Savaş meydanlarında çokça
zaferler kazanan Türklerin Sultan Muhammed’in bu zaferine ve insanlık adına
bıraktığı bu tutuma karşı mirasçı olabilmeleri 21. Asır adına önemlidir. Türk
adının manası nedir diye merak edenler şüphesiz buradaki manzaraya mirasçı
olmaktır, cevabını verebilmeleri ve bunun hayatta tatbik etmeleri muasır
medeniyet merakımız ve arayışımız bakımından önemlidir, diye düşünüyoruz. Yine İbn Battuta aktardığı benzeri bir olayda,
“Bir kez de Müslümanlardan biri sultandan
alacağı
olduğunu iddia etti. Kadı her ikisini dinledikten sonra sultan aleyhine hüküm
verdi. Hükümdar adama borcunu ödedi. 683.” Görülen bu tutum Kutadgu Bilig’de
bahsedilen zemin ile de mutabık olarak nizam anlayışımızın esaslarından birini
yoruma hacet bırakmadan göstermektedir. Büyük zaferler her zaman harp meydanlarında
kazanılmıyor.
İbn
Battu!ta’nın aktardığı diğer bir olayda da benzer mesele görülür: “Bey çocuklarından biri kendisini sebepsiz yere dövdüğü iddiası ile sultanı kadıya
şikâyet etti! Kadı, sultanın
onu razı etmesi
gerektiğini, aksi halde kısas
yapılacağını söyledi. İbn Battuta
başka bir müşahedesini daha aktarır:“Ben
o gün hükümdarın
büyük salona geldiğinde
çocuğu huzura çıkarıp eline bir sopa uzatarak şöyle dediğini
duydum: "Başım hakkı için! Ben sana nasıl vurdumsa
sen de bana öyle vuracaksın!" Çocuk sopayı aldı, tam yirmi bir
defa vurdu ona! Hatta hükümdarın başından külahının düştüğünü gördüm! s.684” Sultan için adalet mülkün temeli
olmuş görünüyor. Herhangi bir sebep Sultanın istisna durum oluşturmasına yol
açmıyor. Devletin itibarı burada adeta anıtlaşmış gibi görünüyor. Hukuk ve
adalet, sevilen ve tavsiye edilen bir fantezi olarak değil bir medeniyet ilkesi
olarak işliyor. Yine başka bir bilgi olarak: “Kardeşi Mübarek
Han'a Kadılar
Kadısı Kemaleddin ile
beraber büyük salonda halılarla döşeli yüksek bir kubbe
altında
oturmasını emretti. Kadı
Kemaleddın'in orada tıpkı
sultanınki gibi yastıklarla çevrili bir peykesi vardı. Sultanın kardeşi, Kadı Kemaleddın'in sağ tarafına otururdu. Büyük emirlerden biri borçlanır da alacaklıya ödeme yapmaktan kaçınırsa, hükümdarın kardeşinin adamları o
emiri tutar, adilce yargılanması için kadı efendinin huzuruna çıkarırdı, s. 684”, gözlemi aktarılır. Bütün bunlar bir kişiyi ululamak,
övmek, yaşansı be ne milletmişiz dedirtmek için aktarılmadı elbette. Burada
bilge bir aklın tarihte görünmesi ve kendi mensuplarına mesuliyetlerini
hatırlatması gayesi önceliklidir.
Kendözü temessül etmek, mensup olarak sahiplenmek, onu bir hayat ilkesi haline getirme, tatbikat sahasına taşıma fevkalade önemlidir. Kendözcülük faydasızdır. Bir kavram bizde hayat ilkesi olup eyleme geçmiyorsa fayda ilkesi işlemez. Burada sunulan malumat bugünün 21. Asır Türklerinin hayatına vay be Hindistanda’dan Viyana’ya hep adil milletmişiz gibi söylemlere yol açıyor ama hayatımızın pratiğine fayda vermiyorsa tarih bize faydasız hatta bizi zehirliyor demektir. Medeniyet tolum-devlet-şehir üçlemesinde dış yapısını ve mantığını bulurken iç yapısında değerler yer alır. Bunlar öznel olabileceği gibi insanlığa dair olanlardan da oluşabilir; burada önemli olan terkibin otantik bir şekilde oluşup yama ya da taklit olmaktan öteye geçebilmesidir. Hukuk düzeni içinde kendi kaynaklarımız ya da dışarıdan tercüme kaynaklar ile ulaşan normlar olsun esas insandır ve uygulayanın ahlakıdır.
Vesselam