12 Mart 2024

​Türk umranında medeniyet ilkesi olarak hukuk yahut Hindistan'da Türkler

Hindistan denildiğinde uzaktaki egzotik bir ülkeden fazlasından bahsettiğimizi bilmeliyiz. Hindistan, ülkemizdeki genel tarih ilgisizliği ve Umumi Türk Tarihi bakış açısı eksikliği nedeniyle, Türk tarihine dair en az bin yıllık bir mirasa sahip bir kıta olmasına rağmen bu yönüyle pek tanınmaz. Hâlbuki burada Türk tarihi eskiçağlardan başlayarak 19. Asra kadar çok önemli bir umran kurmuştur. Gaznelilerle başlayan süreçte Delhi Türk Sultanlığı ve Babürler devirleri ile Hindistan asırlar boyunca Türk hâkimiyetinde kalmıştır. Bugün hala orada yaşayan Türk asıllı bir nüfus da yaşamaktadır. Bunlar Türkçe konuşamasalar da ki bu konuda mutlaka bir şeyler yapılmalıdır, kendi kökenlerine dair bilinç sahibi insanlardır. Hülasa bir insanlar mahşeri olan Hindistan Türk umranından da payını almıştır. Biz bu yazıda burada kurulan Delhi Türk sultanlığı hükümdarlarından birsine dair medeniyetçi milliyetçilik olarak ifade edip Türkistanlılık genel başlığında ele aldığımız medeniyet yaklaşımı içerisinde medeniyetin unsurlarından olan devletin iç değer yapısı ve Türk hukuk anlayışına dair son derece önemli birkaç durumu aktarmak istiyoruz. Buradaki bilgiler meşhur seyyah İbn Battuta’dan gelmektedir. Burada verilen bilgiler o seyahatnamenin içerisinde kalmayacak kadar önemli olduğundan ayrı bir yazı konusu ederek medeniyet tarihimize dair çok önemli olduğunu değerlendirdiğimiz bası hususlara dikkat çekmek istedik.  İbn Battuta’nın aktarımları arasında burada hakim olan Türk hükümdarlarından Gıyaseddin Tuğlukoglu Ebu’l-Mücahid Muhammed Şah, Delhi Türk Sultanlığı içerisinde yer alan Tuğluk Devleti'nin ikinci sultanıdır. (1327-1351). Ona ve devrine dair çok önemli bilgiler veren seyyah devletin dini adalettir, olarak izah edilen medeniyet ilkesine dair sultanın hukuk önündeki bazı tutumları ile alakalı çok önemli bilgiler aktarır. Fatih Sultan Mehmed’e dair anlatılan meşhur mahkeme hikâyelerini hatırlatan ve bize göre gerçekliği konusunda tereddüt edilmemesi gereken bu bilgiler Türklerin kurduğu nizamın esasında medeniyet ilkesi olarak devlet kavramının hukuk ve adaletle alakalı yapısına dair verilen malumat tarihte insan umranın parladığı ve aslında medeniyet kurmaktan maksat esasın kendini ortaya koyduğu anlardan birini göstermektedir.

 

Devlet bir toplum-coğrafya/şehir yapısının somut sureti/formu ise bu manada kurulu düzenin manası İbn Battuta’nın müşahadesine dayalı olarak aktardığı ve kanımızca idealize etme çabasıyla alakası olmayan aşağıdaki bilgilerdir. İnsanlık medeniyet kurmaktan ne anlıyorsa burada bahsedeceğimiz malumata dair gerçekliğin oluşması şüphe yok ki bunlardan biridir, belki en önemlisidir.

 

Hukukun varlığı ve bunun toplum hayatında medeni bir ilke olarak ortaya çıkması bir kültür ve olgunluk meselesidir. Burada bilgelik aklı devreye girer. Hiçbir teori ve idealize etme çabası hayatta pratik olarak var olandan daha değerli olamaz. Sartre, varoluş özden önce gelir derken özde var olan şeylerin hayata değer katmadıkça manasının tarihte ortaya çıkmayacağını düşünmüş olması muhtemeldir. İbn Battuta bu bağlamda Sultanın Adaleti ve Alçakgönüllülüğüne Dair Bir Olay başlığı ile bir müşahedesini aktarır: “Hint ulularından biri, hükümdarı kadı huzurunda hesap vermeye çağırdı. İddiasına göre hükümdar onun kardeşini sebepsiz yere öldürmüştü. Hiçbir silah kuşanmadan kadı efendinin huzuruna çıkan hükümdar saygı ile eğildi, selam verdi. Zaten önceden kadıya emretmişti; mahkemeye gelecek olursa ayağa kalkmasın diye! Böylece davaya çıkıp ayakta dikildi. Neticede kadı, hükümdar aleyhine karar vererek onun davacıyı razı etmesi gerektiğini bildirdi. Zira kardeşinin kanı vardı ortada. Hükümdar [yüklü bir diyet vererek] adamı razı etti. İbn Battuta, Seyahatname, c.2, (Çev A. Sait Aykut), İstanbul, 2004S. 683” İl gider töre kalır, töre konuşur bey susar gibi bilgelik ilkelerinin kendisini izah ettiği bundan daha “kut” içeren bir sahne olamaz. Sultan kendi önünde ayağa kalkmama talimatı verdiği kadının huzurunda hukuka ve adalete dair bir anıt dikmiş görünmektedir. Bir tarihe mensup olmak o tarihin bu manadaki değerlerini kendöz bilmekle yakından alakalıdır. Savaş meydanlarında çokça zaferler kazanan Türklerin Sultan Muhammed’in bu zaferine ve insanlık adına bıraktığı bu tutuma karşı mirasçı olabilmeleri 21. Asır adına önemlidir. Türk adının manası nedir diye merak edenler şüphesiz buradaki manzaraya mirasçı olmaktır, cevabını verebilmeleri ve bunun hayatta tatbik etmeleri muasır medeniyet merakımız ve arayışımız bakımından önemlidir, diye düşünüyoruz.  Yine İbn Battuta aktardığı benzeri bir olayda, “Bir kez de Müslümanlardan biri sultandan alacağı olduğunu iddia etti. Kadı her ikisini dinledikten sonra sultan aleyhine hüküm verdi. Hükümdar adama borcunu ödedi. 683.” Görülen bu tutum Kutadgu Bilig’de bahsedilen zemin ile de mutabık olarak nizam anlayışımızın esaslarından birini yoruma hacet bırakmadan göstermektedir. Büyük zaferler her zaman harp meydanlarında kazanılmıyor.

 

İbn Battu!ta’nın aktardığı diğer bir olayda da benzer mesele görülür: “Bey çocuklarından biri kendisini sebepsiz yere dövdüğü iddiası ile sultanı kadıya şikâyet etti! Kadı, sultanın onu razı etmesi gerektiğini, aksi halde kısas yapılacağını söyledi. İbn Battuta başka bir müşahedesini daha aktarır:“Ben o gün hükümdarın büyük salona geldiğinde çocuğu huzura çıkarıp eline bir sopa uzatarak şöyle dediğini duydum: "Başım hakkı için! Ben sana nasıl vurdumsa sen de bana öyle vuracaksın!" Çocuk sopayı aldı, tam yirmi bir defa vurdu ona! Hatta hükümdarın başından külahının düştüğünü gördüm! s.684” Sultan için adalet mülkün temeli olmuş görünüyor. Herhangi bir sebep Sultanın istisna durum oluşturmasına yol açmıyor. Devletin itibarı burada adeta anıtlaşmış gibi görünüyor. Hukuk ve adalet, sevilen ve tavsiye edilen bir fantezi olarak değil bir medeniyet ilkesi olarak işliyor. Yine başka bir bilgi olarak: Kardeşi Mübarek Han'a Kadılar Kadısı Kemaleddin ile beraber büyük salonda halılarla döşeli yüksek bir kubbe altında oturmasını emretti. Kadı Kemaleddın'in orada tıpkı sultanınki gibi yastıklarla çevrili bir peykesi vardı. Sultanın kardeşi, Kadı Kemaleddın'in sağ tarafına otururdu. Büyük emirlerden biri borçlanır da alacaklıya ödeme yapmaktan kaçınırsa, kümdarın kardeşinin adamları o emiri tutar, adilce yargılanması için kadı efendinin huzuruna çıkarırdı, s. 684”, gözlemi aktarılır. Bütün bunlar bir kişiyi ululamak, övmek, yaşansı be ne milletmişiz dedirtmek için aktarılmadı elbette. Burada bilge bir aklın tarihte görünmesi ve kendi mensuplarına mesuliyetlerini hatırlatması gayesi önceliklidir.

 

Kendözü temessül etmek, mensup olarak sahiplenmek, onu bir hayat ilkesi haline getirme, tatbikat sahasına taşıma fevkalade önemlidir. Kendözcülük faydasızdır. Bir kavram bizde hayat ilkesi olup eyleme geçmiyorsa fayda ilkesi işlemez. Burada sunulan malumat bugünün 21. Asır Türklerinin hayatına vay be Hindistanda’dan Viyana’ya hep adil milletmişiz gibi söylemlere yol açıyor ama hayatımızın pratiğine fayda vermiyorsa tarih bize faydasız hatta bizi zehirliyor demektir. Medeniyet tolum-devlet-şehir üçlemesinde dış yapısını ve mantığını bulurken iç yapısında değerler yer alır. Bunlar öznel olabileceği gibi insanlığa dair olanlardan da oluşabilir; burada önemli olan terkibin otantik bir şekilde oluşup yama ya da taklit olmaktan öteye geçebilmesidir. Hukuk düzeni içinde kendi kaynaklarımız ya da dışarıdan tercüme kaynaklar ile ulaşan normlar olsun esas insandır ve uygulayanın ahlakıdır.

Vesselam